Muhabbet denizlerinin gemicileri ve dostluk nehirlerinin dalgıçları şöyle der: Muhabbet kelimesini, sevgiliden canı dâhil hiçbir şeyini esirgemeyen kimseye yakıştırmak daha doğrudur. Bir defâsında zengin birisi, bir dervişe: “Ben seni çok seviyorum” dedi. Derviş, yalan söylüyorsun, diye karşılık verdi. Zengin: “Benim yalan söylediğimi nasıl bildin?” diye sordu. Derviş: “Senin atının iki çulu var. Halbuki böyle bir kış gününde benim bir tek kilimim bile yok; bu nasıl bir muhabbettir?” diye cevap verdi.
Muhabbetin hakîkati senin sâhib olduğun her şeyi sevdiğine verip, ondan kendine bir şey bırakmamandır. Evet, sen mâşûku müşâhede için tetikte olmadığın müddetçe, mâşuk sana bir defa bile nazar etmez. Bir büyük zat şöyle der: Senin insan dediğin bir avuç toprağın eline, gökyüzündeki meleklerin bile geremeyeceği bir yay vermişler. Bununla kasdettiğim aşktır.
Azîzim! Âşık, her an için hangi yolla sevgiliye ulaşacağının veya hangi hîle ile sevgilinin kendine bağlanacağının düşüncesinde olur.
Şöyle anlatırlar: Bir pâdişâhın kızının kolu kırılmıştı. O şehirde kırık-çıkıktaki mahâreti ile tanınan son dererce güzel ve zarif bir genç vardı. Kızın elini sarması için onu getirdiler. Kız onu görünce hemen âşık oldu. Kırıkçının göz kırpması kızın aklını başından aldı. Genç her gün geliyor ve kızın durumunu kontrol ediyordu. Kolu iyileşince gelmez oldu. Kız evden kaçacak duruma geldi. Bu sırrı dadısına açtı ve genci tekrar eve geri getirtmek için çârenin ne olduğunu sordu. Dadısı şöyle cevap verdi: “Kolu kırmaktan başka çâre yoktur.” (Z. Nahşebî, Âriflerin Yolu, s.103)
Evet, soruyoruz: İnsan niçin yaratıldı? Allâh’ı bilmek için mi? Kulluk için mi? Yoksa muhabbet için mi? Mâneviyatta öncelik muhabbete mi, mârifete mi, yoksa ibâdete mi verilmeli?
İnsanın yaradılış gâyesini gösteren üç âyetten ikisinde insanın boş yere yaratılmadığı (Mü’minûn,23/115) ve başıboş salıverilmeyeceği (Kıyâmet,75/36) belirtilmektedir. Üçüncü âyette ise Allah Teâlâ: “Ben insanları ve cinleri bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zâriyat,51/56) buyurmaktadır. Âyette yaradılış gâyesi olarak “kulluk” öne çıkmaktadır. Bu âyetin tefsirinde İbn Abbas (r.a)’dan naklen, “Beni tanısınlar” yorumu ile mârifet de yaradılış gâyesini açıklayan bir kavram olarak devreye girmektedir. Mârifet, muhabbet için önemlidir. Bu sebepten diyoruz ki: Amaç kulluktur. Kulluk, sevgi (muhabbet) ile olursa bir anlam kazanır. Kullukta sevginin yolu da mârifetten (tanımaktan) geçer. Öyleyse kul önce Allâh’ı (c.c) tanıyacak, sonra ibâdet ve tâatla O’nu sevecek ve o sevgi içinde kulluğa devam edecek. (Serrâc, el-Lûma, s.553)
İbn Atâullah el-İskenderî (k.s) azîz buyuruyor: “Kim Allâh’ı (c.c) tanıyıp bilirse ve O’na itaat ederse, her tehlikeden güvende olur.” Ve devâm ediyor: Kalbinin dizginini nefsinin eline verdiğin zaman hâlin şu iki insana benzer:
Yüzmesini bilmeyen kişi; suya batmış, boğulmak üzere olan başkasına tutunmakta ve her ikisi de birlikte boğulmaktadırlar. Nefsin dizginini kalbinin eline teslim ettiğin zaman ise hâlin; onu kurtarabilecek kadar güçlü ve iyi bir yüzücüye kendini teslim eden kimsedir. Bu nedenle sen, nefsinin dizginini kalbinin eline teslim et. Sakın kalbinin dizginini nefsinin eline teslim edenlerden olma. Gören bir kimsenin kör numarası yaparak, kendini körün ellerine teslim ettiğini hiç gördün mü?
