“93 Harbi” diye bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus vuruşmasından geriye, kolu kanadı kırılmış bir Türk Devleti kalmıştı. Aynı savaşın öncesinde, Rus tahrîkiyle azdırılan Sırp, Bulgar, Yunan vs. çeteleri, kendi inisiyatifimizle ber-tarâf edilebilseydi, Yeşilköy’de Rus’dan aman dilemeyecektik. Şu ânda, Türk yurdunu kana bulamak isteyen dış güçlerin adresleriyle, 93 Harbi arefesinde Balkan coğrafyamızı karıştıran kepçeyi tutan eller, ortak özellikler taşıyor.
Milletden birlik-berâberlik bekleme nutukları, netîce îtibâriyle nazârîdir. Esas yapılması gereken şey, devletin azmini, gücünü ve de haşmetini, densizlik erbâbına göstermektir. Aksi takdîrde, zaafımız kuvvet bulur…
Gâileleri azaltmanın imkânı kalmadıysa, durum endîşe edilecek hâle gelmiş demektir. Bu işin, elbette sihirli formülü falan yok. Dirâyet, azîm, metânet ve – en fazla – istikbâle bakış açısında isâbet lâzım. Sonuncusuna “hiss-i kable’l-vukû” da diyorlar.
29 Mayıs 1453’de İstanbul’u fethettiğinde, Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın hükümdâr başına üşüşen gâile miktârını tahmîn edebilir misiniz? Bâzıları, Fâtih’e diş bileyen memleket ve devlet taburunu sâdece Avrupa kıt’asına sığdırıyor. Hâlbuki bir o kadar hasım ve rakîb de Doğu cihetinde vardı. Üstelik bunların tamâmına yakını soydaş ve dindaş kategorideydi.
Düzineler sayısınca Sultan Mehmed-i Sanî’nin karşısına dizilen bu devlet ve devletimsilerin hepsi, 1481 yılına gelindiğinde Osmanlı tesbîhine geçirilmiş bulunuyorlardı. 1453-1481 arasındaki zaman nehri, Türk târîhinin en hoş temâşâ zevki veren şelâlesini akıtmıştı. Arada, Belgrad ve Rodos gibi hafif diş ağrıları bulunsa da, bu 28 yıllık saâdet devri, Türk nizâmına iltihâk eyleyen diyâr, devlet, beylik, prenslik sayısını Rekorlar Kitabı’na kaydettirmiştir.
Fâtih’i, İstanbul’un Fethi dışındaki mâcerâsında tâkib etmek, öyle her babayiğidin harcı değil. Fethettiği İstanbul’da, ömrünün kesintisiz bir yılını geçiremeyecek derecede meşgûl olan büyük Türk, son nefesini bile bu şehirde verememiştir.
Hiçbir muvaffakiyetin tesâdüfî kazanılmadığını anlamak isteyenler, Fâtih’in hayat şiirini ezberlesinler…
İnsanın kendisiyle barışık olması, hemen bütün fiillerine müsbet mesajlar gönderen bir güzel duruştur. Aksi hâlde, sâdece san’at eserlerine yapışan rûh burkuntuları alkış toplar. Ahmed Hâşim’in, “baş”ından şikâyet eden ve onu vücûduyla bir arada görmekten cinnet raddesine yürüdüğü hafakanlı dakîkalar, Türk şiirine fevkalâde renk ve ses ilâveleri sunmuştur. Ferdî sâhanın olduğu kadar, mâşerî hayâtın huzûru da, bu memnûniyet derecesine bağlı.
“Vatan”, nasıl kazanılır? “Millet”, nasıl teşekkül eder? Bu sorulara verilecek cevapların, târîh ve ahlâkiyât başta olmak üzere, bilumûm “millî tereke”yi sırtlamış olması gerekiyor. Yoksa “kem-küm” makâmının basit dâiresi içine hapsolur kalırız… Böyle zamanlarda, geçmişin parlak sahîfelerinde fazla oyalanmadan, hezîmet ve felâket getiren ânlarını iyice idrâk etmek lâzım. “Vatan” ve “millet” mefhûmlarının kudsiyet ve ciddîyeti, ancak bu şekilde hakikî yerine konur.
Türk milletinin Anadolu topraklarına nereden ve hangi istikaametden geldiğini, bilmeyenlere öğretmenin, unutanlara hatırlatmanın tam vaktidir. Malazgird’den Dumlupınar’a giden yol, pek çok belirsizliği ortadan kaldıracak trafik ve akl-ı selîm hacmine sâhiptir…