Günümüzde mahrem ve kamusal alanlar, sınırlarını oldukça kaybetmiş durumdadırlar. Bu, kamusal insanın belirsizleşmesine neden olduğu gibi mahrem alanın da iflasına neden olmaktadır. Burada özellikle mahrem alanın kamusal alanda kendini ifade etme çabası ve kamusal alan insanının da mahrem alana ilgi duyması, iki alanı da kendilerine yabancılaştırmaktadır. Mahrem alana ait olanların kamusal alana taşınması ve kamusal alanın çoğu durumda mahrem alana ait durumlara göre şekillendirilmek istenmesi, hem mahrem alanı hem de kamusal alanı başlangıçtaki konumundan oldukça uzaklaştırmış görünmektedir. Bunun en önemli nedeni de gerçekten hangi durumların kamusal olanı, hangilerinin ise toplumsal olanı belirlediğinin belirsizleşmesi ve muğlak hale gelmesidir.
*****
Prof.Dr. Ali Osman GÜNDOĞAN[i]
Mahremiyet ile ilgili mahrem, haram, harem, namahrem, haremlik, muharrem, ihram gibi pek çok sözcük var. Hepsi “hrm” kökünden geliyor, haram ile ilgili. Bu sözcüğün mahrumiyet ile de ilgisi var. Mahrem genel olarak özel, yakın, yasak, kutsal, tabu gibi anlamlara sahip. Genelde bir sınıra işaret ediyor. Hane halkı anlamına da geliyor. Harem de bununla ilgili ve ev, oda anlamları var. Haremlik, hane halkının, ev halkının bulunabileceği yer anlamında olmak üzere özel alana işaret ediyor ve bir mekânı belirtiyor. Bu, Greklerdeki oikos kavramına karşılık gelir. Selamlık, namahrem olarak nitelenen yabancıların bulunabileceği mekân. İki kısma ayrılmış bir mekân ve birisi evin özel kısmı, diğeri de evin sanki agorası, kamusal alanı gibi, ama elbette değil.
Mahrem, kendisine dokunulması, sahip olunması, bilinmesi yasaklı, haram olan bir durumu belirtiyor ve aynı zamanda bu durum, kendisini bilmek, sahip olmak bakımlarından mahrum kalınması anlamlarını içeriyor. Bu açıdan Muharrem ayı, ‘yasaklı ay’ anlamında bazı şeylerden mahrumiyeti dile getiriyor. Kendisine dokunulması, sahip olunması yasak olanlar bir tabu olarak anlaşılıyor. Bilgi açısından da sır kavramı ile ilgili ve saklanması, ifşa edilmesi, alenilik kazanması yasaklandığından ötürü de onların sır olarak kalması amaçlanıyor.
Zararlı ve kötü olan şeyler
Sır, sorunlu bir kavram gibi görünüyor. Çünkü gizliliği içeriyor. Sır, gizli kalması gerekenler konusunda bize bir sorumluluk yüklüyor. Burada akla şu sorular geliyor: Bir şeyler neden sır olarak kalmalı? Bir şeyler neden başkasından gizlenmeli? Burada zararlı ve kötü olan şeyler midir? Zararlı ve kötü ise neden onlara sahip olunmuştur ya da sahip olunmaya devam edilmektedir? Eğer zararlı ve kötü değilse ve hatta iyiyse neden onlar başkalarından gizlenmekte ve başkalarının faydasına sunulmamaktadır?
Bu sorular çoğaltılabilir. Aslında mahremiyet konusunda bilinmesi, sahip olunması ve görülmesi yasaklanmış olan şeyler konusundaki yasak kendimizden mi, dinden mi, ahlaktan mı, hukuktan mı kaynaklanır sorusu, mahremiyetin dini, ahlaki ve hukuki (devlet ve toplum) açılardan tartışılmasını da gerektirir.
Mahremiyet ile ilgili ders çıkarabileceğimiz ilk örneklerden birisi, Âdem ve Havva’nın yeryüzüne gönderilmesine neden olan hadisedir. Bu hadisede öne çıkan birkaç durumu şöyle belirleyebiliriz:
Bilgelik ağacından meyveyi yediklerinde Âdem ve Havva, her şeyin kendilerine aşikâr olduğunda hem birbirlerinden hem de kendi kendilerinden utanmışlardır. Mahremiyetin ortadan kalkmasının ilk sonucu, utanmadır. Utanma duygusu, mahrem olanın ifşasının engelidir. Bu duyguyu yok etmek, mahrem olanın önemsizleşmesi anlamına gelir. Ahlaki bir sonuç olarak düşünebiliriz bunu. İkinci olarak korkunun ortaya çıkması gösterilebilir.