Eğer sen günlük yaşantında hiç kimseye haksızlık etmediysen, gerçek mutluluğa eriştin demektir. Allah ile arandaki meselelerde nefsine de haksızlık etmediysen, mutluluğun zirveye çıkmış demektir. Öyleyse haramlara gözlerini ve kulaklarını kapat; insanlara da haksızlık yapma!
Aklının ermemesi ve üzerindeki elbiselerin (elbiseden maksad; mârifet, tevhîd, muhabbet, îman ve İslâm gibi mânevî değerler ve güzelliklerdir) kıymetini bilmeyişinle şu küçük çocuğa benziyorsun: Annesi ona en güzel ve en pahalı elbiseleri giydirir de o bunun farkında değildir. Çoğu kez üstünü kirletir, elbisesini pisletir. İnsanlar onu bu halde kirli görmesinler diye, annesi hemen üstünü değiştirir, yeni temiz elbiseler giydirir; kirlerini de yıkar. Çocuk, aklı ermediği için bu yapılanların hiçbirinin farkında ve şuurunda değildir.
Şeyh Ebû Hasan eş-Şâzelî (k.s) şöyle demiştir:
“Bana, “Ey Ebû Hasan! Elbiselerini kirden temiz tut ki, Allâh’ın yardım kuvvetine mazhar olup, her an korunasın” denildi.”
Elbiselerim nelerdir?” dedim. “Şüphesiz Allah (c.c) sana önce mârifet elbisesini sonra tevhîd elbisesini, sonra muhabbet elbisesini, sonra îman elbisesini ve sonra İslâm elbisesini giydirmiştir. Kim Allâh’ı tanıyıp bilirse, onun yanında her şey küçülüp basitleşir. Kim Allâh’ı severse, ona her şey kolaylaşır. Kim Allâh’ın birliğine inanırsa, o her tehlikeden güvende olur.
Kim de Allâh’a teslim olursa, O’na karşı günah ve isyânı azalır. Günah ve isyanda olan da O’ndan tevbe edip, özür diler. Özür dileyince de “özrü kabul edilir” denildi. Şeyh, ardından şunu söyledi: “Bunun üzerine ben Allah Teâlâ’nın “Elbiseni temiz tut” (Müddessir,74/4) âyetini hatırladım.”
Ey hayâtından bîhaber kişi!
Dünyâda en güzel şey, Allâh’a yalvarmak ve O’nun sana seslenişinin hazzına ermektir. Sen bu hazza ermeden, dünyâdan nasıl göçüyorsun? Gece uykuda canlı bir cîfesin. Eğer ayık kalabilirsen, Allah’tan yardımını iste ve şöyle de:
Ey Allâh’ın melekleri! Ey Yüce Rabbimin elçileri! Âriflerin seher vakitlerinde muvaffak oldukları Allâh’a niyazın hazzından ve ihlâs sırrından mahrum oldum.” (duâlarınızla bana yardım ediniz!) (İbn Atâullah el-İskenderî, Gelin Tâcı, s.54-55)
Mârifetin hakîkati konusunda şeyhlerden biri şöyle der:
“Mârifet iki nev’îdir: Hakk’ı tanımak, hakîkati tanımak, Hak ile ilgili olan mârifet, sıfatlarından anlaşıldığı gibi Allah Teâlâ’nın birliğini kabul etmektir. Hakîkat ile ilgili olan mârifet “Allah Teâlâ’nın birliğine ulaşmanın yolu yoktur” diye ârifin inanmasıdır. Zîrâ samediyet bunu imkânsız hâle getirmiştir.” Bu sebeple Rabbin ihâta edilemeyeceği bir hakîkat olarak ortaya çıkmıştır. Allah Teâlâ: “İlim yönünden onu ihâta edemezler” (Tâhâ,20/110) buyurmuştur. Samed, sıfat ve vasıflarının mâhiyeti idrak edilemeyen varlık demektir.
