Mavili Kızın Güz Defteri – Beşinci Hikâye: Canfeda

suzan cataloluk 2023.02.06 3 mavili kiz canfeda

Şafak vaktine kadar bülbüllerin dem çektiği kısa geceler artık uzamaya, alacakaranlıkla birlikte serinleyen hava güz ahengini yavaş yavaş fısıldamaya başlamış, ağaçların parlak yeşilli yaprakları giderek sararıp solmaya yüz tutmuştu.

Sıcak, sayısız yıldızlı, koyu lacivert gökyüzü solgun ay ışığı ile parlayan kurşuni bulutlara artık boyun eğmeye, bütün tabiat hüzünlü bir yaz vedasına hazırlanmaya başlamıştı. Ama rüzgârlar aynı umutlu besteyi ona inatla fısıldıyor gibiydi: “Gelecek, inan, gelecek, o kara kayanın arkasından yağız atıyla çıkıp gelecek. Sırtında yine o mavi hırkası, mavi gözlerinde yine o mavi ümit olacak.”  

Günler günleri kovalıyor, her gün ona yüz yıl gibi geliyor, kaç zamandır neredeyse dakikaları sayıyordu. Öğle vakitleri arka bahçenin kapısını geçip kendini dağlara vuruyor, her adımda onun gelebileceğini düşündüğü tepelere bakıp ümitle bekliyordu.

O gün de bülbüllerin demiyle uyanmıştı. Yüreğini dağlayan hasret duyguyla yanarak kalkmış, uzunca bir zaman pencereden dağların ardında kızıllaşan gökyüzünü seyretmiş, onu, onun mavi gözlerini düşünmüştü.  

Sonra üstüne bir şeyler geçirip onun geldiği yöne, arka bahçenin kapısına, oradan da kara kayaya yürümüş, ormanda uzun uzun dolaşmıştı.

Şimdi yazıhanesinde kendisini ziyarete gelen iki dostuyla beraberdi.  Onları dinlemeye gayret ediyordu.

Bir ara hüzünle saatine bakıp düşündü: “Ah! Artık kuşluk vakti oldu. Bugün de gelmeyecek…”

Ama dışarıya bakınca sanki evrenlerin bütün ışıkları içine doldu, dünyanın bütün hüzünlü sevinçleri gelip gönlünün tam ortasına rengârenk kelebekler gibi konmaya, her şey ama her şey mavileşmeye başladı, masası, duvarlar, yerdeki hayat ağacı desenli halı, pencereden görünen binalar, bahçede, yollarda koşuşan çocuklar, yürüyen insanlar… Ağaçların yaprakları maviye boyandı birdenbire ve mavi mavi çiçekler açtılar, koca gül goncaları, bütün tomurcuklar mavi elbiseler giyiverdi, gökyüzü en güzel ve derin maviyle enginleşti.

“Allah’ım, ne büyük ve ne hüzünlü bir saadet”, diye düşündü. “Hüzünlü, çünkü gitmek için yine hazırlanacak. Ama bu defa ona ruhumun derinliklerinde kopan fırtınaları, ona nasıl yanıp yakıldığımı anlatacağım.”

Mavili Kız her zamanki gibi yine mavi hırkasını, siyah bol pantolonunu giymiş, başına ninesinin oyaladığı yazmayı bağlamıştı. Sırtına vurduğu iki koca heybe ile merdivenleri sakin sakin çıkmaya başlamıştı.

Yerinden fırlamamak için kendini zor tuttu. İstemeyerek başını arkadaşlarına çevirdi. Artık sevimli bulduğu sohbet kaldığı yerden bir müddet daha devam etti.

O arada Mavili Kız verandaya geçmiş, şirin gülümsemesi ile heybelerinden çıkardığı bohçaları açmaya başlamıştı. Bu defa getirdiklerinin tamamına yakınının rengi yeşilin çeşitleri ve güz tonlarıydı. Yavaş yavaş seccadeleri, ince ince oyaladığı gülkurusu çiçekli ölgün sarı yazmaları, hâki renklerin hâkim olduğu torbaları, kilim desenli küçücük heybeleri minyatür güzeli elleriyle okşayarak, kimilerini gülümseyip koklayarak seriyordu.

O gün ninesinin hayali hep gözünün önündeydi.  Hikmetli sözleri de sanki hafif sabah yeliydi, durmadan fısıltılar halinde kulaklarına esiyordu.  Saçlarını okşayıp sabırla ona iğne oyasını, danteli, örgüyü öğretirken, tezgâhın başında halı dokurken uzun uzun hayat ağacı deseninin hikmetini, o hikmetten sayfa sayfa açılan sırları anlatırken kullandığı sözleri sonsuz hayat pınarlarından akan şifalı su, insanın ruhundan bütün acıları silip süpüren sırlı rüzgârlar gibiydi ve sanki ezelden başlamıştı, bu zamanda devam ediyordu, hep sonsuza doğru durmadan sürüp gidecekti. Öylesine dalmıştı ki kapıda kendisini seyretmeye başlayan yeşil gözlü, yeşil elbiseli kadını fark etmedi. Seslenmesiyle irkilerek ona döndü:

“-Sevgili Dostum! Hoş geldiniz! Ne çok sevindim. Sizi görmek ne güzel!”

“-Ah! Can dostum! Hoş bulduk, diye cevap verdi. Ben de sizi özlemiştim.”

Birlikte sohbet ederek düzenlemeyi bitirdiler. Sonra yeşil gözlü genç kadın dedi ki:

“-Bana öğrettiklerinizi bitirdim. Cesaret edip getireyim mi?”

Ardından aceleyle gidip beş on dakika içinde kucağında süslü bir bohça ile geri döndü. Heyecanla açıp yaptıklarını gösterdi. Mavili Kız karşısındakinin güzel yeşil gözlerine sevgiyle baktı:

“-Pek güzel olmuş, diye konuştu. Bakıyorum da bütün malzemeyi bitirmişsiniz. Hiç uyumadınız mı?”

“-Annem de yardım etti. O kadar hoşuna gitti ki bir iki ay daha kalmaya karar verdi.”

“-Ama siz çalışıyordunuz değil mi, diye sordu Mavili Kız. Ne yaptınız? Bu zorluğu nasıl aştınız?”

Yeşilli bir an tereddüt etti, gözlerini yere çevirdi. Beş on saniye sustu, düşündü. Elini uzatıp koyu yeşil dantelli başörtüyü sıvazladı. Neredeyse fısıltıyla konuştu:

“-Biliyorsunuz gıda mühendisiyim ben. Güzel yemek yaptığımı da söylerler.  Lokantanın aşçısının annesi ağır hastaymış. Ona bakmak için istifa ettiğini duydum. Gidip birkaç gün mutfakta yardımda bulununca kendimi orada buldum…  Yani… Şimdi kaplıcanın hem gıda mühendisliğini yürütüyorum hem de mutfağı idare ediyorum. Boş vaktimde de bu güzellikleri yapıp mutlu oluyorum.”

Mavili Kızın gözlerinde tatlı bir sevinç rüzgârı esti. Bu hâli hemen fark etti karşısındaki. Şaşırarak sevindi. Bu haberin arkadaşını çok rahatlattığını hayretle hissetti.  Farkında olmadan düşündü: “Oysa… Oysa ben… Ben ne zannetmişim ki. Günlerdir ümitsizlik içinde çırpınıp duruyordum. Acaba… Ümitlenmeli miyim?”

“-Çok sevindim, dedi Mavili Kız. Artık hep buradasınız değil mi?”

“-İşten kovulmadığım müddetçe buradayım, diye şaka yaptı Yeşilli. Büyük şehrin gürültüsünden uzakta, bu cennet gibi yemyeşil vadide… Daha ne isterim ki!”

Sonra dışarı bakıp acele ile tekrar konuştu:

“-Mutfağa gidip neler yapıldığını bir göreyim.  Sonra benim odama gelir misiniz? Beraber bir çay içer miyiz? Lokantanın içinden geçerseniz en sonda, sağdaki oda… Bekliyorum.”

“-Elbette, dedi Mavili. Birazdan müşteriler gelir.  Sonra uğrarım.”

