Tasavvuf ehlinin ruh ve gönül dünyâsını kuşatan, onu tahayyül edilemeyecek rûhî mecrâlara sürükleyerek, “vuslat” yolunda deli-divaneye döndüren tılsımlı güç, “ilâhi aşk” diye tabir edilen sevgiden başka bir şey değildir. Kısacası, insanı kâmil insan yapan, onun ruhunu kuşatan ve içini kavuran ilâhi aşktır. Bir sufinin hayatı baştan sona bir âşık-maşuk ilişkisinden ibarettir. Maşukuna (Allah’a) kavuşmak, onun hayatını kuşatan en elzem hedefidir.
TasavvufÎi düşünceye göre tüm âlemin varlık sebebi de, Hak Teâlâ’nın zatî sevgisinden başka bir şey değildir. Bir kudsi hadisin ifâdesiyle, zat mertebesinde “gizli bir hazine” mesabesinde olan Cenâb-ı Hak, “bilinmeyi sevmiş ve bilinmek için “halk” âlemini yaratmıştır.” Yani, sıfat, isim ve fiil mertebelerinde tecelli ederek Hak Teâlâ’nın varlık âlemini ortaya çıkarmasının muharrik sebebi, O’nun zati sevgisi olmuştur. Varlık âleminde, insanoğlunun bambaşka bir konumu vardır. “Eşref-i mahlûkat” olarak vasıflandırılan ve ” ahsen-i takvim” üzere yaratıldığı bizzat Yaratıcısı tarafından bildirilen (Tin, 95/4) insan, aynı zamanda sözünü ettiğimiz ilâhi aşkıda en üst düzeyde temsil eden varlık durumundadır. Çünkü insan, başka hiçbir varlıkta bulunmayan bir cevhere sahiptir ki, onu “insan” yapan, ilâhi hitaba muhatap kılan, mükellefiyetler altına sokan ve tüm varlıkların efendisi yapan bu cevherdir. İnsanın sahip olduğu bu cevher, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine izafe ettiği “insani ruh”tur. İlahi menşe’li olan bu ruh, sürekli olarak, kopup geldiği vatan-ı aslisine, daha doğrusu Mutlak Hakikat’e kavuşma özlem ve iştiyakı içerisindedir.
Aşk, muhabbetin seveni kavraması, bütün vücûduna yayılması, âdeta onu sarmaşık dalları gibi kucaklamasıdır. Aşk, her durum ve hâliyle insanı Hakk’a götüren yoldur. Cânı cânânda arayan, hiçliği tadan, mâsivâyı gönülden çıkarıp atan Hak dostları, tarih boyunca gönüller tahtında saltanat kurmuşlardır.
Aşk, sevmenin ne olduğunu öğreten, ferâgat ve fedâkârlığın yollarını gösteren, gönülleri od’a yanmaya mûtad eyleyen bir lütuftur.
Nefs, bizim emel ve neticesi olan elemlerimizin müsebbibi, aynı zamanda hayâl kaynağımızdır. Bizde olan her şey gerçekte Allah Teâlâ’nındır. Nefsi dîne râm, dîni nefs için vicdan kılmak, aşk vâsıtasıyla gerçekleşir. Yokluğun karanlığını gidererek, bizi mutlak güzelliğe, ilâhî mecrâya ulaştıracak ancak aşktır. Aşk yolu uzun, meşakkatli, tehlikeli ve zevklidir. O makâma ulaşan hiçlikten ve şerden kurtulur. Her şeyde mutlak güzelliği görür. Gönlüne baktığı zaman, orada mutlak vücûddan başka bir şey hissetmez.”
“Aşk bir şûledir ki, parlayınca maşûktan başkasını yakar, mahveder” denilmiştir. Hakîki aşk, öyle bir hastalıktır ki, onun devâsı derdindedir. Aşk ıztırâbı, onun tabiî kânûnudur. Zîrâ sevenler için, sevilenin cefâsı da, vefâsı da hoştur. Gerçek âşık olan güle değil, külle âşıktır. Âşık olan iyiliği, güzelliği sevdiği ölçüde, kahrı ve mihneti de sevmelidir.
