Esat ARSLAN
Türkiye ile Libya arasındaki anlaşmaya salt “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası” olarak bakarsanız, çok rahat “o ne ki”,hatta onun daha bir amiyane şekliyle de diyebilirsiniz, “Kâhtalı Mıçı”tarzıynan(?) tam da bizim Anadolu ağzıyla, “o ney ki, gardaş öyle”. Bunun günümüzde tek bir anlamı var, bilen bilir. Hani başkalarının sayfalarına girip, laf sokma ve laf çakma çabasında olan “trol”erbabı gibi. İnternet’te insanların keyfini kaçırmak ya da münakaşa başlatmak için tohum ekmeye çalışan kişilerin tarzıdır, bu. Ajda Pekkan’ın “single”ın seslendirdiği gibi, “Aynen öyle, aynen öyle”.Ama Türkiye ile Libya arasındaki anlaşma bizim için tarihi bir anlaşma. Onun için Ajda da single’ında bu görüşü perçinliyor? “Unutma bu günü bu tarihi / Kelimelere sığmaz tarifi / Dize getirdim talihi / Aynen öyle/ aynen öyle”.Bizde farklı bir şey söylemiyoruz ki, zaten.
Yani ne demek istiyorum? Unutmamız lazım ki, yapılan Libya anlaşmasının ikinci bir muhtırası daha var. Türkiye ile Libya arasında imzalanan “Güvenlik ve Askeri İş Birliği Mutabakatı”. Bu iki mutabakat muhtırası birbirlerinin olmazsa olmazı. Anlaşmanın Türkiye açısından en güçlü yönü, imzanın Birleşmiş Milletler ’in meşru hükümet olarak tanıdığı Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti ile atılmış olmasıdır. Anımsayınız, geçen haftaki makalemizde bunu açık bir şekilde vurgulamıştık. Türkiye ile Libya arasında yapılan bu anlaşma, BM tarafından tanınan tek meşru ve egemen bir devlet ile yapılmıştır. Libya Hükümeti de her egemen devlet gibi anlaşma yapabilme yetisine ve yetkisine sahiptir. Bu konuda hep birlikte hemfikir olmamız gerekir. Hani “Çarşı her şeye karşı”der gibi, bilinen medya erbabı “anlaşma yaptınız da bu anlaşmayı siz hangi Libya ile yaptınız?Çok sesliliklerini değil, tek sesliliklerini haykırdıklarını herhalde duyuyorsunuzdur. İşte meşruiyet tartışması yapanlar, aslında bu iki mutabakat muhtırasının birisini görüp, diğerini görmemeleri sonucu neredeyse bu durum Türkiye ile Libya arasındaki anlaşmanın sulandırılmasına kadar gidiyor. Efendim, Rusya, Mısır, Yunanistan, GKRK, İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri ve Fransa’nın desteklediği emekli asker Hafter liderliğindeki Tobruk hükümetinin kontrol ettiği Libya toprakları ise 1 milyon 259 bin 800 km² ve ülkenin yüzde 77.58’ini kontrol ediyor, diyorlar. Ama söyleyelim, uluslararası hukuk bakımından “Tobruk hükümeti” gayrı meşru. En hafifinden söyleyelim, Başkent Trablus da ondan, bütün Büyükelçilikler, yabancı misyon ve devlet burada bulunuyor.