Odasının nerede olduğunu tarif eden Yeşilli kadın kapıdan geçip merdivenlere yöneldiği sırada, onu, yavaş adımlarla basamakları çıkan kara sevdaya tutulduğu adamı gördü, kendini yakıp kavuran aşkının sebebini.

Utangaç bakışlarla ona çevirdi gözlerini. Kalbi yine deli gibi çarpmaya, yüzü yanmaya başladı. Ama Lokanta Sahibi sadece hafif bir baş selamı verdi genç kadına ve yavaşça yanından geçti. İki üç basamağı hızla çıkıp verandaya yöneldi.

Genç kadın hüzünle mırıldandı: “Bir gün… Belki bir gün…”

Lokanta Sahibi de aynı heyecanla veranda kapısını açtı, Mavili Kıza baktı. Sevda vadilerinin en derinindeydi şimdi, düşündü: “Ah… Yine aynı masum sakinlik, yine aynı mavi güzellik… Olağanüstü bir sevgi ummanını seyrediyorum sanki. Nasıl da huzur verici, nasıl da güzel…”

Neredeyse fısıltıyla konuştu:

“-Hoş geldin. Bu defa arayı çok açtın. Çok merak ettim. Herhangi bir terslik yok inşallah. Deden, ninen nasıllar?”

Yine gözleri yerdeydi Mavili Kızın:

“-Hoş bulduk, dedi sırlı gülümsemelerle. Ninem de dedem de iyi. Yok bir terslik, şükürler olsun. Sizi de iyi gördüm.”

Etrafa göz attı adam, hayranlıkla konuştu:

“-Ne hoş güzellikler getirmişsin yine. İnsan bakmaya doyamıyor. Ama bu defa renklerin çok değişik. Sanki sonbahara hazırlık gibi.”

Yavaşça yüzünü adama çevirdi kız ve dedi ki:

“Her şeyin bir sonbaharı var değil mi? Renklerimiz bu defa da sonbaharı istemiş, ne demeli? Onun da kendine has güzelliği var her mevsimin olduğu gibi. Neticede sonsuz bir devinim, sonsuz bir dönüş yok mu? Doğan her canlı ilk nefesiyle birlikte arzdaki sonuna koşmuyor mu? Aslında son gibi görünen o bitiş anı yeni bir safhaya selam vermiyor mu?”

O an hüzün maddeleşti sanki, hızla gelip adamın aşkla çarpan kalbinde raks etmeye başladı. Nefessiz kaldı birkaç saniye. Bir şeyler sezinledi ama adını koyamadı ya da koymak istemedi.

Kızın gözlerine çaresizlikle, kederle baktı. Tam ağzını açacaktı ki iki şen-şakrak kadın içeri dalıverdi. Daha yaşlı olanı neşeyle konuştu:

“-Nerelerdeydiniz kaç zamandır? Aman! Ne de güzel heybeler getirmişsiniz. Vallahi bunlara kızlarım bayılacak.”

Çaresizce konuştu Lokanta Sahibi:

“-Beraber çay içelim mi daha sonra? İşin bitince bekliyorum.”

Kız başını salladı, gülümsedi.  Adamın gönlünde küçücük bir ümit goncası açtı. Yavaşça, sessizce, bir gölge gibi kapıdan süzüldü. Yazıhanesine yöneldi.

Verandada iki hanımla başlayan heyecanlı beğeni çığlıkları giderek arttı. Kısa zamanda Mavili Kızın elinde satılacak hiçbir şey kalmadı.

Son yaşlı teyze de kapıdan çıktıktan sonra yavaşça koltuğa oturup başını arkaya dayadı. Dışarıya baktı. Esen yel ağaçların dallarını hafif hafif oynatıyor, en yakın dala konan iki kumru orada tutunmaya çalışıyordu.

Farkında olmadan düşündü: “Ben kimim? Herkesin bir adı var. Ama ben adımı bile bilmiyorum. Bir dağ başında gözlerimi açtım. Sevgili ninem ve dedeciğimi biliyorum. Başka kimsem de yok. Bir dağ başındaki evimiz, bir de burası. Ama sanki çok şey yaşamış gibiyim. Çok acılar çekmişim sanki. Çok şey görmüşüm, çok şey bilmişim gibi. Ara ara bir sürü rüyalar görüyorum. Ama gerisi yok. Artık hiçbir önemi de yok. Yüce Rabbime giden, sırlarla dopdolu, bir o kadar da hakikatin nurlarla aydınlandığı yoldayım ben.”

Ardından daldı gitti. Uçurumun kıyısındaki o güzel evde, dışarıda tavana kadar yükselen kar varken, duvar büyüklüğündeki kocaman ocakta, kimi kısa kimi de uzun diller halinde yükselip, ara ara mavileşen güneş renkli alevlerle yalazlar çıkararak yanan odunlar yavaş yavaş köze dönüşürken üstünde mırıltılarla kaynayan bakır çaydanlığın demliğinde leziz çayların demlenip kulplu toprak taslarla içildiği, lezzetli kuru meyvelerin yavaş yavaş atıştırıldığı o uzun gecelerde, dedesiyle ninesinin sakin sakin akan tertemiz ırmaklar gibi hafif seslerle derinleşen sohbetleri aklına geldi, onu sırlarla dolu, ebedi saadeti anlatılan o muhteşem âlemlere götürüverdi.

Ama camın kenarındaki tıkırtıyla, o esrarlı âlemlerinden ayrılmak zorunda kaldı. Daldaki sevimli kumrular camın kenarına konmuş, içeri bakıyorlardı.

Gülümsedi. Dışarıya çıkıp bahçeye indi. Heybesinden aldığı bir avuç bulguru yere serpti. Yemlere ürkek ürkek gelen iki güzel kumruyu bir müddet seyretti. Ardından Yeşilli arkadaşının odasına gitmeye, yeni işi için “hayırlı olsun” demeye karar verdi.

Lokantanın süslü kapısından geçip içeri girince çok kalabalık olduğunu gördü. Bütün masalar doluydu. Herkes vakit öğleyi çoktan geçmiş olmasına rağmen sohbete devam ediyor, çaylar, kahveler, börekler, tatlılar bu muhabbete eşlik ediyordu.

Başı yerde, hızlı adımlarla yürümeye başladı. Tam lokantanın ortasına gelmişti ki o kahkaha sesini ve sözleri duydu:

“- Hah hah hah hah ha! Hey ahbap! Buraya baksana! Nerede kaldı bizim dondurmalı sarma muhallebiler? Çabuk!”

Evvela o kesik kesik atılan kahkaha, ardından “Dondurmalı sarma muhallebi” sözleri beynini yaktı adeta. Büyük bir şaşkınlıkla sesin geldiği yöne döndü.

Dipte, pencere kenarındaki dört kişilik masada esmer, pek yakışıklı, çok iyi giyimli genç bir adam elini sallayarak görevliye sesleniyordu. Yanında çok güzel, gencecik bir hanım, karşısında da genç bir çift oturuyordu.

Genç adam uzandı, etrafa aldırış etmeden kadının yanağından öptü, Gözlerinin içine bakarak bir şeyler söyledi.

Mavili Kız bu gördükleri karşısında dehşete düştü. Birden kendisine çok yabancı gelen bir sürü hatıra karanlık mağaradaki kara yarasalar gibi beynine üşüştü. Gözlerinin önünden film gibi bir sürü sahne geçmeye başladı.

Önce bir hastane yatağı gördü. Kendisi yatıyordu. Koca bir serum şişesi koluna bağlanmıştı. Acılar içindeydi, yüreği yanıyor, durmadan, sessiz sessiz gözyaşı döküyordu. Sonra kapı açılıyor o esmer çok yakışıklı genç adam içeri giriyordu. Elinde bir paket vardı. Gülümseyerek konuşuyordu:

“-Selam canım, Bugün daha iyisin. Öyle dedi doktorun. Bak sana en sevdiğin tatlıyı getirdim. Dondurmalı sarma muhallebiyi çok seversin, bilirim.”

