Esat ARSLAN
Genel Panorama
İnanın bana bu başlık çok iddialı bir başlık değil, ya da bir endişe ve kaygının dışa yansıması ise, hiç değil. Türkiye Cumhuriyeti olarak, önümüzü görebilmek için, biraz da ilgiyle konuyu irdeleyebilmek için atılmış, bir başlık. Bunun için, hemen arkasından coşkuyu verebilmek için Sunucu Erkan Tan’ın deyimiyle “Ver Mehteri” de demeyeceğim. Bunun uzun zamandan beri uygulanan bir algı operasyonuna karşı, bir durum muhakemesinin sonucu olduğunu söyleyebilirim. Bundan altı yıl önce derleyip, özetlemeye çalıştığım, bir makale yazmışım, tarihe not düşebilmek için. Öyle uzun boylu aramanıza gerek yok, internette kutsal damacana “Google”’da bulabilirsiniz, adı “Zorla Libya’laştırılmağa Çalışılan Suriye”. Günümüzdeki bulgulara baktığımda ise, altı yıl önce yazmış olduğum bu makale ben de yeniden bir çağrışım yaptı, ama maalesef ABD, Montrö hilafına Karadeniz sularında “USS Ross” adlı bir destroyerine ilaveten bölgeye, “USS Carney” adlı ikince destroyeri de sevk edince… Hele bir daha inceleyelim dedim. Biliyorsunuz, “Montrö Antlaşması’na göre Karadeniz’de sahili olmayan ülkelerin savaş gemilerinin toplam tonajı 45.000 tonu geçemez ve bu ülkelerin harp gemileri Karadeniz’de 21 günden fazla kalamaz. Bir harp gemisi, 21 gün Karadeniz’de kalmışsa, Çanakkale Boğazı’ndan Ege Denizi’ne çıkıp tekrar içeri girmek zorunda”dır. Belki Rusya ile olan uçak gerginliği sırasında Egeye açılan bir Rus savaş gemisindeki Rus bahriyelisine nazire; ABD savaş gemisinin burnunda bir silahın başında dürbünle III. Köprü Yavuz Sultan Selim’e doğru bakan bir Amerikan bahriyelisinin fotoğrafı nedense bilmiyorum, ben de Türkiye’ye verilen bir gözdağı olarak algılamama sebep oldu. Tabii ki bunun da birçok nedenleri var. Anımsayalım, her iki dünya savaşında da ABD ile Rusya aynı saflarda yer almışlardır. Bir yüzyıl boyunca deneyimler göstermiştir ki, ABD Türkiye’yi hep kullanmıştır, hatta ünlü ABD’li darbe finansörü spekülatör George Soros, açıkça Türkiye’nin en iyi ihraç ürünün ordusu, Türk askerinin kanı olduğunu defaatle söyleyerek, ABD menfaatinin gerçek çerçevesini çizmiştir. İsrail’in, koruyucusu, hamisi ve aldığı kararların uygulamasında İsrail’in genişlemesine yönelik olarak yadsınamayan ikinci gerçek, ABD’nin Ortadoğu’da sınırları değiştirme konusunda azimli olduğu olgusudur. Üçüncüsü ise; AB(D) ve İsrail’in Ortadoğu’ya yaklaşımda en akılcı yatırımın Kürtler olduğu gerçeğidir. Bütün bunlardan sonra demem o ki, bu durumda ve şu anda Türkiye Cumhuriyeti için en büyük tehdit, bölgeyi parçalamayı hedefleyen ABD’nin bizzat kendisidir. ABD elinde büyük koz olarak tuttuğu Kürt kartını oynadığında, kendi açısından hem İran, hem Irak, hem Suriye hem de Türkiye’yi dolayısıyla da tüm Ortadoğu’yu daha rahat denetleyecektir. Dört parçada Kürdistan hedefi, aynen “Türkiye-Ermenistan İhtilafı” gibi başta Türkiye olmak üzere, Suriye, Irak ve İran’ın yumuşak karnıdır. ABD ‘nin de dünyada en başarılı bir şekilde uyguladığı gibi, hedef aldığı ülkelerin, yumuşak karnını saptayıp, zayıflıklarını ve duyarlılıklarını güç kullanmak suretiyle istismar etmektir. İçinde bulundukları ülkeyle hasmane ilişkiler içinde bocalayan, varlığı ile bekasını ancak ABD koruması ve İsrail desteğiyle sürdürebilecek olan ayrılıkçı Kürtler, Ortadoğu’da dört parçada Kürdistan’ı yaşama geçirebildikleri takdirde, doğrudan ABD’nin bendesi haline gelerek, bölgede İsrail’in güdümünde bir uydu devletçik olabilecektir. Ayrıca unutmamak gerekir ki, büyük Kürdistan’ın stratejik müttefikliği ABD için İsrail’inkinden daha az bedelli olacaktır. ABD’de lobisi olmayan bir Kürdistan’ın konumu Ortadoğu’da her şeyini ABD’ye borçlu olduğundan tümüyle onun güdümüne girebilecektir. Unutmayalım, Kore’ye Türk askeri gönderildiği dönemde, zamanın ABD Dışişleri Bakanı Dulles da, Türk askerinin kendilerine maliyetinin “23 sent” olduğunu söylemişti. Sanırım, bu tek taraflı bir denetim mekanizması tam olarak anlaşılmıştır.