Âdem ve Havva, yasak olan meyveyi yedikten sonra utandıkları için incir yapraklarını kendilerine önlük yaparlar ve sonrasında da ağaçların arasına gizlenirler. Çünkü Tanrı’nın sesini duyunca Âdem korktuğunu, bundan dolayı da gizlendiğini söyler. Burada ilahi emre muhalefet günahı başlatır ve günah işlemiş olmak, korkunun da nedeni haline gelir. Korkmak, aslında kendi durumları hakkında da bir bilgi ve bilinç durumuna erdikleri anlamında anlaşılabilir ve böyle bir anlama, korkunun acziyetin de bir sonucu olarak yorumlanmasını gerektirebilir. Bakara Suresi, emre uymamayı ve ağaca yaklaşıldığı takdirde ortaya çıkacak olan utanma ile birlikte günahın, onları zalimlerden yapacağını söyler. Mahremiyeti yok etmek, özellikle başkası üzerinde bir zulmün başlamasının da nedeni haline gelir. Çünkü başkasına özel olanı herkese taşıma, kimsenin hakkı olmadığı gibi bu, başkası dediğimizin de hakkına tecavüz etmektir. Zulüm, bu noktada kendini gösterir ve kişiyi zalim yapar. Yakın tarihte yaşadığımız gizli ses ve görüntü kayıtlarının ahlaksızlığının ortaya çıkardığı durum, hafızalarımızda hâlâ yaşıyor.
Herkese ait olmayan gizli olan mıdır?
Ev hayatı, özel alan, kişiye özgü anlamlarında kullanılan mahrem kavramının yanında, herkese açık olmak bakımından kamusal alan ciddi tartışmalara kaynaklık eder. İki alan arasında nasıl bir ilişki kurulmalıdır? Bu iki alanın sınırları nedir?
İki alanın birbirine karışmasının ortaya çıkaracağı sorunlar siyaset felsefesinin temel soru ve sorunlarıdır. Bu soru ve sorunlar, ahlaki sonuçları da doğurur. Grekçe oikeiosis, “kendine-alma, kendinin kılma, kendini-sevme (öz-sevgi veya ben-sevgisi” anlamlarına gelir. Bu anlamlar ışığında bir şeyi kendinin kılma, onu başka şeylerden mahrum bırakma sonucunu doğurur. Oikos da ev, hane, evin bir bölümü ya da ev hayatı demektir. Eve ait olma, dışarıya ait olmama gibi bir anlama da sahiptir. Herkese ait olmayan gizli olandır da. Kamusal alan ise açıklığın alanıdır. Greklerde bu, agoradır.
Agora, vatandaşların karşılaştıkları, buluştukları, polis hayatına katıldıkları yerdir. Sitelerin yönetimiyle ilgili işlerin konuşulduğu, tartışıldığı yerler olan agora, çarşı ve pazar anlamına da gelir ve ticaret işlerinin düzenlendiği yerlerdir de. Evde soy ve sop ve buna bağlı olarak sevgiye dayalı bir duygudaşlık esasken agorada, logos yani söz ve akıl geçerli olduğu için saygıya dayalı vatandaşlık esastır. Zamanla değişip dönüşen bu kavram, kamu kavramı olarak Kamusal İnsanın Çöküşü adlı eserinde Richard Sennett’in belirttiğine göre “toplumun ortak çıkarı” olarak ilk defa “1470’te Malory, İmparator Lucyos’tan ‘Roma’nın kamusal iyiliğini sağlayan diktatör’ diye söz ediyordu. Yetmiş küsur yıl sonra, buna sözcüğün ‘genel gözleme açık’ şeklinde bir anlamı daha katıldı”. 17. yüzyıldan itibaren de herkese açık olmak yanında, denetime de açık olmak bakımından bugünkü anlamına yaklaşmıştır.