Efendilerinin çıkarlarına kendi ulusal hedeflerinden daha fazla değer veren emekli asker Halife Hafter, tipik bir CIA figürü olduğu gibi, Ordusu da tam bir paralı “Lejyoner Birlik” konumundadır. Türkiye Cumhuriyetinin anlaşma yaptığı Türkiye dışında Katar ve bazı AB ülkeleri desteklediği Türkiye’nin mutabakat muhtırasını imzaladığı Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükümeti(UMH)’nin Silahlı Kuvvetleri ise gönüllülerden oluşmakta ve müstevliye karşı aynen Türk Milli Mücadelesinde olduğu gibi vatan savunması yapmaktadırlar. Çatışmalar, büyük müdür? Evet, büyüktür. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) verilerine göre, iki taraf arasındaki çatışmalarda 1000’in üzerinde insanın öldüğünü ve yaklaşık 5.500 kişinin de yaralandığını sadece söylemekle iktifa edelim. Bu arada Almanya’nın da Ulusal Mutabakat Hükümetinin yanında durduğunu da belirtelim. Ayrıca, Alman başkenti Berlin’in, henüz kesinleşmemiş olmasına karşın, Libya’nın taraflar arası görüşmelere ev sahipliği yaptığını da belirtelim. Berlin’deki görüşmelerle ilgili olarak Alman hükümet sözcüsü Christofer Burger, ülkesinin Libya diyalog sürecinde BM liderliğindeki arabuluculuk çabalarına “sürekli destek”sözü vermiştir. Almanya adeta üçüncü bir dünya görüşlülüğü ile Birleşmiş Milletlerin arabuluculuğu altında Libya sürecine uygun uluslararası çerçeveyi bulmak için yapıcı bir şekilde çalışmaya devam etme görüntüsü vermektedir. Oysa ABD’den sonra Almanya da Afrika’dan bir pencere açmak için Libya’yı uygun ve elzem olarak görmektedir. Bunun ABD için değil de doğrudan kendisi için istemiş olduğunu da bir yerlere not edelim. Fransa’nın olduğu yerde Almanya neden olmasın ki? Ya kendi ekonomik krizleriyle boğuşan İtalya’ya ne demeli? Hafter güçlerinin başkent Trablus’taki yerleşim yerlerine “Grad tipi” füzelerle saldırmasından sonra, eski sömürgeci ama şimdilerde gecikmiş olmanın ayıbını örtecek tarzda, İtalya Dışişleri Bakanı Luigi Di Maio, İtalya olarak Libya krizine diplomatik bir çözüm bulmak için çalışmaya hazır olduğunu, bu hususta Türkiye, Rusya ve ABD Dışişleri Bakanları ile görüşeceğini söylemiştir. Bu yaklaşım, köprünün altından çok sular geçti, eski çamlar bardak oldu, yaklaşımıdır. Cam bardak olmadığı devirde, çam ağacından su içilen devirde, hani sorulur ya, “Eskiden bu yolun iki yanı çamlık değil miydi? Peki n’oldu?” Noel ağacı oldu, diyecek değil ya, el cevap”eski çamlar bardak oldu” yaklaşımıdır, İtalya’nın ki…
Evet, efendim doğrudur, Ulusal Mutabakat Hükümeti Libya topraklarının 103 bin 81 km²sine ülkenin yüzde 6.35’inde egemen bir devlet. Devlet yapısı sadece burada var. Yönetim erkini elinde bulunduran Başkanlık Konseyi Başkanı Fayiz es-Serrac başkanlığındaki hükümet de, seçilmiş ve BM tarafından tanınan tek meşru hükümettir. Meşru Libya Devletinin ve Ulusal Mutabakat Hükümetinin Merkezi Tripoli, 4 Nisan 2019 tarihinden bu yana, emekli asker Hafter’e bağlı paralı askerlerin saldırısı altında. Ama şunu da büyük harflerle belirtelim. Trablus’taki BM’nin tanıdığı meşru aktörlerin gönüllü birlikleri, 4 Nisan’dan bu yana Libya’nın doğusunda gayrimeşru, silah zoruyla yönetimi ele geçirmeye çalışan emekli asker Halife Hafter’e bağlı birlikler karşısında ciddi başarılar elde ettiğini de ifade edelim. Bir bakıma efendilerinin çıkarlarını birinci öncelikle yerine getirmeye alışık, onlardan İHA/SİHA ve savaş uçağı desteği de almasına karşılık, emekli asker Hafter’in yapmış olduğu saldırılar da etkin olmadığı gibi şimdilerde açmaza da girmiş durumdadır. Şimdi bu durumda hemen sormanız lazım değil mi, efendim bu Hafter kim, kimin borusunu çalıyor diye? Ya da kiminle özdeştirebilirsiniz kendilerini? Öyle uzağa gitmeye de gerek yok, kısaca Mısır’lı General Sisi’nin “Libya versiyonu”, “Libya sürümü” diyelim. General Sisi, efendileri tarafından verilmiş, görevini bihakkın yerine getirmiş olanı, bu da getirmeye çalışanı. Bilmem ki, bu durum, tam olarak anlaşılıyordur, herhalde.
Büyük sıkıntıları, tehlikeleri göze alarak, canlarını dişlerine takıp, Tripoli’yi savunanlar, isyancı emekli asker Hafter’in paralı askerlerini durdurdukları gibi, zaman zaman da sekiz aydan bu yana gerilemedikleri gibi, bölgesel başarılar da elde etmişlerdir, aslanlar gibi evlerini barklarını savunuyorlar. Nedeni açık? Vatan savunması yapıyorlar da ondan. Siz zannettiniz, “Suriye PeKaKası”, “Barzaninin Peşmergesi”,geçin canım, geçin bunları. Elma armut benzeşimi gibi.
