“Adını hatırla, kim olduğunu hatırla” bir annenin kimliğini, kişiliğini yitiren çocuğuna söyleyebileceği son emir cümleleridir bunlar. Su sözde; yalvarma, açma, kurtarma isteği.. vardır. Anneler hep kederlidir evlatlarından yana.
Bozkır, özgür insanların mekânıdır. Bozkırda insan toplulukları uzun süre tutsak yaşayamaz. Bir isyanın veya bir itaatsizliğin sonunda insanlar yine yağız atlarını özgürce dörtnala sürerler. Dillerinde hür yaşamanın türküleri ezgilenir.
Bozkırda insan ancak mankurtlaştırılarak köle yapılır.
Bir işkencedir bu, insanın hafızasını silmek amacıyla yapılan. Hafıza silinir, geçmiş unutulur, düşman efendi olur.
Düşmanlar çevrelerindeki büyük küçük topluluklara, fırsat buldukları zaman saldırırlar, onların yerleşim yerlerini yakıp yıkarlar, insanları öldürdükten sonra çevrede ne varsa yağmalarlar ve bazı kişileri de tutsak ederlermiş. Tutsak ettikleri kişileri kendi bölgelerine götürüp incelerlermiş. Güçlü ve dayanıklı olanları “mankurtlaştırmak” için ayırırlarmış.
Mankulaştırılacak kişiler belirlendikten sonra bu kişinin önce diri diri kafa derisini yüzer, daha sonra da tek kıl kalmayacak biçimde bütün saçlarını yolarlarmış. Kişinin kafasını tamamen temizledikten sonra bir deve kesilir ve bu devenin boyun tarafından alınacak bir deriyi, sıcak sıcak genç tutsağın kafasına geçirirlermiş. Zaten kafa derisi yüzülürken kafası kan içinde kalan tutsağın başına geçirilen deve derisi, hemen tutarmış kafatasını. Kafatası deve derisiyle tamamen kaplandıktan sonra, hem daha çabuk kurusun hem de tutsağın çığlıklar duyulması diye tutsak bir çöle götürülürmüş. Kafasını yere sürüp deriyi çıkartmaması için de, tutsağın boyun kısmına kütüğe benzer bir şey geçirir, ellerini ayaklarını bağlar ve onu yere eğilemeyecek biçimde bir ağaçla sabitlerlermiş.
Normalde tutsağın yakınları onu kurtarmak için bazen yola koyulurmuş; fakat kaçırılan yakınının “mankurt” olduğunu duyunca artık onu aramazlarmış. Çünkü mankurtlaştırılan birinin artık anne babasına bile bir hayrının olmayacağını biliyorlarmış. Fakat yine de tutsakların kaçırılma olasılığına karşı, onların yanına bir iki tane gözcü dikilirmiş. Tutsak günlerce kızgın güneşin altında beklediği için, deri kafasında kurumaya başlar, kurudukça büzülür, büzüldükçe de kafatasını mengene ile sıkar gibi gerermiş. Bunun yanı sıra kökünden kazınan saçlar yeniden çıkmaya başlayınca, kafada kuruyan deriye çarpıp geri döner ve böylece kıllar üste doğru çıkamayınca alta doğru iner, beyne saplanmaya başlarmış. Hem kafatasının gerilmesi hem de kılların beyne batması tutsağa anlatılması çok güç bir acı yaşatırmış. Eğer tutsak çok güçlü ve dayanıklı değilse acıya dayanamayarak ölürmüş. Hatta mankurtlaştırılmak için çöle bırakılan beş tutsaktan en az biri ölmezse, bunları kaçıranlar kendilerini şanlı görüyorlarmış.
Tutsak, eğer yaşamayı başarabilirse hem çektiği acılar hem de kılların beyne batması nedeniyle bilincini kaybedermiş. Annesini, babasını, boyunu, doğduğu yeri, adını… unutan tutsak, artık kendisini, karnını doyurmaya çalışan bir varlık olarak görmeye başlarmış. Tutsağın sahibi olarak gördüğü kişi, ona sıkça yemek verip onu kendine bağlarmış.
Bütün bir halkı mankurtlaştırmak için sinsi planlar yapılmakta, işbirlikçi gayretler sarf edilmektedir.