Özgürlük tehdit altındaysa…
Fransa’da 17. yüzyıl ortalarından itibaren “tiyatro izleyicilerinin oluşturduğu topluluk” olarak kullanılan kamu, 18. yüzyılda kozmopolit karşılığı olarak “her yere girip çıkan, rahatça hareket edenler” anlamına gelmiştir. Bir bakıma kamu yaşamı, “aile ve yakın arkadaşlar dışında geçen” yaşam gibi düşünülmektedir. Kozmopolit, her yere girip çıkma özelliği nedeniyle her yere uyum sağlayandır da. Bundan dolayı onun kendine özel bir durumu yerine ona anonim bir karakter egemen olmuş gibidir. Kamu, “tiyatro izleyicileri topluluğu” olmak bakımından da homojen olmayan ama aynı hedef için bir araya gelen ve bir gözetleme işini gerçekleştirenlere de işaret eder. Orası, görme ve görülme ile birlikte herkese hitap etme yeridir.
Hannah Arendt, özel alanı, siyasi ilişkilerin bulunmadığı için “yaşamın kendisinden daha kalıcı bir şeyler başarma olanağından yoksun kalınan alan” olarak tanımlar ve bundan dolayı da insanın kendisini gerçekleştirebileceği alan olarak kamusal alanı görür. Öyleyse özel alan yeterli değildir ve herkes için olan kamusal alan bir zorunluluktur. Bu zorunluluk insanı, kendi dışına çıkmaya ve orada var olmaya zorlar. Orada var olmak demek, başkaları ya da yabancı olanları duymak, onlar tarafından duyulmak, onları görmek ve onlar tarafından görülmek demektir. Onlarla mücadele, dayanışma, tartışma vb. ilişki biçimlerine girmek demektir. Bu alan, politik alandır ve burada söz geçerlidir. Özgürlük, bu alanda değer kazanır. Sözün bu alandan kovulması, şiddetin ortaya çıkmasına neden olur. Bu, özgürlüğün de tehdit altında olduğu anlamına gelir. Özgürlüğün tehdit altında olması, kamusal alanın gereklerinin gizlenmesi ya da başka yollarla icra edilmesi gibi ahlaki olmayan sonuçları da doğurur.
Arendt, kamusal alanı sadece politik bir alan olarak gördüğü ve ekonomik ilişki biçimlerini özel alana ait nitelediği için, ekonomik ilişkilerin özel alanın dışına taşmasıyla birlikte farklı bir alan olarak toplumsal alanın ortaya çıktığını düşünür. Özel alanın dışına taşınanlar sadece ekonomik ilişkilerle de sınırlı değildir. Toplumsal alan her türlü ilişki biçimine imkân tanıdığı halde kamusal alan her eyleme izin vermez. Çünkü devletle ilgili bir alan da olduğu için orada hukuk geçerlidir. Toplumsal alan, herkesin alanıdır ve orada aslında hiç kimse yoktur. Melez bir alan olarak görülen toplumsal alan, her türlü görme ve görülmenin yeridir. Hem mahrem hem de kamusal alana ait olanların karıştığı bir yerdir.
Ev içi ve ev dışı mahrem hayat
Günümüzde mahrem ve kamusal alanlar, sınırlarını oldukça kaybetmiş durumdadırlar. Bu, kamusal insanın belirsizleşmesine neden olduğu gibi mahrem alanın da iflasına neden olmaktadır. Burada özellikle mahrem alanın kamusal alanda kendini ifade etme çabası ve kamusal alan insanının da mahrem alana ilgi duyması, iki alanı da kendilerine yabancılaştırmaktadır. Mahrem alana ait olanların kamusal alana taşınması ve kamusal alanın çoğu durumda mahrem alana ait durumlara göre şekillendirilmek istenmesi, hem mahrem alanı hem de kamusal alanı başlangıçtaki konumundan oldukça uzaklaştırmış görünmektedir. Bunun en önemli nedeni de gerçekten hangi durumların kamusal olanı, hangilerinin ise toplumsal olanı belirlediğinin belirsizleşmesi ve muğlak hale gelmesidir.
Bugün, toplumsal alan özel alanın kamusal alana taşınmasına imkân veren bir aracı gibi durmakta ve bu suretle de özel alan, kamusal alanın ilgisini çekmektedir. Bu, ahlaki olmayan sonuçlara gebedir.
