Turgut GÜLER
Yavuz Sultan Selîm Hân, Mercidâbık Zaferi sonrasında 29 Ağustos 1516 Cuma günü, Haleb Ulu Câmii’nde Cuma namazında, son Abbâsî Halîfesi’nin yanında, hutbeyi dinlerken, hatîbin kendisini:
“Hâkimü’l-Haremeyni’ş-Şerîfeyn!”
diye takdîm etmesi üzerine; oturduğu yerden kalkarak:
“Hayır! Hayır! Biz, o mübârek beldelerin ancak hizmetçisi olabiliriz. Bu abd-i fakîr, olsa olsa Hâdımü’l- Haremeyn’ş-Şerîfeyn olur..”
demişti.
Yine Sultan Selîm-i Evvel, iki buçuk yıl süren ve pek bereketli geçen Mısır Seferi dönüşünde, Istanbul’da tahtını emânet ettiği oğlu Süleymân’ın, babasını âlâ-yı vâlâ ile karşılamaya hazırlandığını, çok teferruâtlı bir merâsim programı yaptığını haber alır. Bu sırada İzmit yakınlarındadır. Durmadan ve hızını azaltmadan Üsküdar’a varır. Temin edilen bir kayıkla karşı kıyıya geçer, kimseye haber vermeden, âdetâ bir kaçak gibi Saray’a girer. Ertesi gün yapılması düşünülen zafer şenliklerini de, o, hil’at olarak giydiği mahcûbiyet libâsı içinde iptâl ettirir.
Tiryâkî Hasan Paşa’mız, Kanije Kâl’ası önünde, Birleşik Haçlı Ordusu’na karşı kazandığı muhteşem zaferden sonra; Pâdişâh tarafından tevcîh edilen vezâret pâyesi için:
“Biz ne yaptık ki, Hünkâr’ımız vezîrlik veriyor…Yerimizde kim olsa, aynı şeyi yapardı… Bu kadarcık hizmetin karşılığı vezâret mi olurmuş?”
diyerek, mahcûbiyet merdiveninin çıkılacak basamağını bırakmıyordu.
Nedîm’in, Sa’dâbâd manzarasını tasvîr ederken;
“Hemen alkış sadâsın andırırmış çağlayan sular”
mısrâında sarf ettiği alkış, duâ mânâsına geliyordu.
Ne zamân ki, alkışı, su sesindeki yakarış güzelliğinden el çırpma soğukluğuna taşıdık, ortada duâ bereketi kalmadı. Yâni, mahcûbiyet, gaybûbete uğradı.
Dünyâ târîhinde nice Cihângîrler görülmüştür ki, kaba kuvvetinin sağladığı üstünlükle yüzlerce, binlerce köy, kasaba ve şehri:
“Yakın! Yıkın! Yerle bir edin! Taş taş üstünde bırakmayın!”
hezeyânlarıyla yok etmiştir.
Neron misillû hasta rûhlar, kuvvete hükmetmenin bedelini, mazlûmlar mahşerine ödetmişlerdir.
XIII. asrın başında Istanbul’u işgâl eden Katolik Haçlı gürûhunun; şehri harâbeye çevirip, ahâlisini de canından bezdirdiği, her vesîle ile anlatılır.
1521 yılının Ağustos ayı içinde, Osmanlı ordusu ve donanması Belgrad’ı kuşatmıştır. O zamân Macarların elinde bulunan bu güzel şehir, Türk’ün müşfik eline geçeceği dakikaları beklemektedir. Belgrad’ın, harîtadaki yerini bilenler, donanma kelimesine şaşırmış olabilirler. Sava’nın Tuna’yla buluştuğu noktada kurulan Belgrad, üç tarafı su ile çevrili bir şehirdir, İstanbul gibi. Tuna’nın Karadeniz’e döküldüğü delta, daha Fâtih zamânında Osmanlı Ülkesi’ne dâhil edilmiştir. Karadeniz’den Tuna’ya girecek bir ince donanma, Belgrad önlerine süzülerek ulaşır. Sâdece Belgrad mı? Budin’den Viyana’ya kadar, neredeyse Avrupa’nın yarısını, Tuna’dan ince donanma gözüyle görebilirsiniz.
Belgrad kuşatmasında, şehri tam böğründen vuracak mevkide bir kalenin, öncelikle ele geçirilmesi lâzımdır. Macarların Sabaç ismini verdikleri bu kasaba, Kaanûnî’nin 46 yıllık saltanatında ilk ele geçirdiği yerdir ve adı, Böğürdelen’dir. Kuşatma safahâtı bir hayli zor geçen çetin ceviz Belgrad’ın böğrü, buradan delinmiştir.
Türk Hükümdârı’nın, Böğürdelen’i zabt ettikden sonraki buyruğu:
“Evvel fethettiğim kâl’adır, âbâd ola!”
cümlesidir.
Bu, ne fevkalâde bir duruştur! Bu, ne muazzam bir bakıştır! Fetih hâdisesini, insan gönlüne böylesine aydınlık lülelerden akıtan başka hangi millet var? Açmak fiilinden doğan fetih, âdetâ oklava ile yufka açmak tarzında rûh incelikleri taşıyarak Böğürdelen’e ulaşmıştır. Fetihle âbâd, birbirine nasıl da yakışıyorlar… Kaanûnî’den önce de, ondan sonra da, Türk’ün fetih alışkanlığı hep âbâd etme ve âbâd olma şeklinde görülmüştür.
Cihân Pâdişâhı’nın, fermânına nakşettiği bu “âbâd ola!”emr-i şâhânesi, kasabanın îmârına yönelik devlet hizmetiyle birlikte, râhatın, sükûnun, insan huzûrunun, gönül kanatlanışının tesisini de istemektedir.