Libya’da 5 şehir, Trablus’u savunmak için Hafter güçlerine karşı seferberlik ilan ettiğini de bu arada ekleyelim. Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin yürüttüğü “Burkan el-GadabOperasyonu “çatısı altında mücadele eden güçlerden yapılan yazılı açıklamalarda, Kabav, Zliten, Hums, Msallata ve Zaviye kentlerinde seferberlik ilan edildiğinin önemle altını çizelim.Libya halkı gerçekten onurlu bir halk, onlar kendi geçmişlerini Osmanlı’ya, Yeniçeri askerine, garb ocaklarına dayandırmaktan büyük onur duyan “Kuloğulları”nın torunları…Geçen yüzyılın başlarında Trablusgarp Savaşında Tobruk, Derne’yi İtalyanlardan kurtaran Mustafa Kemal Atatürk gibi, Trablus’u savunan Enver Bey, Fuat Bey, Nuri Bey ve Fethi Okyar gibi inançlı olmak gerekiyor, vatanı savunmak için, işte böyle bir şey. Burada sorun, tüm dünyanın seyirci kaldığı bir “linç” ve “siyaseten katl” fetih politikası. Sıradan kontracı bir CIA karakteri emekli asker Hafter Arap Baharı’nın eseri değil, 25 sene öncesinden bu yana CIA merkezine yakın Virginia-Langley’de sürgün evinden Libya lideri Kaddafi’yi devirmeye çalışan bir figüratif olgu. Unutmayalım bütün bunların raf ömürleri ve son kullanma tarihleri de var, kutularında yazılı.
Efendim, münhasır ekonomik bölge ilan edilmesinde en önemli husus, her iki ülkenin karşılıklı iki kıyıdaş olma durumudur.Bir de önemle bir şeyin altını çizmekte yarar var. Adaların kıta sahanlığı olmadığı için, münhasır ekonomik bölge ilan etmesi söz konusu değildir. Şu konu önemle vurgulamak gerekirse, bu durumda Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin, 2003’te Mısır, 2007’de Lübnan, 2010’da da İsrail ile yapmış olduğu anlaşmalar geçersiz ve tek taraflı olduğu görülmektedir. Şöyle değerlendirmekte yarar var. Türkiye’nin Libya ile yaptığı anlaşma, Mısır’ın çıkarlarına zarar vermediği gibi, tam tersine Mısır’ın da lehinedir. Türkiye Cumhuriyetinin seçilmiş müteveffa Cumhurbaşkanı Mursi ile bu yönde yapılan çalışmalara tekrardan kaldığı yerden başlanılabildiği takdirde, yapılacak “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması”anlaşması pek tabii ki Mısır’ın da lehine olabileceği değerlendirilmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti ve Libya Devleti iki egemen devlet olarak, Akdeniz’e en uzun kıyısı bulunan iki ülke konumundadır. Kıyıların uzunluğu ve yönü deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına etki eden bir başka unsurdur. Bu anlaşma ile Türkiye Cumhuriyetinin Doğu Akdeniz’deki güneybatı deniz sınırlarının önemli bir bölümü endişeye mahal bırakılamayacak şekilde belirlenmiştir. Anlaşma, Birleşmiş Milletler (BM)Deniz Hukuku Sözleşmesi, Uluslararası Adalet Divanı içtihatları dâhil olmak üzere bütünüyle uluslararası hukuka uygundur.
İkinci irdelenmesi gereken konu, Türkiye’nin, Libya Ulusal Mutabakat hükümetinin talebi doğrultusunda asker gönderebilip, gönderemeyeceği konusudur. Bu konu bir anayasa hükmüyle içselleşmiş içkin ve mündemiçtir. Türk hukukunda silahlı kuvvetlerin ülke dışına gönderilmesi, TBMM’den bu yönde izin talebini içeren bir tezkerenin Cumhurbaşkanı tarafından TBMM Başkanlığı’na sunulması ve bu tezkerenin TBMM Genel Kurulu’nda görüşülüp oylanması sonucunda alınan karar ile gerçekleşebilecektir. Silahlı kuvvetlerin yurt dışına yollanması kararları mahiyetleri gereği siyasi tercih ve takdire dayandıklarından Anayasa Mahkemesi’nin yargısal denetimi dışındadır.Nitekim Anayasa Mahkemesi, 18’inci yasama döneminde ana muhalefet partisi SHP’nin TBMM’nin yurt dışına silahlı kuvvet gönderilmesine ilişkin almış olduğu 107 ve 108 sayılı kararlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile açtığı davayı reddetmiştir.[1]Anayasa Mahkemesi, bu iki TBMM kararını ne Anayasaya uygunluk denetimine tabi tutulan işlemlerden ne de nitelik ve içerik yönünden bunlara eşdeğer metinlerden görmemiş, dolayısıyla işin esasına bile girmemiştir.[2]Doğrudan reddetmiştir.