Sendeledi Mavili Kız, hemen başını çevirdi. Hemen farkında olmadan geri döndü. Koşar adamlarla uzaklaşmaya başladı. Tam o sırada elinde tepsi ile gelen görevli ile çarpıştı. Gürültü ile yere saçılıp kırılan tabakları, bardakları fark etmedi bile.

Ama… Ama esmer adam gürültüyü duyup başını çevirince onu arkadan gördü. Büyük bir şaşkınlık yaşadı. Ancak hemen aklına gelen düşünce ile kendini toparladı: “Yok canım, benzettim. Öldü o. Cesedini uçurumun dibinde gördüler.”

Mavili Kız dehşet içinde koşup verandaya döndüğünde artık ayakta duramadı. Farkında olmadan kanepenin arkasında yere çöküp saklandı. Tir tir titriyor, gözyaşları sessiz yağmurlar gibi yanaklarından süzülüyor, beyninde hiç durmayan şimşekler çakıyor, her şimşekle oluşan milyonlarca hatıra ile baş etmeye çalışıyordu.

Önce dev gibi, kıpkızıl dilleri ile alevleri gördü. Ateşten canavarlar gibiydiler. İki katlı binalarla, geniş parkında çok büyük makinaların olduğu fabrikanın tamamını hızla yiyip bitiriyordu. Ara ara çok şiddetli patlamalardan sonra devasa alev topları gökyüzünü kaplıyordu.

Kendi sesini duyuyordu. Ama nasıl da yabancıydı:

“-Bırakın beni! Anne! Babam, babacığım!”

Siren sesleri duyuyordu. Kendi sayıklamalarını dinliyordu:

“-Olamaz… Hayır, olamaz… Ölemezler, ölmemişlerdir… Beni bırakamazlar…”

İçi geçiyor, derin bir keder engin ummanlar gibi kendini içine çekiyor, nefes alamıyordu.

Bu görüntülerle beynine akbabalar gibi hücum eden en acı hatıra arasında korkunç bir acı yaşayarak haykırmak istedi ama sesi çıkmadı, çıkamadı: Şimdi hastane odasında yatıyordu. İki insanın, annesiyle babasının hayali sanki canlıydı ve ona sadece gözleriyle durmadan fısıldıyor, iyi olması için dua ettiklerini söylüyorlardı. Ama kapının dışında duran iki kişinin sesi bütün fısıltıları bastırdı:

“-Aman oğlum, bir delilik etmeyesin. Acımanın sırası değil.  Fabrika binalarıyla birlikte arkadaki villa da yandı. Bütün parasını da yurt dışından ithal ettiği malzemeye yatırmış rahmetli.  Az da borç takmış. Kız beş parasız kalıverdi ortada. O değil de aklı da gitti garibin. Tamam, nişanlın. Ama biliyorum ki bu kıza âşık değilsin!”

“- Anne, ben de ne yapacağımı şaşırdım. İki ay oldu, ağlamaktan başka bir şey yapmıyor. En ufak bir gayreti yok. Hastane odalarından bıkmaya başladım. Ya bu hali hep devam ederse?”

“-Yavrum, az daha bekleyelim. Akrabaları da ilgilenmedi. Ziyaretlerini, ilgini yavaş yavaş azaltırsın. Sonra da gelmezsin olur, biter.”

“-Sigorta şirketi de avukatların talebini reddetmiş. Hani oradan bir şey çıksaydı biraz idare ederdim. Ama şimdi durmadan ağlayan, yarı deli ile ne yaparım ben? Beş parası da yok. Hastane masrafları da iyice birikti.”

“-Haklısın oğlum. Adam yüksek meblağ ile fabrikaları sigortalamış. Ama sigorta şirketi bir sürü bahane bulup ödemeyi reddettiğine göre bundan bir iş çıkmaz. Gerçekçi ol oğlum. Evlilik ciddi bir konu. Bu yarı deli ile yapılacak bir iş değil.”

Sanki bilinmezlerden ansızın çıkıveren hain, gizli, kanlı bir bıçak hızla geldi, kalbine saplanıverdi. İnledi. Tam hıçkıra hıçkıra ağlayacaktı ki birden yanında ferah bir nefes duydu sanki. İncecik bir yel geldi, yüzüne değip geçti. Zarif, naif, görünmez bir el terden sırılsıklam olmuş perçemini düzeltti, saçlarını okşadı. O fısıltıyı içinde hissetti:

“-Meleğim, mavi gözlü güzel yavrum! Bu ne hal? Yapma, sakın yapma. Hani takdire rıza gösterenlerdendik? Büyük bir şaşkınlıkla hızla ele doğru döndü. Karşısında kederli bir yüzle gülümsemeye çalışan ninesini gördü. İnleyerek kollarına atıldı:

“-Ah sevgili ninem, çok acı çekiyorum, çok! Yardım et bana, kendime getir beni.”

Yaşlı kadın ona sımsıkı sarıldı, fısıldadı:

“-Yavrum, imtihandasın. Az kaldı gülüm. Zaten şu an yaşadıklarını sandığının hepsi hatıralarında. Şimdi büyük bir acıyla hissettiklerin eskiden oldu, geldi, bütün gücüyle vurdu, ama geçti. Yaşandı, bitti hepsi. Bütün bunlar eski zamanın geçmiş defterinde, sararmış bir sayfaydı. Tekrar okuma onları. Hem… Hem imtihanının son sorusundasın be gülüm, gayret, son cevabı veriyorsun. Yüce Rabbime güven, ona dayan. Dost ararsan o yeter. Nurlu yolunu bu hatıra gölgeleriyle karartma. Yaşadığın acılarının yaraları çoktan kabuk bağladı, tekrar hatırladın, tamam. Ama tekrar tekrar yaşayarak kanatmanın, yalan dünyanın masivasına geri dönmenin sana ancak zararı olur. Söz ver bana, eski acılarının esiri olup orada takılıp kalmayacaksın.”

Ardından işaret parmağı ile ufku gösterdi, yine fısıldadı:

“-Bak, annen de baban da ne kadar mutlu.”

Mavili Kız uzak ufuklara bakınca kalbini hüzünlü bir mutluluk kapladı birdenbire. Emsalsiz güzellikte bir bahçe gördü ve annesiyle babasının en güzel hallerini. Kızlarına el salladılar.

Hayretle sordu:

“-Sevgili Ninem, ama onlar yangında…”

“-Ama bak, dedi yaşlı kadın, dünya yolculuğundan sonra ne güzel bir yerdeler. Şehitlik makamında, makamların en güzelindeler. Üzülme artık, onlar sırlarla dolu ilâhî hediyelerle şereflendirildiler, gerçek saadetle iç içeler. Üzülürsen ayağına dünya zincirlerini bağlamış olursun.”

İyice kırışmış yaşlı elleriyle onun güzel, mavi gözlerinden akan yaşları sildi ve fısıldadı:

“-Artık gözyaşı yok! Söz ver bana.”

Gülümsedi Mavili Kız, ama yaşlar hüzünlü pınarlar gibiydi:

“-Söz Sevgili Ninem, dedi. Ama ben sizleri çok özledim. Ne zaman buluşacağız?”

Nine de gülümsedi:

“-Hep hazır ol. Buluşmak için hep hazır ol.”

Sımsıkı sarıldı nineye. Ne çok özlemişti.  Ne kadar öyle kaldılar, anlayamadı, bilemedi…

Sonra saçlarını okşayan o yel gibi el hafifledi, hafifledi, kayboldu sanki. Hayretle gözlerini açtı. Yanında kimse yoktu! Kanepenin arkasındaydı ve boylu boyunca yerde yatıyordu.

Şaşırarak doğruldu. Bütün acısının dindiğini, yüreğindeki deli savrulmanın birdenbire durup o yoğun acılarının yok olduğunu, yerini tuhaf, mutlu bir dinginliğe bırakmış olduğunu hayretle fark etti. Kendi kendine söylendi:

“-Yüce Rabbim bana sevgili ninemi vesile kıldın yine. Hamt olsun, şükürler olsun sana! Ah Sevgili Ninem! Ah benim can dostum… Yine yanımdasın, yolumu aydınlatanımsın yine.”

