Esat ARSLAN
Osmanlı Devletinin ardılı Türkiye Cumhuriyeti (TC)’nin tapu senedi, tam bağımsız bir Türkiye’ye doğru gidişin çıkış noktası hiç tartışmasız Lozan Barış Antlaşmasıdır. Başkaca söze ne gerek var, Lozan’ın en büyük zaferi “Yeni Türk Devleti”nin tescili ve Cumhuriyetinin ilanıyla birlikte “Türkiye Cumhuriyeti” olmuştur. Yoksa Lozan, rıza gösterilen, ses çıkarılmadan kabul edilen yâda amiyane bir biçimde zafer diye yutturulan bir antlaşma değildir. Lozan Barış Antlaşması Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün veciz bir biçimde belirttiği gibi, “Türk milleti aleyhine yüzyıldan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması’yla tamamlandığı zannedilmiş bir büyük suikastın yıkılışını ”belgeleyen bir metindir. 94 yıl önce yapılmış olan Lozan Barış Antlaşması’nın “Ya Sev, Ya Sevr” yaklaşımının AB(D) tarafından dayatılmaya çalışıldığı günümüz ortamında, bu hukuksal belgenin ruhunda bulunan inceliklerin özümsenemediği 65 yıl sonra Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın son Yunanistan ziyaretiyle daha bir gün yüzüne çıkmıştır. Bu nedenle neredeyse bir asırlık Lozan Barış Antlaşması’nın günümüz ortamında tartışmaya açılması, akilane bir biçimde yeniden düşünülmesi ve dört başı mamur irdelenmesi, ayakları yere basan bir Türkiye Cumhuriyeti için elzem görülmektedir. Bilmiyorum ama siz de aynı kanıdasınız, öyle değil mi Sevgili Okurlar. Tabii bu yaklaşım, kuşkusuz “Lozan’ın Güncellenmesi” demek değildir. Bence konuya bulanık, ya da ütopik bakmaktansa, hukuk temelli akademik bakmak yararlı olacaktır. Ancak“de facto”’lar, “ben yaptım oldu” yaklaşımları, özellikle de Yunanistan’ın hile, desise ve sinsice yapmış olduğu eylemlerini, fiiliyatını tescil ettirmeye yönelik çalışmalarını da göz ardı etmemenin yararlarına inanılmaktadır.
Osmanlı Devleti olarak, Birinci Dünya Savaşını sonlandıran 30 Ekim 1918 tarihindeki Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan yaklaşık 20 ay süresince ince ince düşünülüp, hemen her zeminde tartışıldıktan sonra, 10 Ağustos 1920 tarihinde imza ettirilen bir siyasî antlaşma hükmündeki Sevr Tutsaklık Antlaşması’yla, Anadolu’daki tüm Türk ulusu esir hâline getirilmiştir. Hem de Osmanlı delegasyonunu “Demokrasi” adlı gemiye bindirilerek, Fransa’ya götürüldükten sonra, “demokrasi” dayatmasıyla imza ettirilen bir antlaşmadır, Sevr. Şimdi de öyle değil mi, barış, insan hakları, demokrasi getireceğiz diye yapılanlara ve Batının yaptıklarına bir bakar mısınız? Sevr Tutsaklık Antlaşmasıyla yayılmacı, koloniyel güçler, daha önceden aralarında yapmış oldukları gizli antlaşmalar gereği Türk topraklarını sömürgeleştirdikleri gibi, Türk halkını da köleleştirmeyi bir büyük amaç olarak ele almışlardır. Sevr Tutsaklık Antlaşması’nın bir büyük amacı da Türk toprakları üzerinde Osmanlı azınlıklarını çizmiş oldukları coğrafyalarda, ekallliyet olmasına bakmaksızın millet-i hâkime yapılarak, kendi güdümleri altında kukla devletçikler kurulmasını öngörmekteydi. Hadi bunları teker teker anımsayalım, “Pontus Rum Devleti”, “Ermenistan”, “Kürdistan”, “Hıristiyan Asur Devleti”, 1921 Eylül’ünde gündeme getirilen Yunanistan güdümündeki “Batı Anadolu Çerkez Devleti”, kurtuluşa bir adım kala, 1922 Temmuz’unda aynı coğrafyada kurulan, “İonya Devleti”… Türklük dünyasının anavatanı Anadolu, ayrımsallıkların kurumsallaştırılacağı bir coğrafya olarak düşünülmüş, ya da onların diliyle “Ön Asya” veya “Küçük Asya”. Evet Sevgili Okurlar, Lozan hiçbir şey yapmasa bile, bu Sevr Tutsaklık Antlaşmasını yok etmiştir. Ulu önder Atatürk ‘ün deyimiyle “bir büyük suikastın yıkılışını” belgelemiştir. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti, Ulu Önder Atatürk’ün ebediyete intikalinden sonra, NATO ve AB’ye giriş sürecinde hep ödün veren ülke konumu nedeniyle Lozan Antlaşmasıyla elde etmiş olduğu haklarından bile feragat eden bir tutum ve davranış sergilemiştir. Diğer bir deyişle Türkiye Cumhuriyeti Lozan Barış Antlaşmasıyla elde etmiş olduğu haklarının takipçisi olamamış, hep ödün vermek zorunda kalmıştır.
Gelelim günümüze. Türkiye, günümüzde birçok yönden karanlık bir dönemden, henüz güneş yüzü görülemeyen dehlizlerden geçmekte olduğu malumlarınızdır. Daha açık bir şekilde söylemek gerekirse, Lozan Barış Anlaşması’nın kendisine sunduğu hakları zamanında iyi değerlendiremeyen Türkiye bugün Irak’ın kuzeyinden, 4000 TIR’ı bulan silah, mühimmat araç ve gereç ile lebalep dolmuş, ABD’nin himayesinde bir tehditle karşı karşıya değil, yüz yüze bulunmaktadır. Ayrıca ülke içinde de bin yıldır birlikte yaşadığımız halkın birbirlerine düşman kılınmak istendiği, tek çözüm yolunun da sanki bir kutuplaşma ya da ayrışma olarak sunulmaya başlandığı bir süreç içerisinde de bulunmaktadır. Evet, doğrudur, âdeta canından kopartılarak “de facto”, hile ve desiselerle yitirilen Musul’a karşı Türkiye Cumhuriyeti, gerekli ve yeterli duyarlılığı gösterememiş, Batı Trakya’daki soydaşlarımızın haklarının koruyucusu da olamamıştır. Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra, onun “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” düsturunu pasif bir politika olarak benimseyen siyaset adamlarının baskısının uluslararası zeminlerde nasıl anlaşıldığı da ortadadır. Tüm bu yüksek politikalar da halkımız tarafından şimdilerde özümsenmeye, anlaşılmaya ve daha bir görünür olmaya başlamıştır. Bütün bunlardan sonra, Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası zeminlerde, Lozan Antlaşması’yla elde etmiş olduğu hakların takipçisi olamadığı aşağıdaki biçimde özetlenebilir:
– Lozan Barış Antlaşması ile Musul vilayetinde eğitim, resmî dil, devlet daireleri arasında yazışmalar Türkçe olması bağıtlanmıştır.[1] Irak Türklerine verilen bu önemli ayrıcalık ilk olarak kaldırıldığı gibi, 70 yıllık bir ana dil mahrumiyeti sürecini de beraberinde getirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti, maalesef bu durumda sessizliğini sürdürmüştür. Irak’ta, Türkmeneli’nde ancak 1990’lı yıllarda Türkçe eğitim veren dokuz okul açılabilmiştir.
– Irak Anayasası’nın 6. maddesi “Arap halkını Araplar ve Kürtler oluşturur Anayasa Kürtlerin hakkını tespit eder” 7. maddesi, “Kürtçe Kuzey Irak (Musul) otonom bölgesinde Arapça ile beraber resmî lisan kabul edilir.” biçiminde Lozan Barış Antlaşması hilafına uymayan fiili bir durum yaratılmıştır. Bunun bir diğer anlamı Irak Türklerinin varlığının bile kabul edilmemesi, adını ne koyarsanız koyun Türk varlığının yitirilmesidir. Bir de üstüne üstlük, bölgede yaşayan Türkmenlere nüfus sayımı sırasında kendilerini ya Arap ya da Kürt yazma zorunluluğu getirilmiştir. Gerek Lozan Antlaşması gerekse İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile kabil-i telif olmayan bu duruma karşı gerekli duyarlılık gösterilmemiştir.
– 1924 yılında çözümü Milletler Cemiyeti (bugünkü Birleşmiş Milletler) Meclisi’ne aktarılan biçimiyle, Türkiye Cumhuriyeti’nin Musul vilayetinde (Erbil – Kerkük – Musul – Süleymaniye – Hanekin) bir plebisit (halkın kendi geleceğini belirlemesi için halk oylaması) yapılmasında ısrarlı olunamamıştır. Kuşkusuz TC’nin ısrarlı olamamasındaki en büyük pay, İngilizlerin Ortadoğu’daki jeopolitik fay ekseni Fırat Nehri’nin her iki yakasında örtülü bir biçimde destekledikleri Nasturi ve Şeyh Sait ayaklanmalarıdır. Türkiye’nin Musul davasına ve tezine büyük darbe bu şekilde indirilmiştir.
– TC Hükümetinin, 23 Ocak 1927 tarihinde bir kararname ile Kerkük’teki Petrol Araştırması Yapılmasına İzin Vermesi:
Neftçi-zâde Mehmed Nâzım ve Kadı-zâde Râgıb Bey adlarındaki iki Türk iş adamı, Kerkük sancağı (ilçeden büyük ilden küçük)‘nın çeşitli yerlerinde petrol ve diğer madenleri araştırmak için 16.6.1327 (1911) tarihinde Osmanlı hükûmetinden aldıkları ruhsatnameye dayanarak, Türkiye Cumhuriyeti Ticaret Bakanlığı(Vekâleti)’na petrol araştırmaları yapmak üzere bir dilekçe vermişlerdir.[2] Hiç kuşkusuz Osmanlı Devleti’nin ardılı TC Hükümeti de, Ticaret Bakanlığı’nın isteği üzerine, 23 Ocak 1927 tarihinde bir kararname ile Kerkük’teki petrol araştırması yapılması için gerekli izni vermiştir. Şimdi, Ankara hükûmeti, 1927 yılında Kerkük’te petrol araştırması izni verdiğine göre, Sultan Abdülhamid’in de şahsî hissesi bulunan Musul vilâyeti üzerinde hakkı bulunduğunu da göstermektedir. Yukarıda adı geçen iki iş adamının Ticaret Bakanlığına sunmuş oldukları dilekçeleri, Türkiye Gazetesinin başyazarı ve Ankara’da yaşarken kendisinin haftalık toplantılarına katılmakla onur duyduğum Müteveffa Tarihçi Yılmaz Öztuna’ya bir şekilde ulaştırılmıştır. Ancak üzülerek ifade etmek gerekir ki, 23 Ocak 1927 tarihli kararnâmede 11 vekilin (bakanın), bu arada Hariciye Vekili (Dışişleri Bakanı) Dr. Tevfik (Rüşdü Aras) Bey’in imzası üzerinde, başvekil İsmet (İnönü) Paşa’nın ve onay makamında Cumhurbaşkanı Gazî Mustafa Kemâl (Atatürk)’in ün imzaları bulunan bu belgeye ekli olarak dilekçe v.b. evrak Türk Dışişleri Bakanlığı’nda bulunması gerekirken bu kararnamenin ekleri bulunamamıştır. Şimdi sormak lazım değil mi, Türk Dışişleri Bakanlığı’nda bu tür bilgi, belge ve maddî delillerin bulunması gerekmez mi? Bu tür belge eklerinin elimizde mevcut olmayışını nasıl açıklamak gerekmektedir? Gerçekten de, bölge petrolleri, Türkiye’nin konumu, uluslararası ve ikili antlaşmalardan doğan Türkiye’nin hakları, Musul-Kerkük petrolleri ve Türkiye bağlantısı ile ilgili Türk Dışişleri Bakanlığı’nda bilgi, belge ve maddî delillerin elimizde mevcut olmayışı ve hâlâ Dışişleri Bakanlığı Arşivinin hizmete açılamaması son derece manidardır. 2003 yılında tartışılan bu konuyla ilgili araştırma yapmak üzere Dışişleri Bakanlığı tarafından İngiliz arşivlerine bir kişinin gönderilmesi ise bu garabetin en hazin yansımasıdır.[3] İlginçtir, bu konu nasıl sonuçlandığı bir açıklama ile kamuoyuna duyurulmamış, daha sonradan medya ile paylaşılmamıştır. Olay hâlâ meşkukluğunu korumaktadır.
– 29 Ekim 1924 tarihinde Brüksel hattı olarak belirlenen ve 5 Haziran 1926 tarihindeki antlaşmaya göre geçici olarak belirlenen Türkiye-Irak hududu, 25 yıl sonra tekrar görüşülmesi biçiminde bir ibare olmasına karşın, ne Türkiye ne de Iraklılar böyle bir istemde bulunmadıkları için kalıcılık evresine dönüşmüştür.
– Birinci Balkan Savaşı’ndan sonra sınırların değişmesi üzerine Yunanistan’da kalan soydaşlarımızın hakları 14 Kasım 1913 tarihli Atina Antlaşmasına göre dini temelde belirlenmiştir. Osmanlı Devleti ile Yunanistan arasında imzalanan Atina Antlaşmasının 11.Maddesine göre Müftüler Müslüman azınlık tarafından seçilmesi bağıtlanmıştır. Bununla beraber, Baş Müftü ise seçilerek değil, Yunanistan’da bulunan bütün Müftülerin seçeceği ve önereceği üç aday arasından Yunan Kralı tarafından atanması kuralı getirilmiştir. Maalesef, Lozan Barış Anlaşmasıyla, Musul’un plebisitle yitirilme endişe ve kaygısı nedeniyle Yeni Türkiye Devletinin sınırları dışında kalan soydaşlarımız ve Türkiye’de kalan komşu ülkelerin soydaşları ya da kısaca azınlıklar dini temelde belirlenmiştir. Ancak dini yönetim makamlarının belirlenmesinde atanma yerine seçim ilkesi getirilmiştir. Bir başka deyişle, Lozan Antlaşması’nın 40 ve 45.Maddeleri ile Türkiye’de yaşayan Rum Ortodoks Azınlıklar ve Yunanistan’da yaşayan Müslüman Azınlıkların eğitim ve dini hakları garanti altına alınarak eşit haklar ve mütekabiliyet ilkesi kabul edilmiştir. Bu bağlamda Yunanistan’da yaşayan soydaşlarımızın 1913 Atina Antlaşmasından farklı olarak, Baş Müftüyü seçme hakları bulunmaktadır. Böyle olmasına karşın, Yunan Hükümeti Baş Müftüyü kendisi atayarak Lozan Barış Antlaşması’nın 40 ve 45. Maddelerini ihlal etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti tüm antlaşmalardan doğan kendi üstüne sorumlukları her şeyin üzerinde tutan bir davranış biçimini kendine şiar edinmiştir. Ancak Yunanistan Devleti, Lozan Barış Antlaşması’nın 40.Maddesi hilafına 2010’dan bugüne kadar, sudan bahanelerle Batı Trakya, Rodos ve İstanköy’de 100’e yakın Türk azınlık okulunu kapatmayı yeğlemiştir. Buna mukabil, Türkiye Cumhuriyeti, 2013’te Gökçeada Rum İlkokulu, 2015’te Gökçeada Rum Ortaokulu ve Lisesi, 2017’de Aydın Hurşit Adası Yunan Lisesi ve Aydın Eşek Adası Yunan İlkokulu ve Lisesi’nin açılmasını sağlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti uluslararası hukukun gereklerini yerine getiren bir tutumdan sapmadığının en açık belirtileri bunlar olmaktadır. Ama ya komşularımız?Ve de onların müttefikleri?
Yunanistan tarafından Lozan Barış Antlaşmasına yönelik tüm bu ihlal girişimleri gerek ABD, gerek AB tarafından büyük bir mazhariyetle karşılanmıştır. Tüm bu mazhariyetler sadece sözde değil, eylemlerde de kendisini belli etmiştir. Örneğin 2002 yılında 24 Temmuz – 15 Ağustos tarihleri arasında Kaliforniya’daki Nevada Çölü’nde, ABD tarihinin en büyük tatbikatı düzenlenmiştir. “Millennium Challenge-2002” (Bin Yıllık Meydan Okuma-2002)adındaki binlerce ABD askerinin katıldığı bu tatbikatta; Türkiye Cumhuriyeti hedef tahtasına konulmuştur. Tatbikatın senaryosu kadar, tatbikatın başlangıç tarihi de bir o kadar manidar olacak şekilde seçilmiştir. ABD, hedef tahtasına Türkiye’yi koyduğu yetmemiş gibi, tatbikatın başlangıç tarihi olarak da, Lozan Barış Anlaşması’nın imzalandığı 24 Temmuz’u seçmiştir. Sadece bu kadar mı? Türkiye’ye ve Türkiye’nin egemenlik haklarına ve toprak bütünlüğüne karşı da bin yıllık meydan okumasını yapmıştır. Şimdi, sanırım her şey daha iyi anlaşılıyor öyle değil mi? Sevgili Okurlar. Benim demem o ki, farklılıkların altının çizildiği, düşmanlıkların barış arayışları adı altında körüklendiği bu dönemde yapılması gerekenin en önemlisi, Batı yayılmacılığını Sevr ile başlayan süreçten bu yana temel hedefinin ne olduğunu sıklıkla ve yüksek sesle dillendirmektir. Benden söylemesi.
Dipnotlar
[1] Lozan Antlaşmasının detayları için bkz. “The Final Settlement of the Musul Problem”
[2] Yılmaz Öztuna, Durum, “Musul Petrolleri” Türkiye Gazetesi, 07Ocak 2003, s. 1
[3] Hürriyet Gazetesi, 12 Mart 2003, s.14.