Halen yürürlükte bulunan 1982 Anayasasının 92 maddesinde “Türkiye’nin taraf olduğu milletlerarası antlaşmaların veya milletlerarası nezaket kurallarının gerektirdiği haller dışında, Türk Silahlı Kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesine veya yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunmasına izin verme yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisinindir.” Bağıtlanmış, daha doğru bir ifadeyle amir hüküm bulunmaktadır. Görüldüğü üzere Anayasa, yurt dışına asker gönderilmesine ya da yabancı askerî kuvvetlerin Türkiye’ye gelmesine izin verme yetkisini TBMM’ye vermektedir. Ancak bu maddede “Türkiye’nin taraf olduğu milletlerarası antlaşmaların veya milletlerarası nezaket kurallarının gerektirdiği haller dışında”ibaresiyle bir istisnaî hüküm bulunmaktadır. Burada ifade edilen “taraf olunan milletlerarası antlaşma”da esas olarak Kuzey Atlantik Antlaşması(NATO)’dır. Nedeni açık, Türkiye NATO’dan başka herhangi bir ittifak örgütüne üye değildir. Bu istisna ifadesi, ister istemez, “milletlerarası hukukun meşru saydığı hallerden”olmasa da, Türkiye’nin taraf olduğu bir milletlerarası antlaşma gereğince, TBMM’nin izni olmaksızın doğrudan hükümetin karar verebilmesi olasılığını da doğurmaktadır. Bu durumda Libya Devleti tarafından talep geldiği takdirde bu destek anayasanın ilgili maddesince belirli bir prosedür içerisinde sağlanabilir. Libya’nın istemesi durumunda Katar’a, Somali’ye asker gönderildiği gibi Libya’ya da asker gönderilebilir.
Ancak yine de hukukun üstünlüğü kapsamında yurt dışına Türk Silahlı Kuvvetlerinin gönderilmesi ya da yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunmasına belli bir süre için izin verilmesi siyaseten son derece önemli kararlardır. Bu siyasi kararların hukuksal temellerinin sağlam olması yanında meşruiyetleri de büyük önem arz etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Devletinde TBMM’nin izni olmaksızın doğrudan hükümetin karar verebilmesi olasılığı hukukun üstünlüğünü zedeleyebileceği değerlendirilmektedir. Ayrıca Türkiye Cumhuriyetinde meşruiyetin Türkiye’nin üye olduğu uluslararası kuruluşların aldıkları kararlarla mı, yoksa yalnızca Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarıyla mı sağlanacağı yâda bu türden kararlar olsa bile, Türkiye’nin kendi meşruiyet ölçülerini belirlemesi ve bunları dikkate alması gerektiği de düşünülmeye değer bir yaklaşımdır. Bunun yerine gerek iç siyaseti gerekse dış politikayı etkileyen boyutlarıyla yurtdışına asker gönderilmesi konusu, televizyon ekranlarından ziyade hukuk zemininde tartışılabilmeli ve doğru yaklaşımın ne olabileceği konusunda millî, akılcı ve demokratik bir çözüm yürürlükteki Anayasamıza ithal edilmelidir. Daha da ne diyelim, “hem nalına, hem de mıhına”.Unutmayalım, bu davranış biçimi de objektif, tarafsız olunmayı dikte ettirir. İşte bu yüzden hem nalına, hem de mıhına vuran insanlardan çekinilir, sevgili okurlar.
DİPNOTLAR
[1]Bülent Tanör, “Türkiye’de Dış İlişkilerin İç Hukuk Rejimi”,Faruk Sönmezoğlu (der), Türk Dış Politikasının Analizi, İstanbul, Der Yayınları, 2001, s. 508.
[2]Bülent Tanör, age,s. 509