Derin derin nefesler alarak yavaşça ayağa kalkıp etrafa baktı, sırlara gülümsedi. Mırıldandı: “Baygınlık geçirdim galiba. O korkunç acıyı tekrar yaşamam gerekiyormuş. Ama sevgili ninem yine rehberim oldu. Ne yapacağımı bilemediğim karanlık bir yola girmiştim sanki. Elinde nurdan meşale ile yolumu aydınlattı. Artık hazır olmalıyım…”

Başını ellerinin arasına alıp koltukta oturdu uzun müddet. Gözleri yanıyordu. Galiba çok büyük bir dehşet, pek büyük bir acı yaşamış, içi yana yana ağlamıştı. Beynine çılgın yarasalar gibi üşüşen hatıralar şimdi yavaşlayarak sıraya giriyordu. Ama film hastane odasında, o son gecede bitiyordu yine. O çirkin konuşmaları duyduktan sonra yakışıklı nişanlısıyla konuşmadan, hastane geceliğiyle gizlene saklana, ağlaya ağlaya hastaneden kaçtığını, dağlara doğru uzun zaman yürüdüğünü, bazan durup göğe bakarak avaz avaz bağırıp çılgınca ağladığını, gökyüzünde ışıl ışıl parlayan yıldızların ona eşlik ettiğini, o derin, koyu lacivert enginliğin altında ara ara ve iri damlalarla yağan yağmurun altında sırılsıklam ıslanıp çok üşüdüğünü hatırlıyordu. Gerisi yoktu. Yeni hatıraları sevgili ninesi ve dedesiyle başlıyordu. Sanki yeni bir doğuştu bu ve ilâhî gerçeklikten yalan dünyaya geçici selam veriyordu.

Hastaneden öncesini düşündü. Yangından evvelini de. Yavaş yavaş annesinin ve babasının yüzü belirdi gözlerinin önünde. Onların tek çocuğu idi. Herhalde çok büyük bir özenle büyütülmüştü. Beyninde yıldırım çakar gibi bir anda beliren ve arka arkaya gelen anılar ona çok büyük maddi imkânları olduğunu gösteriyordu, kendisine çok pahalı arabanın kapısını açan saygılı bir adam, saçlarını tarayan orta yaşlı, kibar bir kadın, ışıl ışıl masalar, bir nişan töreni, o yakışıklı, esmer gencin yanağından öpmesi…

Elinde olmadan hüzünlendi. Fısıldadı kendi kendine:

“-Zavallı annem babam, yanarak ötelere geçmişler. Onun için günlerce yangın rüyaları gördüm. Ninemin yanında kendime gelirken de alevler içinde kaldığım, cayır cayır yandığım o rüyaları görmem demek ki bu sebeptenmiş. Artık hiçbir önemi yok, dedi, âşık olduğumu sandığım sahtekârın da, şu yalan dünyanın da. Geldim, gidiyorum… O kaçınılmaz yolculuğa hazır olmalıyım.”

Hemen kendini toparlamalı, hesabını düzgün görmeliydi. Kızaran gözlerini, yüzünü yıkamak için binanın köşesinde, çeşit çeşit, öbek öbek çiçeklerin, misler gibi kokan gül fidanlarının arasında bulunan eski zaman sebiline koştu.

Avuç avuç suyu tekrar tekrar çarptı yüzüne. Her seferinde biraz daha kendine geldi. Su damlaları yüzünden akarken bütün acı hatıralar yıkanıp hafifliyor, hafızasının unutulmuş bölümlerinin acılarla açılmasını engelliyor, onun yerine yoğun kederlerle dolu o kısımlar rahmet tevekkülüne sarılmış, sabır gülü kokulu, minyatür güzellikteki parmaklarla unutulmak istenenlerin konulduğu yere yavaşça itilip dedesi ve ninesiyle başlayan yeni hayat hikâyesinin mutlu sayfaları ilâhî aşkın rehberliğinde gözünün önüne seriliyordu.

O kadar çok yüzünü yıkadı ki üstü başı sırılsıklam olup üşüyünce yine gülümsedi:

“-Ah Sevgili Ninem ve Dedem, Allah’ın lütfusunuz. Ya sizler karşıma çıkmasaydınız? Şükürler Rabbim, hamtlar sana.”

Artık kendini iyice toplamıştı. Yeşilli dostuna gitmeye, onunla sohbete artık hazırdı. Ama o esmer adamla karşılaşmamak için lokantanın içinden değil de dışından dolaşıp arka kapıdan girmeye karar verdi.

Tam o sırada tüylerini diken diken eden o sesi yine duydu:

“-Ah! Sen! Sen, hayatımın gayesi! Canım benim!”

Elinde olmadan içi titredi. Seslenen oydu, kendini hastane odasında terk etmeye çoktan karar vermiş o hain. Ama hemen toparladı kendini ve kararını verdi.  “En iyisi dedi, kendi kendine, onu yok saymak, tanımamak.” Hızla geri döndü. Kaşlarını çatıp dümdüz bir sesle konuştu:

“-Bana mı seslendiniz?”

Esmer adam şaşkınlıkla cevap verdi:

“- Hayatım, benim ben, hatırlamadın mı?”

Sözünü kesti adamın:

“-Hatırlamam mı gerekiyor tanımadığım birini? Galiba biriyle karıştırıyorsunuz.”

“-Hayır karıştırmıyorum. Seni, hayatımın gayesini nasıl karıştırırım. Ne çok aradım seni ne çok, bilemezsin. Ama sen sevdiğin adamı, nişanlını nasıl hatırlamazsın?”

Yutkundu Mavili Kız. Nasıl da yalan söylüyordu. Lokantada yanında oturan güzel bir kızcağız kimdi o zaman? Dik dik baktı ona:

“-Sizi ilk defa görüyorum. Ben… Ben hiç nişanlanmadım. Eğer bu bir tanışma yolu ise gerek yok. Sizinle tanışmayı hiç düşünmem. Şimdi burayı terk edin, beni de meşgul etmeyin.”

Adam ona hızla yanaştı ve dikkatle yüzüne baktı. Düşündü: “Evet, evet o! Sağ şakağındaki üç ben… Ama beni hatırlamadı. Demek ki hâlâ kendinde değil. Olsun… O Paraya bu deli çekilir. Karun gibi zengin, farkında değil.”

Bütün oyunculuğunu gösterip candan bir gülümseme ile ona uzanıp kolundan tutmak istedi, yılıştı:

“-Bak canım, hastanedeydin. Kayıp olduğunu söylediklerinde üzüntüden ölüyordum. Kaç zamandır dağ tepe, şehir şehir, köy, kasaba seni aradım. Başından neler geçti kim bilir.”

Sözü uzatacaktı ama Mavili Kız uzaklaştı adamdan ve tekrar sözünü kesti:

“-Sizi tanımıyorum, hayatımda hiç görmedim. Bu saçma hikâyenizi başkasına anlatın. Şimdi çekilin önümden.”

Ama adam ısrarcıydı. Tekrar yanaştı:

“-Bak, sana güzel haberlerim de var. Sen kaybolduktan sonra avukatlarınız fabrikalarınızın sigortası ile ilgili bütün davaları kazandı. Şimdi çok zenginsin. Bu acayip kasabadan, bu sıradan yerden hemen kurtulabilirsin.”

Tepesinden aşağı kaynar sular döküldü Mavili Kızın. Çok ama çok kızdı. Demek ki eğer gerçekten aramışsa para içindi. Kendini toparlamak için derin nefes alıp yutkundu. Sert bir sesle kesti adamın sözünü:

“-Bakın, artık tahammül sınırlarını aştınız. Bana ne bilmediğim insanların parasından. Çekilin gidin. Yoksa yardım çağıracağım.”

