Nehir ÇELİKKOLLU
Ruhumuz nice sevda türkülerine hasret tekâmül ederken, sancılara gark olan bedenimiz şahsiyetin bütünlüğüne şahitlik etmektedir. Şüphesiz ki her derdin muhtevası “Ya Şafi” kelâmını haykırır. Derdin içinde derman olur da her maddenin ardında n’için mânâ olmasın? Göz, sûretin ötesini görmek için görevlendirilmiş bir âciz uzuv; hakikâtin fıtratını n’için göremesin? “Hâkikat taşı, yosun tutmaz.” diyerek nice sellere göğüs geren yiğit Türk, mesuliyeti mukaddes yoluna meşale ettiğinde su, mübârek ordunun yılmaz neferi olur.
Hâk için serden geçen, Kuran-ı Kerim’de müjdelenmişken; benliğin içindeki Hâk’kı görerek müjdeye erişmeyi gâye bilmeyenler ‘zulmün övülmediği’ yarınları oluşturacaktır. Hâkikat girdabına kapılan toz misâli nereye gittiği belli olmayan değil; ülküyü tefekkürle harmanlayarak mefkûre sahibi olan nesiller yetiştirmek istiyoruz. Kâinat ki en büyük insanın şerefine yaratılmış, mesûliyet duygusunu hizmetle kamçılamazsak insan olmanın hakkını nasıl veririz? Türk ki insanoğlunun en şerefli ırkı, artık beklenmezse bu acıya nasıl katlanırız? Sancıyla bütünleşmiş ruhûmuz, mü’minin zindanı olan cihanda gül aramak için yaratılmış. Bizim nefesimizin vardığı her yerde aheste aheste öten bülbüller, vefasızlığı değil hâkikati haykırır. “Oku” ilâhi buyruğu Türk’ün sûretini kitap etmişken; bu buyruktan bihâber olan çağ elbet nizâma kavuşacaktır. Şüphesiz ki bu vuslat, nice Türk’ün sevdasını yarım bırakmasında gizlidir. Ne diyordu üstat?
“Yarın elbet bizim, elbet bizimdir!
Gün doğmuş, gün batmış ebed bizimdir.”