Aşk öyle bir kimyâdır ki, o ancak can mâdeninde bulunur. O öyle bir cevherdir ki, kaynağı sadece Allah Teâlâ’dır. “İnsanın yaradılış gâyesi, seyr-i cemâl ve kesb-i kemâldir.” Kâmil insan baktığı her yerde bu ilâhî hikmeti ve ulvî güzelliği gören kimsedir.
“Bir kitâbullâh-ı a’zamdır serâ-ser kâinat
Hangi harfi yoklasan mânâsı hep Allah çıkar.”
Kul “kulluğunda” fânî olmadıkça hiçbir varlığı kalmadıkça muhabbette “sâbit kadem” (ayağı sağlam) olamaz. Kulun, kul olduğunu dahi fark edemez bir halde, kendisinden ne haberi ne de bilgisi olur. İşte buradan anlıyoruz ki, “Âşık (seven), hakîkatte mâşuktur (sevilendir), mâşuk da âşıktır.” Yâni, Hak Teâlâ hem âşıktır, hem de mûşuktur; hem sevendir, hem de sevilendir; hem hitâb eden hem de hitâb olunandır; hem murâddır (istenen), hem de mürîddir (isteyen).
Kulun Allah Teâlâ’yı sevmesi meyil, hudud ve ihâta gibi şeyler ihtivâ etmez. Bu nasıl bahis konusu edilebilir ki, Zât-ı samadiyyet ilhak, idrâk ve ihâta gibi şeylerden münezzehtir. Âşık (muhib) bir çizgi ile ihâta edilme tarzında vasfedilmekten ziyâde, mâşukta (mahbûbda) helâk olma şeklinde vasfedilir. Aşk (muhabbet) bir vasıfla vasfedilemez, bir hududla tahdid edilemez. Yâni aşk târif edilemez. Bununla beraber idrâk için aşktan daha vâzıh ve daha yakın bir şey yoktur.
Aşk derecesinde sevginin tezâhürü, muhabbetin en ileri derecesidir. Böylece seven, sevdiğini düşünmeden ve onu hayâl etmeden kendini bir an bile alıkoyamaz. Zikri fikri hep sevdiği ile meşguldür. Sevgilisi hatırından ve düşünce dünyâsından bir an bile çıkmaz. Risâle-i Bahâiyye’de şöyle bir mısrâ vardır:
“Cânib-i mâşuktan olmazsa muhabbet âşıka
Sa’y-ı âşık âşıkı mahbûba îsal eylemez.”
Âşıktaki aşk ateşini yakan ve tutuşturan mâşuktur. Âşıkın (mürîdin) yanması için önce mâşukun (mürşîdin) yanması şarttır. Zîrâ mum yanmayınca pervâne yanmaz, denilmiştir. Sevgi, sevgilinin dışındaki her şeyi yakıp yok eden bir ateştir.
Şeyh Muhammed Bûsirî (k.s)’nin:
“E-min tezekküri cîrânin bi zî sele mîn
Mezecte dem’an cerâ min mukletin bî demin.”
Şeyh Hazretleri Fütûhât’ında şöyle buyurdu: “Aşk, sevginin, sevilen üzerine hasredilmesi ve bu sevgiyi hasredenin bütün varlığında ve benliğinde sevginin hâkim unsur hâline gelmesi demektir.” Kurân-ı Kerîm’de bu mânâya uygun olmak kabîlinden, hubba (aşka) yer verilmiştir. Bir âyet-i kerîmede: “İnsanlardan bâzıları, Allah’dan başka varlıkları, O’na eşler koşarlar. Onları, Allâh’ı sevdikleri gibi severler. Mü’minler ise, en çok Allâh’ı severler…” (Bakara,2/165) Kemâl-i aşk, âşığını, bâkî olan mâşukta fânî eden aşktır. Öyle ki âşık, aşkının ateşinden mahvolur ve mâşûkunda bekâya erer. Evet, âşık-ı sâdıklar, ufûl eden, sönüp yok olup giden şeylere gönül bağlamazlar.