Bu sözleri şaşırarak dinledi adam. Ardından hemen itiraz etti:

“-Bak tatlım, dinle beni. Ben… Sevgili nişanlın. Dinle bir dakika. Kazandığın para ile şu gördüğün kaplıca gibi bir sürü kaplıca alabilirsin. “

Mavilinin aklına dedesinin o güzelim sohbetleri geldi, o hikmet dolu sözleri: “Evrenler döner, âlemler, zerreler, hep zikir halinde döner. Kendilerine takdir edilen zamana kadar sürecektir bu dönüş. İnsanlar da bu dönüşüme dâhildir. Geldiği yerin güzelliğini, sahibinin lütfunu düşünüp, keşfeden, inanan kimi Âdemoğlunun dönüşü ilâhî aşkla, onun izini takipledir. Kimi aymaz insanoğlu da yalancı dünyanın sahte güzelliğine, zevkine düşer de mala, mülke, iktidar hırsına kapılır. Doymaz bir iştiha ile dönüşünü durdurur, kalp kararır, dil ve gönül sevgilinin adını anmayı unutur, hırsı büyürken ilâhî aşkı yokluklarda kaybolur. O zavallı ruhu günahın zifiri karanlık hapishanelerindedir artık. Çığlığı duyulmaz olur. Onlar artık dünya hapishanesinde hırs, tutku, kin ve garez oyuncaklarıyla oynamaktadırlar, dönüşleri onlarladır.”

Hırslandı, hiddet bütün benliğini neredeyse kaplayacaktı ki kendine hâkim olup konuştu:

“-Bu bahsettiğiniz paralar kimin?”

“-Senin tatlım!”

“-O zaman size ne?”

Bu soruyu beklemiyor olmalıydı ki,  o an büyük bir şaşkınlık yaşadı esmer adam. “Eskiden böyle sorular sormazdı. Bana sonuna kadar inanırdı” diye düşündü.” Şu garip kıyafetler içindeki kız akıllanmaya mı başlamış?”

Telaşla konuştu:

“-Ama… Ama benim nişanlımı korumam lazım değil mi! Sonuçta evleneceğiz, çocuklarımız olacak. Hayal ettiğimiz mutlu ailemizi kuracağız.”

Sabırla cevap verdi Mavili Kız:

“-Allah Allah! Kızın parasından size ne? Bu kadar zaman görmemişsiniz. Belki sizinle evlenmekten vaz geçti, parayı da pulu da istemiyorsa?”

Adam neredeyse dehşete kapıldı. Sinir içinde bağırdı:

“- Dinle beni! Gel, oturalım, konuşalım. Yoksa bu para devlete kalacak.”

“-İyi ya dedi Mavili Kız. Ne kadar güzel. Fakir fukaraya faydalı olur. Hiç tanımadığım biri ile yeteri kadar konuştum. Şimdi bir kelime daha ederseniz bağırarak yardım isteyeceğim.”

Hiddetten yüzü kıpkırmızı kesilen adam hızla uzanıp kolundan yakaladı Mavili Kızı.

Ama…

Ama tam o sırada hiç beklenmedik bir şey oldu. Yeşilli kadın elinde uzun, ince bir sopa, koşarak yanlarına geldi:

“-Neler oluyor burada? Can dostum, kim bu adam?”

Kolunu hızla çekip kurtarmaya çalıştı Mavili Kız, telaşla cevap verip bağırdı:

“-Tanımıyorum! Bırak kolumu!”

 Ama adam kızın kolunu bırakmadı. Yalvarmaya başladı:

“-Bir daha beni terk edersen yaşayamam. Lütfen yapma bunu bana. Beni bırakırsan ölürüm.”

Kızın sımsıkı tuttuğu kolunu çekti, sürüklemek istedi. Ama sopayı hızla kaldırdı Yeşilli kadın, adamın koluna bütün gücüyle indiriverdi. Gözleri çakmak çakmaktı.

“-Bak buraya, diye bağırdı. Sen benim can dostumu nasıl rahatsız edersin? Paralarım seni! Defol git buradan! Palavralarını başkasına anlat!”

Koluna yediği darbeyle inleyerek acı içinde yere çöken adam daha ağzını açmadan sopa bu defa yüzünü yalayıp geçti:

“- Bir daha seni burada görmeyeyim diye bağırdı Yeşilli. Yoksa yüzünü teğet geçen sopam kafana iner, nereden geldiğini bilemezsin. Edep sözünü duymamış yaratık!”

Ardından hemen Mavili Kızın koluna girip tekrar konuştu:

“-Bu tür insan kılıklılardan dünyada ne çok var, kim bilir.”

İnleyen adamı arkada bırakıp oradan uzaklaşırlarken Yeşilli konuşmaya devam etti:

“-Babam böyle zamanlarda daha çok aklıma gelir. Allah rahmetini bol eylesin, nurlarda yatsın, beden eğitimi öğretmeniydi. Dövüş Sanatlarında çok iyi bir sporcuydu. Genç sayılan yaşta gideceğini hissetmiş olmalı ki bana pek çok şey öğretti.”

Mavili Kız onu dinler görünüyordu. Ama aklı geride kalan adamdaydı. Düşündü: “Yüce Rabbimin emsalsiz hediyesi olan hayata karşı bu nasıl bir meydan okumadır? Nasıl bir kendini bilmezlik, hakka, adalete ve zamana karşı nasıl bir başkaldırma? Nasıl bir hâl içindedir ki kendi kurduğu yalan pazarında süslü, sevgi taklitçiklerini satılığa çıkarıyor, inanıp talip olanlara da sahte düzenler hediye etme iddiasında! Oysa aşk saf billurlar gibi olmalı ki ilâhî aşkın ilk basamağından sonuna kadar bir üste, bir üste, durmadan çıkmana vesile olsun.”

Verandaya gelince geniş kanepeye yan yana oturdular. Yeşilli onun ellerinden tutup merakla konuştu:

“-İyisiniz değil mi? Adamdaki uyanıklığa bak. Bu da bir tanışma manevrası olmalı galiba. Zengin nişanlı masalı. Bir arkadaşıma da adamın biri “halamın kızı Zehra” diye yanaşmış. “

Mavili Kız yine sırlara gülümsedi:

“-Edep bilmeyen, akılsız biri bu adam kılıklı.  Dünya malına çok tamah ettiği belli. Beni de bu hırsı için mi kullanacaktı acaba? Ama ben bu tuzakçının işine yaramam ki!  Ah bu zavallılar… Hiç mi düşünmezler, hiç mi akletmezler? Oysa bu dünya, çok farklı, saf güzelliklerle dolu… Ah be açgözlü, para kazanmak istersen hak etmek için uğraşmalısın, emek sarf etmelisin! Bırak da gerisi Yüce Rabbime kalsın. Tevekkeltü tealallah… ”

Derin bir nefes aldı. Ardından konuyu değiştirmek istedi:

“-Ama siz de el çabukluğu ile sopayı nasıl indiriverdiniz.? Minnettarım. Gelmeseydiniz işim çok zordu.”

Yeşilli kadın bir koşu gidip tepsiyle çay ve börek getirdi.  Ara ara durgunlaşan Mavili Kız sonunda kendini iyice toparladı. Hatta arkalarında bıraktıkları kolunu tutup inleyen adamı konuşup gülüştüler.

Sohbetin sonunda tepsiyi toparlayan Yeşilli bir iki işi daha olduğunu, bitirip tekrar geleceğini söyleyip yanından ayrıldı.

Artık vakit ilerlemiş, güneş ufka yanaşmaya başlamıştı. Verandadan dışarıya bakan Mavili Kız kendi kendine mırıldandı:

“-Artık toparlanmalıyım. Yoksa geç kalacağım. Toplayacak bir şey de kalmadı ya.”

O sırada Lokanta Sahibi kapıda göründü. Elinde torbalar vardı. Gülümsedi:

“-Kusura bakma ne olur, dedi. Bugün lüzumsuz bir doluluk yaşadım. Siparişlerini verdiğimiz çalışanım sen gelmeden evvel kasabaya inmişti. Misafirleri bırakamadım. Sana sormadan siparişi verdim. İnşallah malzemeleri ve yiyecekleri beğenirsin.”

Mavili yere baktı. Yüzüne hafif bir hüzün yeli değdi, geçti. Yavaşça başını kaldırdı ve ilk defa çekinmeden adamın gözlerine baktı, gülümsemedi:

“-Muhakkak çok güzeldir, dedi. Ama bu defa bir şey götüremeyeceğim.”