İnsanları Milli kimlikten uzaklaştırmak için;uyuşturucular kullanılmakta, zehir altın tas içinde sunulmaktadır. Önce beden, akıl işlevini yitirmekte, böylece mankafa bir kitle meydana getirilmektedir.
Dilini iyi bilmeyen, hatta kullanmayan, kavramlarının içi boşaltılmış, kutsallarını ve değer ölçülerini kaybetmiş, sünepe, girişim gücünü yitirmiş bir topluluk köle yapılmaya hazır hale gelmiş demektir.
Artık “efendi” komut verir, mankurt yerine getirir.
Muhteşem mazi unutulur, istikbal kaygısı olmaz. Ve Nayman Ana gibi çırpınır durur Türk anaları, “adını hatırla, kim olduğunu hatırla”
Şimdi Sarı-Özek’te Ana Beyit mezarlığının üstünde Nayman Ana’nın ak yazmasından kanatlanan Dönenbey kuşu aynı sözü ötüştürerek uçup durur.
Bahtiyar Vahapzade çırpınır, halkını mankurtlaşmaya karşı uyarır.
“Toprağına, halkına değil, oturduğu koltuğa, makama bağlı olan mankurtların önüne ne etseler, “eyvallah” diyecekler.. Bugünkü feci vaziyetin önemli sebeplerinden birisi de içimizden çıkartılan bu mankurtlardır.”
Yine aynı toprağın insanı Nizami Caferoğlu, atası Bilge Kağan’ın “Ey Türk! Titre ve kendine dön.” ikazını tekrarlar:
Doğudan batıya, batıdan da doğuya koşan Hun atlarının ayak seslerini duyuyor musunuz?.. İnin içinizdeki kadimliğe, inin ve dinleyin: o sesleri mutlaka duyacaksınız…
“İnin içinizdeki kadimliğe… İnin ve dinleyin, tarihin sesi her yerden kesilse de insanın içinden kesilmez…
İnin içinizdeki kadimliğe; inin içinizdeki gerçeğe, inin ve dinleyin: gerçek insanla başlamaz, insan gerçekle başlar
Nayman Ana’nın ağıdıdır, mankurt yapılan oğluna. Çünkü anaların oğullarının acılarını haykıran yaraları kabuk bağlamaz, sürekli kanar…
“Ah, oğlum, düşmanlar belleğini kökünden söküp aldıkları, başına deve derisi sararak kuruyan derinin yavaş yavaş büzülmesiyle, kerpetenle ceviz kırarcasına beynini sıkıştırdıkları, kafana görünmeyen bir çember geçirip kanla karışık korku yaşlarıyla göz yuvarlaklarını dışarı uğrattıkları, Sarı Özek’in dumansız ateşine ölüm öncesi susuzluğun seni canından bezdirdiği, dudağını ıslatacak bir damla yağmurun gökten düşmediği zaman, her şeye yaşam veren güneş senin için dünyadaki ışıklar arasında karanın, karası, kötünün kötüsü, gözlerini kör eden bir ışık olmadı mı?
Ah, oğul, karanlığın örtüsü işkencenin sakatlığı aklını ağır ağır dışarıya kapadığı, zorla elinden alınan belleğin geçmişle bağlantısın geriye dönülmez bir biçimde kopardığı, yaban hayvanları gibi çırpındığın sırada annenin bakışın, yaz günlerini oyun yerin olan dağın dibinde akan derenin şırıltısını unuttuğun, harap olmuş bilincinde kendi adın, babanın adı kayıplara karıştığı, aralarında büyüdüğün insanların yüzü, sana utangaç utangaç gülümseyen kızın adı zihinden silinip gittiği, anımsamamanın uçurumuna yuvarladığı zaman seni karnında filizlendiren, sonra da böyle bir gün için dünyaya getiren annene lanetlerin en korkuncunu yağdırmadın mı?…” (*)
Bu senin sözündür, bütün olanların sonunda;
Ya bozkurt kalacaksın kimliğin ve dik duruşunla, ya mankurt olacaksın tutsaklığın ve boyun eğişinle..
* Cengiz Aytmatov.