İlahi aşkın zevkini ruhunda yaşayan Hak dostlarının söz ve hallerine bakılırsa, bu aşk, insan ruhunu besleyen, ona haz ve mutluluk bahşeden, dolayısıyla asla devası arzu edilmeyen tılsımlı bir “dert“tir. İlahi aşka müptela olan aşıkı o aşkın ruhunda kopardığı fırtınalardan ve çektirdiği manevi işkencelerden adeta zevk almakta ve ondan bir an bile ayrı kalmak istememektedir.
Yemen’de yaşayan Benî Uzre kabîlesi vardır. Bu kabîlenin fertleri hem çok iffetli, hem de kara sevdâlıymış.. Bu kabîleye dâir şöyle bir hikâye naklolunur: El-Esmaî (Abdü’lmelik b. Kureyb 216/831) adındaki meşhur Arap şâiri, aşk yüzünden perîşan olan bu kabîlenin, güzel söz söylemedeki şöhretini duyunca yanlarına gider. Misâfir olarak kaldığı çadırda selvi boylu, güzel yüzlü bir kız, dışarıda da gönülden yaralı, dalgın bir delikanlı görür. Bu gencin hâline hayret eder, üzüntü ve kederinin sebebini sorunca, çâresiz ve bedbaht delikanlı şöyle der:
“Ey bana soru soran kişi. Senin misâfir olduğun çadırda, herkesi kendine meftûn eden öyle bir güneş, etrâfa nur saçan öyle bir ay var ki, onun saçtığı nurlardan ve ona kavuşamamaktan dolayı kalbim alev alev yanıyor. Vücûdum böyle zayıf düştü. Bedenim daha sağken, yaşama arzu ve ümidim bitti.”
Bunun üzerine bu şâir misâfir çadıra dönüp o güzel kıza hâdiseyi anlatır. Kız:
“Eğer o delikanlı beni doğrudan doğruya görseydi, tahammül edemeyip ölürdü. Sözümün doğruluğuna şâhid mi istiyorsun? Şu bastığım topraktan bir avuç al ve ona götür ve benden olduğunu söyle” der.
Misâfir, kızın söylediği şekilde toprağı alıp delikanlıya gösterir. Delikanlı toprağı görür görmez hemen titremeye başlar ve orada bulanın ateşin içine düşer. Zor kurtarılır. Bu hâdiseden sonra, misâfir şâir, o kabîlede gördüğü bir mermer taş üzerine son olarak şu beyti yazar:
“Sabretmeye ve sırrını saklamaya gücü yetmeyen insan için ölümden daha faydalı bir şey yoktur.”
Üç gün sonra tesâdüfen mermer taşın bulunduğu yerden geçen şâir, başını mermere dayamış, ölü bir halde genci bulur. Yazdığı beytin altına şu beyitler yazılmıştır:
“İşittik, itaat ettik. Sonra da öldük. Şimdi benim selâmımı, vuslatıma mâni olan kimseye iletiniz.” (9. Beyitten)
Mecâzî aşk âşıkı bu hâle getiriyorsa, gerçek Hak âşıkları, gerçek Resûlullah âşıklarının hâli nicedir?
Âşık, mâşukunun emrine âmâdedir. Hiç böyle bir aşkta sınır olur mu? Aşkta haddi aşmak söz konusu olur mu? Zâten aşk, sınırı aşmak değil midir?
Rûhunu teslim etmek üzere olan bir sûfîye “Allah de!” denilince; Allâh’ın aşk ateşi içinde yanmaktayım, daha ne zamâna kadar bana Allah de deyip duracaksınız? demişti.
Herevî (k.s)’nin şöyle dediği hikâye edilir: Rûhunu teslim ettiği gece Şiblî’nin yanındaydım. Bütün gece boyunca şu iki beyiti okumuştu: “Bir ev ki içinde Sen varsın; o evin lambaya ihtiyacı yoktur. Kıyâmet günü halk çeşitli deliller getirdikleri zaman bizim hüccetimiz, temâşâ etmeyi ümîd ettiğimiz Cemâlin olacak.”
Aşkın sultanlık kuvveti ile yâni üstün gelme, her tarafı istilâ etme kuvveti ile, topraktan olan beden ağırlıkları “rûhâniyet” tarafından mahvedilir. Seven kişi, o rûhâniyet yâni, aşk ateşi altında âdetâ erir. Çünkü aşk ateşinin olağanüstü bir tasarrufu, aşk sultanlığının istilâsının acâib bir kuvveti vardır. Aşk, ateşini hissettirince “Rabbimin emriyle her şeyi parça parça eder.” (Ahkâf,46/25) Aşkın yanında, bir başka şeyin sağlam kalması veya aşkın yerini alması mümkün değildir.
Âşığın, mâşûkunun “bekâ”sında “fenâ” bulmasının misâli şudur:
Rûhâniyetinin latifliği sebebiyle ateş, odunun topraktan kaynaklanan özelliklerine galebe çalar. Odunun odunluk özelliği gidip, geriye yakıcı, renksiz ateşin rûhâniyeti kalır. Ateşin, odunu kaplamaya başladığı ilk sıralarda, odundan çıkan duman, ateş odunda tamâmen tasarruf edip, odunun odunluğu kaybolunca kesilir ve artık duman çıkmaz olur, zîrâ odun bir kor ateş hâline gelmiştir.
İşte, ilk zamanlarda senden de “hislerinin buharı” “nefsinin hayalleri” bir duman gibi yükselmektedir. Aşk ateşi, seni tamâmen istilâ edince, senin beşeriyet sıfatların gider, yerine aşkın sıfatları gelir yerleşir. Senin varlığının yerine onun varlığı gelir.
Aşkının özel letâfeti sebebiyle “sevgili” ebediyen çekicidir. Kendisi gibi aşkı dileyen âşıklarının bütün zerrelerini kendisine cezbeder, çeker. Zîrâ, âşığın üzerinde olağanüstü etkiye sâhip bir sultanlık kuvveti tasarruf etmektedir.
Muallim Nâci (r.a) şöyle terennüm ediyor aşkı:
“Dil esîrin olduğu günden beri âzâdedir
Mâsivâya bağlanır mı bağlanan vicdan sana.”
“Gönül senin esîrin olduğu günden beri esâretten kurtulmuştur. Sana bağlanan vicdan başka hiçbir şeye bağlanabilir mi?”
Evet, Allâh’a (c.c) ulaşmak için nice yollar vardır. Ancak bu yolların en kestirme olanı aşk yoludur, denilir. Hakk’a âşık olanlar, edeb ve hayânın en son noktasına varmış kimselerdir. Aşklarını, muhabbetlerini kendilerine bile îtiraf etmekten çekinir, sakınırlar. Ben Allâh’ı seviyorum demekten hayâ duyarlar, kendi gönül âlemlerini gizlerler, sırrı fâş etmez, açmazlar, kendilerine dahi açamazlar. İşte aşk ve âşıklık böyle bir şey!
“Söylemem derdimi hemdemim olan âha bile
Belki sînemdeki şu nâle-i cân-gâha bile
Kendi bî-şübhe bilur râz-ı derûnum yoksa
Ehl-i dil söyleyemez derdini Allâh’a bile”
diyerek terennüm ediyor Hızır Ağazâde Said (k.s).