O an keder ince bir ibrişim gibi geldi adamın boynuna dolanıverdi sanki. Nefes alamadı. Beş on saniye konuşamadı. Şüphe sancılarla beyninde dolaştı. Zorlanarak konuştu:

“-Neden?”

Ardından ümit etmek istedi:

“-Anladım. Galiba malzemen var, kilerde de bol yiyecek.”

Kız başını eğdi, cevap vermedi. Adam büyük bir ümitsizlik yaşadı o zaman. Gerçekle hemen yüzleşmek için sadece tek bir kelimelik soruyu sordu:

“-Yoksa?”

Heybesinden işlemeli küçük el havlusuna sarılı paketi çıkarıp ona uzattı Mavili:

“-Bunu lütfen alınız, dedi. İçinde bugüne kadar buradan kazandığım bütün para var. Bu para artık bize lazım değil. Dedem ve ninem adına ihtiyacı olanların dertlerine çare olur musunuz?”

Kendisine uzatılan paketi çaresizce alan adam ümitsizce sorusunu tekrarladı:

“-Yoksa?”

Yavaşça başını ona çevirdi Mavili:

“-Evet, dedi. Bu son gelişimdi. Artık bu güzel yere gelemeyeceğim.”

Büyük bir hayranlıkla, engin ummanlar gibi derin bir sevda ile baktı kızın gözlerine Lokanta Sahibi, büyük bir kederle fısıldadı:

“-Ama ben… Ben bu mavi, güzel gözleri çok sevdim, ne çok, ah ne çok.”

“- Biliyorum, diye cevap verdi Mavili.

Sonra susup bir müddet yere baktı. Sanki söyleyeceği her kelimeyi gönül terazisinde tartıyor, akıl imbiğinden geçiriyordu. Nefes alıp konuştu sonra:

“- Mavi… Mavi saf renklerdendir. Ama hep mavi ile kalmıyor hayat. Hayatın ilk safhası mavi ise öteki ve en önemli safhası yeşildir. Hep dosttur iki renk.  Bahar mavi ile başlar, ama yeşile döner sonra.  Yeşil de hayatın kendisidir. Umudum o ki yeşili de seversiniz.”

Bu sözler aklına başka duyguları getirdi adamın. Acaba yanlış anlaşılmış olabilir miydi? Yeşilli kadına iş vermişti. Onunla arasında bir şey olduğunu sanıp…”

Ama kız onun düşüncesini anlamış gibi konuşmasına devam etti:

“-İnanın bana, o mavi sadece bir basamak.  Geçeceksiniz onu. Geçmelisiniz. Eğer bir renge takılıp kalırsanız dünyanız öylece o renkte donup kalır.  Oysa sizin dünyanız renkleri aşıp gözün görmediği başka renkleri anlayacak kadar büyük.”

“-Beraber aşalım o basamakları, o renklere beraber gidelim,” diye sızlandı adam.

Başını iki yana salladı Mavili:

“-Ben… İnanın bana, ben çok farklı bir dünyadayım. Her insanın yolu da farklıdır. Üstelik ben… Ben sandığınız, beklediğiniz değilim.”

Yavaşça heybelerini aldı, kapıya yöneldi.  Adam uzandı, onun elinden heybeleri aldı, yavaşça kapıyı açıp yol verdi. Hiç konuşmadan merdivenleri indiler. Arka bahçeye giden yolda yürümeye başladılar.

Tam o sırada Yeşilli genç kadın arkadaşını görmek için verandaya giden merdivenleri çıkmak üzereydi. Lokanta Sahibi ile Maviliyi fark etti. Önce onlara katılmayı düşündü. Sonra içi yanarak düşündü. İlk görüşte âşık olduğu adam her davranışıyla o kıza ne kadar tutkun olduğunu nasıl da belli ediyordu. O büyülü havayı yanlarına gidip bozmaya ne hakkı vardı?

Belki bir iki dakika arkalarından baktı. Acaba ne konuşuyorlardı? Gizlice arkalarından gidip dinlese miydi acaba? Ümitsiz aşkını ümide çevirecek bir şey duyabilir miydi, küçük bir bakış, bir farklı kelime? Merakına yenildi. Arka bahçenin kapısına kadar yavaşça arkalarından saklanarak yürüdü. Onlar koca kara kayanın önünde durunca gizlice duvarın arkasına sinip konuşmaları dinlemeye başladı.

Lokanta Sahibi hiçbir şey söylemeden ona uzun uzun baktı. Kelimeler sanki Kaf dağına uçmuştu da peşinden gidecek mecali yoktu. Neden sonra ağır ağır konuştu:

“-Sen buraya gelince hüzünlü, sesiz, renksiz dünyam maviye boyandı, denizlerim, göllerim, ırmaklarım, derelerim ve pınarlarım hatta yağmurlarımın damlaları bile mavi ezgiler söylemeye başladı. Çiçeklerim mavi açtı, ağaçlarımın yaprakları pırıl pırıl mavi oldu. Koyu mavi göğümde güneşim maviydi artık. Gece bütün yıldızlarım da. Burada olman benim tek yaşama sevincimdi. Hep geleceğini ümit ederek yalnız olmadığımı hissediyordum. Ben… Ben sensiz nasıl yaşayacağım. Şimdi bütün mavi renkler solacak, renksizleşeceğim.”

Kız ondan bakışlarını kaçırmıyordu artık:

“-Hayır, dedi. Öyle demeyin. Solmak unutmanın başka adıdır. Oysa sevdadan söz ediyorsunuz. Solmayan bir mavi olmalı. O, gerçek aşka giden yolda ilk kapının anahtarı, ilk basamak.  Esas Sevgiliye giden sonsuz basamaklı merdivende ilk adım. O maviye yaşama sevincinin rengi canlı sarı karışıp yeşil olacak. Lütfen bundan sonra yanınızda yeşil olsun.”

”-Ben maviden gayri hiçbir rengi istemiyorum, diye sızlandı adam. Gitme. Kal. Beni bırakma. Ya da… Ya da ben seninle geleyim.”

Gülümsedi genç kız:

“-Sizin gelmeniz çok erken. Benim de artık gitmem gerek. Bekleniyorum. Ve… Yeşil size emanet. Ben de sizi yeşile emanet ediyorum. Nice yeşil baharlara, nice yeşil yapraklara, yeşil göklere ve elbette yeşil ilahilere. O yeşil ile siz huzur içinde ilâhî aşk basamaklarını aştıkça beni daha iyi anlayacaksınız.”

“-Ben…  Ben sensiz çok yalnız kalacağım, kalbim üşüyecek yalnızlıktan. Beni böyle bırakma, dedi adam. Sensizlikle dopdolu yalnızlıktan ölürüm ben, yaşayamam.”

“-Hayır, yalnız değilsiniz, diye konuştu kız, yine sırlara gülümseyerek. Asla yalnız olmayacaksınız. Yaradan yarattığı her şeyi sevgi için aşk ile yaratmıştır. Düşünün, bir gece tek başına dışarı çıktınız, muhakkak yanınıza biri gelir, bir dost. Uzaktan bir hüthüt sesi duyarsınız, bir bülbül teranesi. Dostlarınızdır sizin.  Ve… Siz sevginizi anlatırsınız, bütün kâinat dinler sizi, siz de onu. Rabbim de sizi. Bilirsiniz ve hissedersiniz ki asıl aşkın sahibi O’dur. Dönüp dolaşır O’nun kapısında bulursunuz kendinizi. Nereye baksanız O’nun izleri size gülümser. Hep gülümseyen izler… Güzel çiçekte, küçük bir kuşta, bir çift gözde… Mavisi, yeşili, karası ile gülümseyen gözlerde.”  

Yeşilli genç kadın bu konuşmayı sonuna kadar dinlemeyi, veda kelimelerini duymak istemedi. Yanaklarından bahar yağmurları gibi akan sessiz gözyaşları ruhuna hüzünlü, bir o kadar da coşkulu ümidi fısıldıyordu artık. Bir hayal gibi sessizce, bir o kadar da hızlıca, yine gizlice geri dönerken Yağızın sesi duyuldu.

Güzeller güzeli yağız at kara kayanın arkasından yavaş adımlarla onlara yanaştı, Mavili Kızın yanına gelip başını onun omuzuna koydu.