Bütün bunlardan sonra bu makalenin başlığının “Libyalaştırılmağa Zorlanan Türkiye” şeklinde revize etmiş olduğum daha iyi anlaşılmıştır. Ve de maalesef bütün bunlardan sonra istemeye istemeye demem o ki hızla Libya’laştırılmağa zorlanan bir Türkiye’ye doğru gitmekte olduğumuz varsayımını güçlendirmektedir. Bir büyük siyaset olgusu da her ne kadar kendisi Osmanlı’dan devraldığını iddia etse de Ege’deki Türk-Yunan pilotlarının karşı karşıya geldikleri “İt Dalaşı”(Dog Fighting)gibi, ABD’nin Büyük Britanya İmparatorluğundan devraldığı “iti ite kırdırma” politikası konusunda bilgi ve deneyiminin artmış olmasıdır. Hatırlayalım, Arabistanlı Lavrens de “Aklın Yedi Sütunu” adlı kitabında “Osmanlı İmparatorluğu’nu Ortadoğu’da parçalama başarısını, yöredeki etnik mozaiği birbirine karşı kullanarak elde ettim!” şeklinde formüle etmiştir.
ABD Suriye’de Kalıcı mıdır, Değil midir?
Şimdi bir başka önemli soruya da yanıt arayalım. ABD Suriye’de kalıcı mıdır, değil midir? Bakın hiç öyle gidici midir? Diye sormadım. Evet, köşeli ifadelerle öyle dört başı düşünmeye gerek yok. ABD artık Suriye’de PKK, YPG ve kendi üsleri ile kalıcıdır. ABD’nin bu bölgedeki kalıcılığının maksadı da şu şekilde özetlenebilir: Birincisi, bölge ülkelerini parçalayarak denetlemek, ikincisi çok kutuplu dünyada en büyük rakibi Çin’i Ortadoğu kaynaklarından uzak tutmak. Üçüncüsü RF’nın ve İran’ın, Irak ve Suriye üzerindeki denetimini ve etkisini dengelemek. Dördüncüsü, İsrail’in yararına bölgenin su kaynaklarını kontrol etmek ve stratejik uzantısı İsrail’i bölgede güvence altına almak. Evet bir gerçeğin altını çizelim, ABD’nin Suriye’deki üsleri su kaynaklarının üzerine oturmuştur. Geleceğin savaşının petrolden çok su üzerine oturacağı gerçeğini de yadsımıyalım. Beşincisi ise mümkün olduğu kadar AB’nin lideri Almanya’yı bölgeden uzak tutarak, onun ekonomik katkı elde etmesine mani olmak. Şimdi bütün bunları yapabilmek için bölgede olmak zorunda olduğu gerçeği tümüyle açığa çıkıyor, öyle değil mi? Sevgili Okurlar. Yani? Yanisi şu, burada kalıcı olmazsan tüm bunları yerine getiremezsin. Kuşkusuz üzülerek ifade etmem gerekir ki, bu durumda gittikçe artan bir ivme ile artık ABD ile çıkarlarımız örtüşmüyor, çakışıyor, hem de ne çakışmak. Öyle kötümser olmaya gerek yok, bütün bunları aşar mıyız? Kuşkusuz aşarız, ama akıllı ve rasyonel olmak koşuluyla. Hele ki, Afrin Operasyonuna karar verip uygulamaya başladıktan sonra, aklın gerektirdiklerini yapmaya çalışmak, mantık çerçevesinde hareket etmek, içgüdüleri, duyguları, arzuları göz ardı ederek tüm kararlarınızda akla öncelik tanımak olmalıdır.
Tıpta, işin içine bisturinin girdiği -iyi ki varlar- doktor ve hemşirenin yaptığı her olumlu işleme “müdahale” adı verilmektedir. Uluslararası ilişkilerde ise ABD’nin giriştiği -Allah korusun- her işgalci işleme de aynı ad, “müdahale” denilmektedir. Ancak son zamanlarda ABD’nin 1,5 milyon ölü bırakarak Irak’tan çekilmesiyle, Arap Baharının en son ulaştığı yer Suriye’de müdahale ve ABD Maşası Suriye’deki PKK sözcüklerinin yanında, doğrudan Türk Halkı ve Türkiye Cumhuriyeti de yer almağa başlamıştır. Eğer Birinci Körfez Savaşı öncesinde, zamanın Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necip Torumtay istifa etmemiş olsaydı, -ki bu istifa hayırlı olmuştur- aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin yayılmacı güçlerin maşası olma rolü daha Birinci Körfez Savaşı’nda başlamış olacaktı. Anımsanılacağı gibi, son derece tantanalı bir şekilde Birinci Dünya Savaşı’ndan üççeyrek asır sonra, ABD çıkarları için bir koyup üç alma bağlamındaki Türk Silahlı Kuvvetlerinin Arap çöllerine eylemli olarak gönderilmesi olgusu VIII. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın açılımları olarak ortaya konulmuştu. Son derece hararetli tartışmalarla önce MGK’nın asker üyelerinin daha sonra da Genelkurmay Başkanının bir başına Irak’a müdahalenin yanlış olacağı görüşünde diretmeleri beklenilen Torumtay’ın istifası sürecini getirmişti. Askerler Ortadoğu’ya Türkiye Cumhuriyeti’nin “Milli Askeri Stratejik Konsepti” gereği Cumhuriyetin kazanımlarını riske atmamak için ulusal düzeyde ihtiyatlı yaklaşmışlardı. Ancak iktidarın kapalı kapılar arkasında vermiş olduğu taahhütleri gereği TSK’nın kullanılması o vakitlerin yaşanılan sürtüşmeleri de beraberinde getirmişti. Bu durum yıllarca tartışılmış, nihayet İkinci Körfez Harekâtı arifesinde TC’nin Anayasasının 92. maddesine göre, ABD’ye mensup askeri ve teknik personelin üç ay süreyle Türkiye’ye gelmesine ilişkin izin tezkeresi bir oldubitti ile TBMM’ye sunulmak üzere 5 Şubat 2003 tarihinde Bakanlar Kurulunca kararlaştırılmıştı. Ancak generallerin, TSK’nın Irak’a müdahale etmesi ve TC’ye gelmesi istenilen ABD askerlerine gelmemesi yolundaki karşı duruşları, İkinci Körfez Savaşı öncesi TBMM’nin 1 Mart 2003 tezkeresine de yansımış ve tezkere TBMM’de yeterli oyu almayarak reddedilmişti. Kuşkusuz bunun doğal bir sonucu olarak da ABD, Irak’a Türkiye’yle birlikte kuzeyden ve güneyden iki taraflı konsantrik bir müdahale yerine, sadece güneyden bir başına müdahale etmek zorunda kalmıştı. Ama bu karşı duruş, ABD tarafından Türkiye’nin hanesine olumsuz olarak yazılmış, tezkerenin reddediliş tarihi “Milli Askeri Stratejik Konsepti” gereği Irak’a müdahalenin karşısında yer alan generallere karşı başlatılan karşı hareketin de miladı oluşturmuştu. VIII. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın açılımları ve ABD’nin 2003 yılında Irak’a bir başına müdahale etmesi sonrası, “Kürt Ulusu”nun inşa sürecini hızlandırmış, “Kürdistan”ın kurulması yolunda ABD’ye koşulsuz biat eden iki Kürt aşiret liderinin akıl almaz yükselişini ve PKK’nın Kandil bölgesine güvenli bir biçimde yerleşimini de sağlamıştı.
Libya’da N’olmuştu?
Birlikte anımsayalım, Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi (GOKAP)‘nde yapılacakları dikte ettiren eylem plânı, 1989-93 yılları arasında ABD Genelkurmay Başkanı olan ve 2001-2005 yılları arasında ABD Dışişleri Bakanlığı yapan Colin Powell başkanlığında 2004 yılında Fas’ta yapılan bir toplantıda kararlaştırılmıştı. Bu toplantıda ABD Dışişleri Bakanı Powell tarafından, GOKAP ülkelerine yönelik eylem plânının omurgası, dışarıdan müdahale şeklinde değil, ülke sivil inisiyatif dinamiğini öne çıkaracak biçimde kalenin içeriden teslim alınması şeklinde yapılacağı açıkça ilan edilmişti. Söz konusu plân, Tunus ve Mısır’da kısmen uygulandıktan sonra Libya’da örtü ve aldatma plânlarıyla birlikte mükemmele yakın bir incelikle uygulanmıştı. Bu projenin gereği olarak, gerek Libya içerisinde kazanılan kişiler, gerek civar ülkelerden ülkeye sızdırılan rejim karşıtı gruplar marifetiyle, Bingazi üs edinilmiş ve yayılmacı güçlerin önce örtülü ve dolaylı, sonradan doğrudan silah ve mühimmat desteğiyle Kaddafi yönetimine zarar verilmeye başlanılmıştır. Bu durum üzerine Kaddafi, daha fazla kardeşkanının dökülmemesi için, Bingazi’yi askeri birlikleriyle kuşatarak, bölgede oluşan karşıt hareketi etkisiz hale getirmiştir. Kaddafi kuşatmayı yaptıktan sonra, herhangi bir çatışmaya girmemeye özen göstererek ve bu aşamadan sonra, BM’ye ve NATO’ya söz vermiş, ayrıca dünya kamuoyuna herhangi bir müdahalenin yapılmayacağını da duyurmuştu. Kuşatma ile elleri kolları bağlanan Batı tarafından kazanılmış güçler, bu sefer Kaddafi’nin ordusuna saldırmak yerine farklı bir sinsi plânı devreye koymuşlardı. Eyleme geçirilen bu sinsi plânın amacı, BM’ye yaptırım kararı ve NATO’ya da acilen müdahale kararı aldırabilmeyi öncelikle hedeflemişti. Ortaya konulan bu plân gereği ve oluşan provokasyona açık ortamdan yararlanılarak, muhalifler, Kaddafi’nin Bingazi’ye saldırdığı görüntüsü altında bulundukları bölgeyi çarpışılıyor hissini uyandırmak için her türlü eylemi yapmağa başlamışlardı. Yapmış oldukları ve çeşitlendirdikleri bölgesel provokatif eylemlerle sadece bunu başarmakla kalmadılar, aynı zamanda önce dünya kamuoyunu inandırdılar, arkasından da BM ve NATO’yu eylemsel yaptırımlar yapmağa sürüklemişlerdi. Bu inandırışın kurumsal yansıması olarak da önce BM yaptırım kararı, ardından da NATO müdahale kararı almasını sağlamışlardır. Bundan sonra yaşananları hep birlikte gördük ve yaşadık. Afrika Birliğinin 1982-83 yıllarındaki Dönem Başkanı ve Libya’yı 42 yıldır yöneten Albay Muammer Kaddafi’nin hunharca katledilmesini hep birlikte izledik, hüzünlendik. Nitekim böylece, Libya’daki Truva Atı harekâtıyla kalenin içeriden teslim edilmesi sağlanmış, yapılan eylemler manzumesi daha sonra yapılacak müdahaleler için bir model oluşturmuştur. Libya’daki bu modelleme, dünya kamuoyunu Türkiye’deki iktidar hakkında infiale sevk eden benzer olayların maalesef ülkemde de aynen sahneye konulmaya başlamıştır. Zeytin Dalı Harekâtının her şeyden çok başarıya ulaşması durumda devreye sokulabileceği endişesi son derece önem arz etmektedir.
Sonuç
Yadsınamaz bir gerçektir ki, şu anda Türkiye Cumhuriyeti için en büyük tehdit, bölgeyi parçalamayı hedefleyen bölgede kalıcı güç olan ABD’nin bizzat kendisidir. Zeytin Dalı Harekatına karar verip uygulamaya başladıktan sonra aklın gerektirdiklerini yapmaya çalışmak, mantık çerçevesinde hareket etmek, içgüdüleri, duyguları, arzuları göz ardı ederek tüm kararlarınızda akla öncelik tanımak olmalıdır. Geçmişi irdelemek bakımından, Türkiye’nin önündeki model Arap Baharı içerisinde Libya halkı ve Libya Devletine yaşattırılan Libya örneğidir. Her zaman olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti bıkmadan usanmadan Osmanlı’dan devralınan mirasın bir gereği olarak, AB(D)-İsrail tarafından güdümlenen provakatif ihtilafın toplumlararası çatışmalara yol açmamasını ve uluslararası müdahaleye gerek kalmadan barışçı yollardan çözümünü hemen her politik platformda samimiyetle seslendirmeye devam etmelidir. Bu durum Türkiye’nin akil ülke olmanın ve vizyoner Türkiye olmanın da bir gereğidir. Türk Silahlı Kuvvetleri terör faaliyetlerini minimize etmek için Afrin’dedir, başta etnik temizlik olmak üzere zorla göç, çocukları terör örgütüne kazandıran ve insanlığa karşı suç işleten PKK’nın Suriye’deki uzantısı mensuplarını Lahey Adalet Divanına teslim etmek için Suriye’nin kuzeyindedir. Türkiye Cumhuriyeti’nden beklenilen vizyonik görev, Suriye’de barışı etkileyebilecek olumsuz her durum ve olasılığı ortadan kaldırarak, bisturinin yaptığı olumlu işlem gibi barışçı çözüm için tüm akılcı olanakları seferber etmek olmalıdır, Sevgili Okurlar