Büyüklerden biri: “Mârifet, peş peşe gelen keşif işâretlerine göre zikir esnâsında doğan vecd halleri üzerinde düşünerek sırrı hazır hâle getirmektir” demiştir. Bu sözün mânâsı: İfâde etmekten âciz kalınacak derecede Allâh’ın azametini, hakkına tâzim etmeyi ve kadrini yüceltmeyi, sırrın müşâhede etmesidir.
Cüneyd (k.s) “Mârifet nedir” sorusuna şu cevâbı vermişti: “Allah uludur, azameti ihâta olunamaz. Büyüktür, celâli idrak edilemez, diyerek sırrın bu iki kanaat arasında gidip gelmesidir. (Yâni, hürmet ve heybet duyguları arasında dolaşmasıdır.)
Hz. Ali (k.v)’nin mârifetle ilgili olarak bir soruya verdiği şu cevap da bu mânâya gelmektedir: “Mârifet, Allah (c.c) konusunda kalbinde ne tasavvur edersen et, Hakk’ın onun zıddı olduğunu bilmektir. Hayret! Hakk’ın hiçbir kimseden hazzı yoktur. Hiçbir kimsenin de O’ndan hazzı yoktur. (Yâni, O (c.c) kimseye muhtaç değildir, kimse de O’nun mâhiyetini bilemez.) Ârif yoklukta dolaşan bir varlıktır, O’nu ifâdeye sığdıramaz. Zîrâ mahlûk sonradan olandır, sonradan olan önce olanı nasıl ihâta eder?
“Ârif demek, yoklukla varlık arasındaki bir mevcuttur” sözü ile hâl sâhibi olan sâlik (mâneviyat yolcusu) kastedilmektedir. Ârif, cisim ve beden olarak vardır fakat vasıf ve sıfat olarak yok gibidir, denilmek istenmektedir.
Cüneyd Bağdâdî (k.s) Hazretleri mârifet ile ilgili bir soruya şu cevâbı vermiştir: “Mârifet, en sonunda varılacak noktayı kalbin görmesi ve ârifin az veya çok bir tasarrufta bulunmasıdır.
Yâni mârifet, ârifin hâlini değil, hakkındaki Allâh’ın ezelî ilmini ve takdîrini görmesi, en sonunda Hakk’ın ona ayırdığı nasibden başka eline bir şey geçmeyeceğini idrak etmesi, hizmeti îfâ ve hizmette kusur etme konusunda ilâhî tasarruf altında bulunduğunu anlamasıdır.
Sûfîlerden birisi: “Işınlar, güneşin cevherlerini ve mâhiyetini görmeye engel olduğu gibi, içe doğan mârifet de sırrın daralmasına sebep olduğu için sır onu taşıyamaz hâle gelir” demiştir.
İbn Fergânî (k.s) şöyle der: “Resmi tanıyan (halka değer veren) kibirlenir, resmi tanıyan (kaderin tecellîsini bilen) hayrete düşer. Sıbkı (takdîri) tanıyan iş yapamaz hâle gelir. Hakk’ı tanıyan temkin sâhibi olur, mütevellîyi tanıyan kendini zelil görür.”
Bu sözün mânâsı şudur: Bir kimse kendisini Hakk’ın vazîferiyle meşgul olarak görürse kendini beğenir, hakkındaki Allâh’ın (c.c) ezelî takdîrini gören hayrette kalır. Zîrâ o, hakkındaki Allâh’ın takdîrini ve alnına neyin yazıldığını bilmektedir. Ezelde tesbit edilen kısmetten artıp eksilmeyeceğini bilen kişi dilekte bulunma hâlinden vazgeçer. Allah Teâlâ’nın üzerindeki kudretini ve her hususta O’nun kâfi olduğunu bilen kimse temkin sâhibi olur. Korkulu veya ihtiyaç zamânında sarsıntı geçirmez. Allah benim işlerimi bizzat üzerine almıştır, diye inanan bir kimse Hakk’ın takdîrine ve hükmüne boyun eğer.