Kız adamın kolundaki heybelere uzanırken elinin üstüne küçük, sıcacık bir gözyaşı düştü. Gülümsedi, karşısındakine baktı. Gözlerinden süzülen damlaları gördü. Hiç sesini çıkarmadı.

Adam boynunu büktü. Kolları iki yana düştü, fısıldadı:

“- Ah… Ben, ben…”

Kız ona doğru bir adım attı, gözlerine bakıp yavaşça konuştu:

“-Yolunuz açık, sevdanız mübarek, aşkınız ilâhi olsun. Dilerim ki son durağınız ezeli meclis, kavuşacağınız Asıl Sevgili olsun. O Sevgiliye emanet olun.”

Döndü, ata heybeleri yükledi. Ama bir şey unutmuş gibi Lokantacıya tekrar baktı. Bu bakış biraz uzun sürdü. Ardından neredeyse fısıldadı:

“-Az daha unutuyordum. Sevgili Yeşilli Dostuma veda edemedim. Selamlarımı da söyler misiniz?”

Bir sıçrayışta ata bindi. Yağız birkaç saniye içinde koca kara kayanın arkasında kaybolurken adam öylece, heykel gibi, kıpırdamadan, kıpırdayamadan arkasından bakakaldı.  İçi boşalmıştı sanki. Artık hiçbir şeyin önemi yoktu.

Yavaşça geri döndü. Gizli bir yer aradı. Yaban güllerinin arkasına gizlenip yere oturdu. Şimdi ne yapacaktı. Farkında değildi ama ruhundaki fırtına deli gözyaşları ve hıçkırıklar halinde onu sarsıyordu.

Ama bir ses onu kendine getirdi:

“-Hey! Hemşerim, güllerin dibinde oturan. Baksana buraya.”

Elini yüzünü hemen silip ayağa kalktı. On beş yirmi metre ileride küstah tavırlı, esmer yakışıklı bir adam duruyordu. Yavaş yavaş kendisine yanaştı. Azarlar gibi konuştu:

“-Hemşehrim, demin yanında mavi hırkalı bir kız vardı. Nereye gitti o?”

Bir hançer geldi Lokanta Sahibinin yüreğinin tam ortasına saplandı, yer ayağının altından kayıp zelzeleye yakalandı sanki. Şaşkın bir kızgınlık beyninde dolandı:

“-Niye soruyorsun, dedi hırsla. Ne yapacaksın?”

“-Dur ağabey, diye yılıştı karşısındaki. Bir akrabama benzettim. Buranın müşterisi mi o? Hangi şehirden gelmiş, bir bilgin var mı?”

Diklendi Lokanta Sahibi:

“-Hayır, müşteri değil. Şehirle de alakası yok. Dağ köylerinden bir elişi ustası. Buraya bir şeyler satmaya geldi. Bir daha da gelmeyecek. Hem… Sen kimsin de bu soruları soruyorsun?”

Esmer genç ısrarcıydı. Yılışıklığına devam etti:

“-Ağabey sinirlenme, dur bir dakika. Adını söyler misin?”

İşte o an Lokanta Sahibi hayret dağlarının şahikasına çıkıp derin şaşkınlık uçurumlarına düştü sanki. Büyük bir hüzünle düşündü: Sevdiceğinin adını bilmiyordu!

Sonra hüzünle kendi kendine dedi ki: “İsmini bilmem gerekiyor mu? Onun adı mavi, Mavili Kız, mavi, derin ummanım, mavi, engin gökyüzüm. Mavi mavi nefes aldığım havam. Canımı feda edeceğim kara sevdam o”

Farkında olmadan mırıldandı:

“- Onun adı… Onun adı Canfeda.”

Çok şaşırdı esmer genç:

“-Allah Allah, dedi. Çok benzettim. Sağ ol benim ağabeyim. Haydi, kolay gelsin.”

Sağa sola bakındı.  Hızla otoparka gitti. Görevliye dağ köylerine giden yolu aceleyle sordu. Adam arka bahçeyi işaret etti.

 

suzan cataloluk 2023.02.06 2 mavili kiz canfeda

Az sonra esmer adam dağ yolunda motosikletiyle gidiyordu. Etrafa dikkatle bakarak onu arıyordu. Bulmalıydı o mavili kızı. Adı gibi emindi. Gördüğü oydu o! Çok zengin bir ailenin tek varisi olan bu kızla nişanlanabilmek için çok uğraşmıştı. Üç yıl peşinde koşmuş, nazenin kızı ikna etmek için neler neler yapmıştı. Ona âşık olmuş muydu? “Hayır,” dedi kendi kendine. Aşk gibi saçma sapan, gelip geçici bir hisle hiç mi hiç ilgisi olmazdı.  O hayatın gerçeklerine bakardı. Gücün zenginlikten geçtiğine inananlardandı. Çok iyi okullarda okutulmuş, çalışkan, onca zenginliğe rağmen iddiasız, ama çok güzel bir kızdı nişanlısı. Tam ona göreydi. Ailesi de onu sevmiş görünüyordu. Evlendikten sonra ailenin bütün malvarlığının başına geçip idare etmeyi ve elbette keyifle yaşamayı düşlerken o mahut yangın bütün hayallerini yıkmış, elinde kala kala yarı deli, durmadan ağlayan beş parasız bir kız kalmıştı. Onu terk etmeyi düşünürken hastaneden kaçan kızın cesedinin derin bir uçurumun dibinde bulunduğu söylenmiş, cesedi çıkarmaya giden yetkililerin ifadesine göre ceset kaybolmuştu. Kız aranırken ailesinin avukatları sigorta şirketleriyle cebelleşip davayı kazanınca herkesten çok mavi gözlü nişanlısını kendisi aramaya başlamış, ancak bütün aramalarına rağmen hiçbir iz elde edememişti. Ama bugün onu görmüştü. Adı gibi emindi. Oydu o mavi hırkalı kız. Hiçbir şeyi hatırlamamış görünüyordu. Acaba hafızasını kaybetmemiş, avukatlarıyla haberleşmişti de artık kendisini istemeyip başından savmak için rol mü yapıyordu.

Bu son düşünce onu deli etti. Tam üç yılını harcamıştı ona. Şimdi başından savmaya kalkarsa ona dünyayı dar ederdi.

Hırsla hızlandırdı motosikleti. Neredeydi bu deli? Tekrar tekrar etrafa baktı. Artık ormanlık alandaydı. Küçük tümsekleri geçmiş, tepelikleri aşmaya başlamıştı ki sevinçle bağırdı:

“-Ah! İşte. Gördüm seni. Yakaladım. Elimden kaçamazsın!”

Ama önde giden atlı birden hızlanıp dörtnala kalktı, çalılıklarla ve çam ağaçlarıyla dolu tepeyi aştı inişe geçip gözden kayboldu.

Biraz sonra tepeye ulaşan esmer adam etrafa bakınca şaşkınlık ve hiddetle bağırdı:

“- Nereye kayboldu bu yine?”

Tekrar tekrar baktı. Atlıdan iz yoktu. Tepenin karşısında büyük bir kayalık, üzerinden deli deli akan çağlayan, önünde çok güzel bir gölcük vardı.

İki saat döne döne oraları aradı, birkaç kayalık ve tepe gezdi, hiçbir iz bulamadı. Daha yukarılara çıktı. Ağaçların azaldığı yerde durup bakınırken karşıdan gelen ormancıyı gördü.

Ormancı hızla ona yanaştı. Kızgın bir yüz ifadesi ile dik dik konuştu:

“-Hayrola arkadaş? Ne geziniyorsun buralarda? Yasak bölgede ne işin var?”

Esmer adam “yasak bölge” sözlerini duyunca azıcık korkup şaşırdı, kekeledi:

“-Kusurumu bağışla memur bey… Ben… Ben bilmiyordum. Önde giden atlıya yetişecektim. Gördün mü onu. Nişanlım olur. Üzerinde mavi hırkası vardı.”

“-De git işine! Ne mavi hırkalısı, ne atlısı! Haydi, geri dön, diye söylendi ormancı. Tutanak tutturma bana.”