Teknoloji ile birlikte gelişen toplumsal alan, rollerin çeşitlenmesine, iş bölümünün yoğunlaşmasına, gittikçe karmaşıklaşan bir yaşam biçimine neden oldu. Evde geçen süre ile ev dışında geçen süre, karşılaştırılamaz bir biçimde özel yaşamın aleyhine gelişti. Daha çocukluğun ilk yaşlarından itibaren, ev içi yaşamın mahrem ilişkilerine karşıt olarak ev dışında toplumsal hayatta arkadaşlık, dostluk, birlikte zaman geçirme ilişkilerinin artması, mahrem alanı zayıflattı. Ev odaklı mahrem ilişkilerin cazibesi, ev dışı kurulan guruplardaki mahrem ilişkilerin cazibesine yenik düştü. Ne var ki iktidarların, ev dışı kurulan özel gruplaşmalara nüfuz etmesi, ev hayatına nüfuz etmesine göre daha kolaydır. Bu açıdan bu tür birlikler iktidarların ilgisini çekme konusunda daha uygundurlar.
İnanç dünyası, başlangıçlardan itibaren başka insan ihtiyaçlarıyla birlikte genelde mahrem alana ait düşünülür. Hal böyle olmasına rağmen din, kamusal alanı düzenleme girişimlerinden birisi olarak rol oynamıştır. Hatta inanç dünyamıza ait olan kutsal ya da kutsalları kamusal alana taşıma ihtiyacı, mahrem alana ait inançların ifşası yoluyla mahremiyetin ilk ifşası olarak gerçekleşmiştir denilebilir. Din, kişisel gibi algılanmaya çalışılsa da ortak inançlar kümesi olduğu için ve aynı zamanda ortak ritüelleri gerektirdiği için, dinin kamusal olana kayıtsız kalması elbette mümkün değildir. Kitlesel bir inanç sistemi halinde olmayan din yoktur. Kamusal alan, bize göre dinin bu kayıtsız kalamama durumuna direnç göstermek suretiyle onu önce özel alana ama bunda başarılı olamayınca da toplumsal alana sıkıştırmayı denemiştir. Çünkü din, bireysel olduğu kadar ve hatta daha fazlasıyla toplumsaldır. Toplumsal alanı dikkate almayan bir kamusal alandan söz edilemez. Aksi durumda kamusal alan, toplumsal alandan bağımsız varlığını devam ettiremez. Bundan dolayı toplumsal alana taşınan özel alana ait hususlar, kamusal alanın ve özellikle iktidarların ilgisini her zaman çekmek durumunda kalmıştır. Kişisel olanı değerli hale getiren ama onu kişisel olmayan durumuna da dönüştüren bu durum, “başkalarının özel yaşamlarına saygı duymak gibi temel kişilik öğelerinin gelişmesini de engellemektedir.” Bu, korkuları derinleştirici bir etkiye sahiptir. Sennett, “mahrem toplum tasavvuru” adını verdiği bu durum karşısında, insanların kamusal alana kendi iç dünyaları açısından yaklaşmaları nedeniyle kamusal alanın anlamsızlaştığını düşünür. Çünkü insanların iç dünyası bilinemez. İnsanların iç dünyalarını gösterme biçimleri, sahici olmaktan uzak gerçekleşme ihtimalini her zaman kendi içinde taşır. Bu ihtimal, kamusal olanın nesnelliğini gölgelemekte ve insanların kendi iç dünyaları açısından oraya katılmalarına şüpheyle yaklaşılmasına ve kamusal olana güveni azaltmaktadır. Bu durum, bir kaostur.
Bu kaos, kişisel olmayan sorunları önce toplumsal sorunlar ve sonrasında da kamusal sorunlar haline dönüştürmek suretiyle kişisel olmayan sorunların toplumsal ve kamusal alanda ilgi uyandırma alışkanlığını doğurdu. Bu alışkanlık, toplumsal olanın sadece bir kalabalığa ve dedikoduya, kamusal olanın da bireysel yetenekler ve liyakat yerine mahrem olanla ilgilenmesine neden olmaktadır. Hatta apolitik, içe kapanık yalnızlaşan bireyler de maalesef özel olmayan hiçbir şeyden heyecan duymamaya başladılar, denilebilir. Mahrem olana bir tecavüz gibi düşünülebilecek bu değişme, en çok da “fiziksel aşkı” ilgi konusu haline getirmiş gibi görünüyor. Sennett, “Cinsellik, benliğin ifşası haline geldi” derken haklıdır. Bireysel olanlar toplumsal ve kamusal mesele haline gelmeye başladığı andan itibaren, özellikle toplumsal alanı idare eden geleneksel yapılarda ve değerler sisteminde başlayan çözülme, mahrem ilişkileri aleni olarak gösterme ve başkaları tarafından görülmenin merkezi haline getirdi, denilebilir. İnsanların kendilerini ifade etme ve gösterme arzuları, mahrem alana ait olması gereken ne varsa kamusal olanın nesnesi haline getirilmek suretiyle tatmin bulmaya başladı.
Gözetleme gerekli midir?
Artık günümüzde bir taraftan gizlenmek ve kendisini korumak ihtiyacı içerisinde olan bireyler, korunaklı yerlerde ve binalarda, etrafı çevrilmiş sitelerde, her türlü emniyet tedbiri alınmış evlerde yaşamayı isterlerken, diğer taraftan da modern panoptikonların bakışı altında kendilerine karşı çevrilmiş tehdidin tedirginliği içinde yaşamak zorunda kalmaktadırlar. Zaten toplumsal yaşam, herkesi başkasının bakışının gözü önünde yaşamaya mecbur bırakan bir alandır. Görünürlük içerisinde kendini gizleme ihtiyacı kadar insanı trajik hale getiren başka bir ihtiyaç, günümüzde yok gibidir. Bu noktaya gelişte elbette teknolojinin büyük bir etkisi vardır. Kamusal alan, mahrem ilişkileri açığa çıkarmak bakımından teknolojinin bu etkisinden faydalanma yolunu benimsediği an, kendisine de yabancılaşmakta olduğunu fark etmelidir. Ancak elbette gözetleme, emniyet için gereklidir ve bunun toplumun ve bireylerin güvenliğine tehditleri caydırıcı, önleyici bir rolü vardır.
Buraya kadar ifade ettiğimiz düşünceler, başkalarını görünür kılmak suretiyle kontrol etmek amacına hizmet eder gibi görünmektedir. Mahrem alana hâkim olmak, amaç için mahrem olanı araçsallaştırmak yoludur. Artık her şey, araçsallaştırılmış gibi görünmektedir. Bu, mahrem alanın da toplumsal ve kamusal alanların da ahlak sorunu yaşadığına işaret eder. Bize göre, mahremiyetin iflası, bu ahlak sorunu ile karşılıklı bir ilişki içerisinde bulunur. Artık ev de, sokak da, meydan da tedirgindir.
————————————————
Kaynak:
https://fikirturu.com/insan/mahremiyetin-iflasi-herkese-ait-olmayan-gizli-olan-midir/
*****
[i] Prof. Dr. Ali Osman Gündoğan – Akademisyen, yazar. 1961 Balıkesir doğumlu. 1982 yılında Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nden mezun oldu. 1982–1986 yılları arasında felsefe öğretmenliği yaptı. 1986 yılında mezun olduğu bölüme araştırma görevlisi olarak atandı. 1991 yılında “Blondel’in Aksiyon Felsefesi ve Türkiye’deki Etkisi” adlı teziyle doktor unvanını aldı. 1995 yılında doçent oldu. Atatürk Üniversitesi’nde 1995 ile 2000 yılları arasında bölüm başkanlığı ve dekan yardımcılığı görevlerinde bulundu. 2000 yılında Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne doçent olarak atandı. 2001 yılında da Muğla Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde profesör oldu. Muğla Üniversitesi’nde Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü, Güzel Sanatlar Fakültesi Dekan Vekilliği ve 2002–2006 yılları arasında da Rektör Yardımcılığı görevlerinde bulundu. Halen Muğla Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölüm Başkanlığı görevini yürütüyor. Prof. Dr. Ali Osman Gündoğan’ın “Albert Camus ve Başkaldırma Felsefesi”, Bergson” adlı kitaplarının dışında çeşitli dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi bulunuyor. Erasmus öğretim elemanı değişikliği çerçevesinde Paris İNALCO’da Osmanlı Son Dönemi Fikir Hareketleri, Türk Eğitim Sistemi konularında seminerler verdi. Ayrıca Uludağ, Kocaeli, Muğla ve Sofya Üniversitelerinin birlikte yürüttükleri “Kültürlerarası Diyalog ve Eğitim” başlıklı Avrupa Birliği Üniversiteler Hibe Programı tarafından desteklenen projenin Muğla Üniversitesi yürütücülüğü görevini tamamladı.