Büyük sûfîlerden biri, “Hak, kendisini bir kuluna târif ederse, mârifet onun ne muhabbeti ne korkuyu ne ümîdi ne fakirliği ne de zenginliği görmeyeceği bir yerde durdurur. Zîrâ bu gibi şeyler gâye değildir. Hak ise “son”ların ötesindedir” demiştir. Bu sözün mânâsı: Ârif muhabbet, havf, recâ, fakr ve fenâ gibi halleri müşâhede edemez. Çünkü bu gibi şeyler kulun vasıflarıdır. Kulun nitelikleri, Allah Teâlâ’nın hak ettiği şeyler derecesine ulaşmaktan çok uzaktır. (Kelâbâzî, Doğuş Devrinde Tasavvuf, s.193-194)
İbrâhim Hakkı Hazretleri, değerli eseri Mârifetnâme’de mârifetullâha hayli geniş yer ayırmış ve anlatıma kalbden başlamıştır. Biz de konuyu özetleyerek almaya çalışalım. Şöyle buyuruyor Hazret:
Allah (c.c) bilgi ve sevgisini kazanmanın yeri, insan kalbidir. Ehlullah demişlerdir ki: Allâh’ı bilme ve sevme yeri insan kalbidir. Kalbini Allâh’a çeviren ve O’na bağlanana bilgi ve sevgisini ve yakın olma mutluluğunu ihsân eder. Bunu, Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyetleriyle kullarına bildirmiştir.
Mârifetullâhın yeri olan kalbin mâhiyeti husûsunda da diyor ki: Allah (c.c), insanın kalbine bakar. Kalbi, Allâh’ın gayrısından temizlemek, her türlü ibâdetten üstündür. Kalb, Allâh’ın huzûrunda durulacak yerdir. Kalb, bedenin sultânı, Allâh’ın esîridir. Kalb, ilâhî mârifetin yazıldığı yerdir. Kalb, insan rûhunun kaynağı ve onun bir adıdır. Kalb îmânın mâdeni, Allâh’ı bilme ve anmanın makâmıdır. Gönül bir câmîdir ki, onarmaya muhtaçtır. Mü’minin kalbi Allah Teâlâ’yı bilme ve sevme damarlarının toplandığı yerdir. Gönül rahat içinde ise duyular da sevinçli ve sıhhatlidir.
Temiz kalbin kıblesi, Allah Teâlâ, âdeti kazâya boyun eğmektir. Üç çeşit kalb vardır: Biri verileni, biri Allâh’ın rızâsını biri de O’nu görmeyi bekler. Gâfilin gönlü dünyâya, ârifin ki Allâh’a bağlıdır. Kalbin, Hak ile olsun, kalıbın-vücûdun halkta kalsın. Kalbini Allah sevgisi kaplayanın gözünden halk düşer. İnsanın kalbi, Allah sıfatlarını taşır: Merhamet, adâlet, ihsân… Mü’minin kalbi, her mânâyı Allâh’ın sıfat ve isimleriyle bakışını taşıdığı için, onu sevgi hamurunun lezzeti, dünyânın her türlü maddî zevk ve nîmetlerinden üstündür. (s.78-79)
İnsanın en yüce dileği mârifetullahtır. Allah Teâlâ’yı gerçekten bilen ve tanıyanlar üstün makamlara çıkmış zatlardır. Bunlar, Allâh’ın huzûruna varmış, ilâhî aşk ve sevgi denizine dalmış ârifler, ermiş kimselerdir. Onlar, dudaklarındaki mânâdan, göğüslerindeki hakîkat bilgisinden ve bunlardan doğan ilâhî sevgiden lezzet alan Allah dostlarıdır. İşte o zevât-ı kirâmdan fasıllar açarak mârifeti öğrenmeye çalışacağız.