Uzanıp kolunu tuttu memurun esmer adam, yalvardı:

“-Ağabeyciğim dur hele. Hakikaten doğruyu söylüyorum. Birkaç yıl evvel kaybolmuştu. Uçurumun dibinde akan ırmağın kenarında bulunmuş. Kurtarmaya gidenler görememişler. Ama ben onu birkaç saat evvel gördüm. Şu aşağıdaki çağlayana kadar takip ettim. Sonra kaybettim.”

Ormancı inanmaz gözlerle ona baktı:

“-Arkadaş sen dellendin mi? O cesedi buldu bizim iki arkadaş. Korkup dokunmamışlar. Yardım istemişler. Irmağın kıyısındaki küçük kayada beklerken büyük bir sel gelince bizimkiler canlarını zor kurtarmış. Ne ceset kaldı ne ağaç ne çalı çırpı. Sel koca taşları bile yerinden söküp götürmüş. Cesedi çok aradılar. Bulamadılar. Çağlayanın başında bir beyaz bez parçası buldular. Gördüğün o çağlayanın önündeki gölcük dipsizdir. Kaç can almıştır. Yeraltı suyuna karışıyormuş anlattıklarına göre. Kim bilir kaç parçaya ayrılmıştır. Kemiği bile kalmamıştır.”

Son ümit kırıntısına sarıldı esmer adam:

“-Ağabey, affet, bir sorum daha var. Benim nişanlım mavi gözlü idi. Hani yabancı biri, mavi gözlü…”

Sinir içinde kesti onun sözünü ormancı:

“-Arkadaş! Sen beni dinlemiyorsun herhalde. Ne konuşuyorum ben? Mavi gözmüş, yeşil gözmüş! Ne geveliyorsun sen? İnsanlık yapalım dedik, cılkını çıkarmaya başladın. Milletin gözüne mi bakıyoruz biz? Dön git evine, buralarda dolaşma. Tekin değil bu yerler, tekin değil diyorum. Az yukarıda uçurum başlıyor. Hemen yanında da iki mezar var. Söylentiye göre ara ara nurlar parlarmış. Zikir sesleri duyulurmuş.  Hava birazdan kararacak. Laftan anla! Dolaşma buralarda, aklından olma.”

Arkasını döndü, tepeden aşağıya yürümeye başladı. Koştu peşinden esmer genç, yine koluna yapıştı:

“-Ağabey, dedi telaşla. Motosikletle geldim. Gel beraber gidelim. Laflarız azıcık.”

Kolunu şiddetle çekti ormancı. Hırsla bağırdı:

“-Defol be adam! Başlatma lafına. Nişanlısıymış da arıyormuş da! Sahtekâr! Kız yapayalnız buralara gelmiş, uçurumdan aşağı düşmüş, haberin olmamış. Şimdi yandıma düşmüşsün! Allah bilir kıza miras kalmıştır. Onun peşindesin. Defol! Elimden bir kaza çıkacak.”

Şaşkınlıktan neredeyse dili tutulacaktı esmer gencin. Hiç sesini çıkarmadan koştu, motosikletine atladı. Gerisingeriye kaplıcaya dönmeye karar verdi.

Yol boyunca düşündü. Ormancı Mavili kız için ceset dediğine göre ölmüş olmalıydı. Ama gördüğü o mavi gözlü, mavi hırkalı kızın nişanlısı olduğundan o kadar emindi ki. Hayal görmüş olamazdı. Yüzüne bakmış, sesini duymuş, kolunu tutmuştu. Ama aklına ormancının kendine tuhaf gelen sözlerini düşününce sırtı ürperdi. İçi titredi. Aklı karıştı.

 “En iyisi” dedi kendi kendine, “daha az ama garantili zenginliğime döneyim. İlla mavi gözlü olması şart mı? Şimdiki de ela gözlü. Bu akşam baş başa yemek yiyeceğiz. Ona evlenme teklifinde bulunayım. Havalara uçacak.”

O gece Lokanta Sahibini uyku tutmadı.  Dışarı çıktı. Yine arka bahçeye doğru yürüdü. Gül öbeklerinin bulunduğu yol kenarındaki banka oturdu. Başını avuçlarının arasına aldı, yine mırıldandı:

“-Rabbim, Şimdi ne yapacağım ben?”

Hava serinlemişti. Hafif bir yel esiyor, çok güzel çiçek kokularını etrafa yayıyordu. Gökyüzünde tek bir bulut yoktu. Koyu lacivert gökyüzünde boydan boya uzanan Samanyolu tüm ihtişamı ile ışıl ışıl parlıyordu.

Başını kaldırıp o nefes kesen güzelliğe baktı. Hüzünle düşündü: “Allah’ım! Onu çok özlüyorum. Deli bir sevda beni yakıp kavuruyor. Gitti. Hiçbir şey yapamadım, sadece gidişini seyrettim, sadece.”

Bir nokta ışıldadı gökyüzünde. Büyüdü, büyüdü, ince, pırıl pırıl bir mavi çizgi halinde bir yay çizerek uzaklarda yavaşça kayboldu.

“-Allah’ım, diye mırıldandı. İşte böyle ışıltılarla hayatıma aniden girdi, aynı şekilde çıkıp gidiverdi.”

Uzaklarda bir hüthüt ötmeye başladı. Ona yakınlardan bülbül cevap verdi. Yel kuvvetlendi, dalların yapraklarını hışırdatmaya başladı. Ardından bir cırcır böceği teraneye başladı. Ama yalnız kalmadı, fazla zaman geçmeden arkadaşları da ona katıldı. Harika bir ahenk dört bir yana yayıldı.

Çok yakınından bir ateş böceği ışıldayarak geçti, gülün yapraklarına kondu. Arkasından biri, biri daha, derken çoğaldılar. Gül öbeği ışıldamaya başladı.

Farkında olmadan gözlerini yumdu, sesleri dinlemeye başladı.  Şaşkınlıkla düşündü:” Ne kadar güzel bir düzen var bu seslerde. Şaheser bir ilâhiyi söylüyorlar sanki. Nasıl da huzur veriyor insana.  Mavilimin sesi de bana aynı duyguyu yaşatırdı.  Onsuz ne kadar yalnızım ben.”

Sanki bir mavi ışık geçti yanından, sanki onun sesini duydu:

“- Hayır, yalnız değilsiniz, asla yalnız olmayacaksınız.  Her yerde O var, O! Her şey onu söylüyor, her şey ona dönüyor…“

İçi titredi, birden sanki beyninde ışıltılı yazılarla yazılmış bir sayfa açıldı. Mavili kız kâinatların hakikatini anlamış, gerçek aşkı bulmuştu. Kendisine de onu işaret ediyordu!

İçine o güne kadar yaşamadığı coşkulu bir heyecan, anlamadığı bir hayret doldu. Gözyaşları yağmur gibi akmaya başladı. Gönlüne yerleşiveren sakinlikle, bir sabah yeli gibi ruhuna dolan huzurla düşündü: “Şükür Rabbim, çok şükür.”

Başını kaldırdı, aya baktı. Nazlı nazlı akan gözyaşlarından  sakin bir damla çenesinden yavaşça aşağı doğru süzülürken ay ışığı geldi, onu okşayıp geçerken mavi mavi yansıdı.

Biraz evvel sessizce gelip yavaşça yanına oturan ve onun mırıltılarını dinleyen Yeşilli genç kadın gördü o yansımayı ve çok şaşırdı. Yavaşça konuştu:

“-Hayır, yalnız değilsiniz, asla yalnız olmayacaksınız.”

Şaşkınlıkla ona döndü adam. O güzel yeşil gözler de ay ışığında nemli nemli parlıyordu.

Lokanta sahibi o gözlere bakıp sadece bir cümle söyledi:

“-Mavili Dostunuzun size selamı var.”

Sonra hiçbir şey söylemedi ona, sadece başını göğe çevirdi, o muhteşem yıldız seline bakıp sırlara gülümsedi.

Suzan ÇATALOLUK

24.01.2023

Nilüfer- Bursa

03.51

Son okuma: 01.02.2023

Yazar
Suzan ÇATALOLUK

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen