Suzan ÇATALOLUK
Alev alev yanıyordu. Ateş güneş rengi dilleriyle, kıvrım kıvrım dallarıyla her yanı sarmış, gördüğü göreceği her yeri, her şeyi, bütün dünyasını kaplamıştı. Dalgalar halinde üzerine geliyor, biri bitmeden daha şiddetlisi onun yerini kapıyordu.
Acılar dünyanın en derin kuyusuydu sanki. İçindeydi ve durmadan aşağılara düşüyordu. Bir türlü dibe ulaşamıyor, çığlık çığlığa bağırmak istiyordu. Ama sesi çıkamıyor, sadece ara ara inliyordu.
Duyduğu dehşetli acının yanında hissettiği sonsuz bir kederle de boğuluyordu. Öyle ki bu keder engin ummanlar olmuştu, onu karanlıklara çekiyor, durmadan ciğerlerine dolup nefes alamaz hale getiriyordu.
Hüzün o engin ummanlarda derin ve çok güçlü dalgalardı sanki. Onu alıp ıstırap kayalarına vurdukça kalbi dursun diye Allah’a yalvarıyordu.
Ara ara sesler duyuyor, sanki çok uzaklarda ağıtlar yakılıyordu. Bu yankılar ulu dağlara çarpıp vücudunun neredeyse her noktasını tekrar tekrar zehirli hançerlerle yaralıyordu, ya da kendisine öyle geliyordu.
Anlayamadığı fısıltılar da işitiyordu. Sanki birileri başında durmadan dua ediyor, Allah’a yalvarıyordu. Çok derinlerden gelen bütün bu sesler ve fısıltılar gözyaşları gibiydiler, duydukça gönlünü ıslatıyor, o dehşetli yangında içine serinlikler bahşediyordu.
Bir ara dilleri mavileşen alevlerin arasından gökyüzünü görür gibi oldu. Ama gökyüzü neden yemyeşildi? Sapsarı bir sürü yıldız o yeşillikte neden ışıl ışıl parlıyordu?
Kocaman bir duvar saatinin sarkacı gibi acıyla şaşkınlık arasında gidip geldi bir müddet. Sonra iri yağmur damlaları önce atıştırmaya, ardından şiddetini artırmaya başladı. Pembe inci taneleri gibiydiler. Her damla o çılgın alev dalgalarının üstüne düştükçe bembeyaz dumanlar çıkararak yangını söndürmeye başladı.
Ama birden etraf karardı. Dipsiz bir kuyuya yine hızla düşmeye başladığını hissetti. Durmadan süren bu düşüşle yavaş yavaş içi geçerken esrarlı, güzeller güzeli, minyatür parmaklı iki el gördü. Pembe beyazdılar. Birinci el sanki beyninde durmadan bir şeyleri siliyor, diğeri kalbindeki zehirli hançeri yavaşça çıkarıyordu.
Kendini kaybederken yine bir fısıltı duydu:
“-Ah yavrucak… Ne oldu sana? Kim bilir neler geldi başına…”
O karanlıkların ve düşüşün ne kadar sürdüğünü ne bilebildi ne hatırladı ne de hatırlamak istedi.
Sonunda soğuk ve ıslak bir şeyin alnına değdiğini fark edip titreyerek kendine gelmeye başladığında, ilk hissettiği sadece şaşkınlıktı. Neredeydi, o dipsiz karanlık kuyudan nasıl çıkmıştı? Gözlerini açmak istedi. Parlak güneş ışığı gözlerini kamaştırınca göz kapakları tekrar kapandı bir müddet.
Sonra bir ses duydu, sevgi ve şefkat doluydu:
“-Uyanıyor galiba. Ah çocuk neler oldu sana?”
Yavaşça gözlerini açtı. Karşısındakini puslu camda görür gibiydi. Galiba yaşlı bir kadındı. Başında beyaz bir tülbent vardı. Gözlerini ovuşturmak istedi. Ama kolunu kıpırdatamadı.
Yaşlı kadın yavaşça elini uzattı. Yumuşacık bir bezle onun gözlerini, yüzünü silerken fısıldadı:
“- Oynatma kolunu yavrucak. Korkma, iyisin. Bak, bizimlesin.”
Şaşkın şaşkın karşısındakine baktı. Çok yaşlıydı beyaz tülbentli kadın. Pembe beyaz yüzü iyice kırışmıştı. Sevgiyle, merakla bakan gözleri iyice küçülmüş, gözbebekleri rengini kaybedip gri-maviye dönmüştü. Çizgileşen dudakları ile gülümsüyordu. Beli bükülmüştü ama yine de hareketleri hızlıydı. Üzerinde uzun çiçekli bir elbise, onun üstünde el örgüsü siyah renkli bir yelek vardı.
Sonra etrafa bakındı, tavandaki hezanlara, bembeyaz duvarlara, küçücük pencerenin yanındaki sedire, tahta karyolaya, karşı duvarı neredeyse boydan boya kaplayan, hep yanmakta olan odunlarıyla, içinde mis gibi kokan yemeğin pişmekte olduğu, durmadan tıkırdayan tenceresiyle ocağa, diğer duvardaki raflara, yerdeki rengârenk desenli kilime…
Bir şeyler sormak istedi ama aklına hiçbir şey gelmedi. Onun yerine yaşlı kadın sordu:
“-Yavrum, adın ne gülüm?”
Bu soru onu dehşete düşürdü. Kekeleyerek cevap verdi:
“-Ad mı? O da ne?”
Yaşlı kadının yüzünden önce büyük bir şaşkınlık geçti. Ama hemen kendini toparlayıp gülümsedi, sakin sakin konuştu:
“-Gülüm, herkesin bir adı vardır. Meselâ bana nine diyebilirsin. Ben öyle çağırılıyorum. Sen nasıl çağrılırsın?”
Dehşeti daha da arttı. Nasıl çağrıldığını bilmiyordu. Yine kekeledi:
“-Bil… Bilmiyorum.”
Nine hüzünle ona baktı ve kederle düşündü: “Eyvah! Yavrucak hafızasını yitirmiş. Ne yaşadı kim bilir. Kolunu, bacağını nasıl kırdı acaba? Ya da… Ya da kimler kırdı? Pek de güzel bir kızcağız. Ne güzel masmavi gözleri var. Ay parçası gibi. İnşAllah geçmişini yavaş yavaş hatırlar.”
“-Acıktın mı, diye sordu sonra. Bak, dedenin dağlardan topladığı kekikle un çorbası yaptım, sıcak sıcak. İçersin değil mi?”
Çorba? O da neydi? Ardından soru sormaktan hemen vaz geçti. Çok acıkmıştı. Her ne ise içmeliydi. Başını salladı sadece.
Az sonra nine ona toprak kâseye koyduğu çorbayı bakır tepside getirdi ve kaşık kaşık içirmeye başladı. Gülümsüyor, büyük bir sabırla onun hareketlerini izliyor, soru sormak için zaman kolluyordu.
Son kaşığı da onun ağzına götürdü, yutkunduğunu görünce sakin bir sesle sordu:
“-Güzel kızım, sana ne oldu böyle? Kaza mı geçirdin?”
Şaşkınlıkla baktı nineye. Gözleri irileşti. Soruya soruyla karşılık verdi:
“-Bana ne mi oldu? Ne olmuş ki bana?”
Yaşlı kadın şaşkınlığını yine gizledi. Ama ne diyeceğini bilemeden sustu. Sonra ilk aklına gelene sevinerek gülümsedi
“- Yavrum, diye konuştu. Biraz da börek yer misin? Dedenin yetiştirdiği ıspanakla yaptım.”
Ninenin gözlerine bakınca sevgi çağlayanları gördü. Sessizce başını salladı yine.
Az sonra ninenin aynı tepsiye koyup getirdiği toprak tabaktaki mis gibi tereyağı kokan böreği görünce ağzı sulandı. İhtiyar kadının yüzüne minnetle bakıp yine kekeledi:
“-Ne güzel… Görünüyor Nine. El…lerine sağlık. Çok… Teşekkür ederim.”
Bu konuşma ikisini de çok şaşırttı. Nine bu kadar güzel cevabı beklemiyordu. Adını bile hatırlamayan bu güzel kız bu güzel kelimeleri nasıl hatırlamıştı?
O da ninenin bu şaşkınlığından çok daha fazla şaşırıp elinde olmadan tekrar konuştu:
“-Ben… Hiçbir şey bilmiyorum. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Bu konuştuklarım da kendiliğinden oluyor.”
Nine uzanıp onun yanağını okşadı:
“-Yavrum, dedi. Sen bize Yüce Rabbimin hediyesisin. Geçmişini yavaş yavaş hatırlarsın inşallah. Şimdi böreğini yedireyim. Tek elle yiyemezsin. Sağ kolun sarılı. Yarın sargılarını açacağım. O zaman her şey daha iyi olacak. Ayağın için de telaş etme. Artık yavaş yavaş üstüne basabilirsin.”
O sırada kapı açıldı. Bembeyaz sakallı, bıyıklı, nine kadar yaşlı, başında kalpak, sırtında gocuk, kucağında odunlarla yaşlı adam içeri girdi. İkisini görünce onlara baktı beş on saniye. Sonra sevinçle:
“-Kızımız uyanmış, dedi. Çok şükür Rabbime. Hoş geldin dünyamıza, evimize yavrum.”
Ardından kucağındaki odunları duvarın yanına dikkatle dizdi. Birkaçını da ocakta yanıp tükenen, artık köz hale gelen kuru dalların üstüne düzenli bir şekilde koydu. Ateş harlandı, mavi dilli alevler oynaşmaya başladı.
Pencerenin kenarındaki sedire yavaşça oturdu ihtiyar adam. Sakin sakin konuşmaya devam etti:
“-Dışarısı bayağı soğumuş Hanım. Yağız Ata az arpa verdim. Kara keçiye ve ak koyuna da ot. Sularını tazeledim. Oğlaklar pek yaman. Atlayıp zıplıyorlar. Ala kızımız da iyi şükür Allah’a. Kışı rahat geçireceğiz inşallah.”
Bütün bu konuşulanları duydukça sanki beyninde bir defterin eski sayfaları açılıyor, her kelime karşılığını buluyor, ışıldayarak manasını belli ediyordu.
Ninenin uzattığı son börek lokmasını yutarken düşündü. “Bu yaşlı adam dede, bu iyi kalpli kadın nine. Ya ben kimim?”
Bu soruyla birlikte beyninde kocaman bir sayfa daha açıldı. Ama bu sayfada cevaplar yoktu, sorular yoktu, sadece ve sadece bir sürü soru işareti vardı. Bu yüzden dede ile nineye ne soracağını da bilemedi. Sadece aklına gelen o ilk kelimeyi sordu:
“-Ben… Dede, sevgili Nine, söyler misiniz bana, ben kimim?”
İhtiyarlar birbirine baktılar, gülümsediler. İhtiyar kadın uzanıp yanağını okşadı onun ve dedi ki:
“-Şimdi uyu mavili kızım. Bunları sonra konuşuruz. Yeni kendine geldin. Dinlen. Konuşmak için zamanımız var.”
O akşam hep birlikte şifalı çorba içip ninenin un helvasını yediler. Dede baharda bahçesine ekeceği sebzeleri anlattı. Nine de ona koyun yününden bir hırka örmeye karar verdiğini söyleyip sordu:
“-Mavi gözlü meleğim, hangi rengi seversin?”
Düşündü, sahi hangi rengi severdi. Hatırlamıyordu. Ama ne önemi vardı ki. Nasıl olsa geçmiş geçmişte kalmıştı. Nine de ona sorarken zaten cevabı vermişti. İlk defa gülümsedi:
“-Mavi renkli hırka olur mu? Olursa o rengi isterim.”
Aradan fazla zaman geçmedi. Yaşlı kadın bir sabah vakti hırkayı uzattı ona. Gök mavisiydi ve elişiydi, nakışları pek güzeldi.
Ninenin yatağının üstüne koyduğu hırkayı yavaşça okşadı, yumuşacıktı. O an birden gözünün önünde başka bir yaşlı kadın belirdi, beyaz başörtüsü, gözlüğüyle. Örgü örüyordu. Bir çocuk sesi duydu:
“-Anane! Bana da örgü öğretir misin?”
Ama görüntü de ses de hemen kayboldu. Anlayamadı bu hali. Gözlerini yumup derin bir nefes aldı. Ardından fısıltıyla konuştu:
“-Çok teşekkür ederim. Ne kadar da güzel! Keşke ben de yapabilsem. Sevgili ninem, bana öğretir misin?”
Yaşlı kadının yüzünden büyük bir sevinç rüzgârı geçti. Coşkuyla uzanıp onun gür saçlarını okşadı:
“- Elbette Mavili kızım. Ne öğrenmek istersen… Örgü de dantel de gergef de yemek de… Sen hele bir iyileş.”
O sabah kuş cıvıltılarıyla ve mis gibi yemek kokusuyla uyandı. Ardından tencerede yavaş yavaş kaynamakta olan çaydanlığın, inleyen rüzgârın sesini, tazecik kuzuların melemesini, atın kişnemesini duydu.
Etrafına bakındı. Her şey ne kadar da uyumluydu bu odada ve ne kadar huzurluydu. Gözlerini yumup düşündü, neredeydi ve bu insanlar kimlerdi. Akraba mı, bildik tanıdık mı, yoksa onu tesadüfen bulup buraya mı getirmişlerdi?
Yavaşça doğrulmaya çalıştı. Ama sağ kolu sızladı. Bakınca o ana kadar fark edemediği sargıları gördü. Bembeyaz tülbentlerle sarılmıştı. Ne olmuştu koluna. Düşündü, bulamadı.
Tam o sırada nine içeri girdi. Elinde yine o tepsi ve kâse vardı.
“-Nasılsın bugün mavili kızım, dedi neşeyle. Haydi kahvaltını et de koluna bakalım.”
Yavaşça gelip yanındaki sandalyeye oturdu.
Ninenin kucağındaki tepsiye bakınca ağzının sulandığını hissetti. Bal, tereyağı, peynir, bazlama ve sıcacık, üzerinde dumanlar tüten çorba enfes görünüyordu.
Ona eliyle yemek yediren yaşlı kadın masal anlatır gibi o sabah olanları deyiveriyordu:
“-Yeni kuzularımız oldu, kış kuzuları bunlar. Nasıl da güzeller. Birinin beyazı, ötekinin siyahı fazla. Deden de çok sevindi. Keçiler de yeni yavruladı. Ahırın içinde zıplayıp duruyorlar.”
Bu sözler ona nasıl da yabancıydı. Ama ninenin neredeyse fısıltıya yakın bir biçimde, kelimeleri tane tane söyleyerek anlatışı onda bilmediği bir sayfayı okuması, gitmediği yere gidip oradaki dünyayı keşfetmeye başlaması gibi değişik, heyecan verici duygular uyandırıyordu.
Kahvaltı bitip de nine tepsiyle gitmek için ayağa kalkınca, onu kolundan tuttu. Hüzünlü bir sesle yalvardı:
“-Sevgili Nine. Burası neresi? Ben sizin neyinizim? Beni bu yatağa nasıl getirdiniz? Eğer anlatmazsan bir daha yemek yemem. Çok meraklandım. Lütfen beni kırma. Ne olur hemen anlat!”
Nine tekrar sandalyeye oturdu. Onun yüzüne dikkatle ve hüzünle baktı:
“-Ben de senden bir şey isteyeceğim dedi. Ama önce söz ver, üzülmeyeceksin ve bir daha bu konuda soru sormayacaksın.”
Merakla ve aceleyle başını salladı:
“-Söz, ninem. Haydi, haydi anlat, hiç üzülmeyeceğim, söz.”
Yaşlı kadın beş on saniye yere baktı. Ne söyleyeceğini hesap eder gibiydi. Ardından onun güzel mavi gözlerine baktı. Derin bir nefes alıp her şeyi masal gibi anlatmaya başladı:
– Seni şu yakınlardaki uçurumun dibinde bulduk. Sağ kolun ve sağ bacağın birkaç yerden kırılmıştı. Yüzün, gözün, her tarafın kan kan içindeydi, elbiselerin paramparçaydı. Önce öldün sandık. Ama deden askerliğini sıhhiye olarak yapmıştı. Ölmediğini anlayınca eve taşıdık. Ben gençliğimde sınıkçılık yapardım. Kolunu, bacağını güzelce sardım. Tam iki aydır kendini bilmeden yattın. Ara ara bağırıp sayıkladığın günler oldu. Ama dediklerin de hiç anlaşılmadı. Yavrum bizim bildiğimiz bu kadar. Evimiz şehirden çok uzakta. En yüksek dağın uçurumlarının en derininin kıyısında. Buraya hiç gelen giden olmaz. O yüzden arayanın soranın olup olmadığını da bilmiyoruz. Yavaş yavaş hatırlarsan, kim olduğunu sen bize söylersin.”
Sustu nine. Anladı ki kısaca özetlenen hikâyesi şimdilik bu kadardı. İki ihtiyar tam iki ay kendisine bıkıp usanmadan bakmışlardı. Büyük fedakârlıkla başında bekleyip onu ölümden kurtarmışlardı.
Gözleri doldu. Zorlukla konuştu:
“- Hayatımı kurtardınız. Sizlere ne çok zorluklar yaşattım, Allah bilir. ‘Çok teşekkür ederim’ demek asla yeterli değil. Ama kabul ederseniz kızınız olayım. Ben de sizlere hizmet edeyim.”
Bu güzel sözleri duyan nine büyük bir şaşkınlık yaşadı. Hem cümlelerin güzelliği hem de cümlelerdeki o güzeller güzeli minnet ifadeleri onu hüzünlü mutluluklara gark etti. Yine elini uzatıp onun yanağını okşadı.
O sımsıcak sevgi dolu eli yanağında hissedince kendini tutamadı artık. Ağlayarak nineye tek eliyle sarıldı.
Nine de onu şefkatle kucakladı, saçlarından öpüp fısıldadı:
“- Yavrum, ağlama. Sen bize Rabbimin emanetisin. Elbette kızımızsın. Burası senin evin.”
Sonra yavaş yavaş kolundaki sargıları açtı. Parmaklarını oynatmasını istedi. Ağrısız olarak kıpırdayan parmaklarına, yavaşça bükülen koluna dikkatle baktı. Herhangi bir sekel yoktu.
“- Şükürler olsun Yüce Rabbime, dedi sevinçle. Şimdi yavaşça kalkmaya gayret et. Sakın korkma.”
Ardından şaka yapıp ellerini çırptı. Küçük bir kahkaha da attı:
“-Eh, artık örgü derslerine başlayabiliriz.”
Yaşlı kadına minnetle bakıp doğruldu yataktan. Başı hafiften döner gibi oldu ama nineye belli etmedi. Yavaşça kapıya doğru yürüdü. Her adımda kendine daha da güvendi ve yüreklendi. “Yürüyorum artık, gerisi kolay,” diye düşündü.
Aradan geçen birkaç ay içinde ulu dağın en yüksek yamacında, uçurumlarının en derininin kıyısında, yemyeşil ormanın içinde bulunan o küçücük eve çok alıştı.
Ev bir mağaranın içine yapılmıştı. Çatı yerine mağaranın kocaman taş tavanı vardı, taşın üzerinde de yemyeşil çimenler ve yosunlar. Uzaktan bakanın orada bir ev olduğunu düşünmesi neredeyse imkânsızdı.
Ön tarafı uçuruma bakıyordu mağara evin. Bu tarafta sadece bir duvar örülmüş, ana kapı yerleştirilmiş, iki küçük pencere konmuştu.
Gizli bir inişle mağaranın önüne gelen, dik olmayan taş basamaklar sanki iki ihtiyar için özel olarak yapılmıştı.
Uçurumun hemen kenarında bir toprak fırın vardı. Ama nine ekmeği mutfaktaki ocağa açılan küçük fırında yapıyordu.
Evin ana kapısından genişçe bir sahanlığa giriliyor, bütün kapılar bu bölüme açılıyordu. Dede ile ninenin odası ile kendine verilen odanın pencereleri bu tarafta ve aydınlıktı. Arkada, mağaranın içinde kalan mutfak ve hamam kısmı ve kapısı kilitli bir oda daha vardı.
Mutfağın penceresi tavandaydı. Dede bu pencereye camın üstüne sürgülü, üst üste geçen iki kalın tahta kapak yapmıştı. Tahta kapakların açılmasıyla mutfak aydınlanıyordu. Burası çok genişti. Duvarındaki sıra sıra dizili raflarda bulunan toprak küplere kışlık kuru yiyecekler doldurulmuştu.
Bir duvarında kocaman bir ocak bulunan, insanın içini ısıtan yerin ikinci kapısı arkaya, mağaranın derinindeki ahıra açılıyordu.
Bu bölüm ona çok sevimli gelmişti. Dede mağaranın en ucuna küçük sürgülü bir kapı daha ilave etmişti. Sabah şafak sökerken açtıkları bu kapıdan geçilip hafif bir yokuşla arka bahçeye çıkılıyordu. Yağız bir at, bir inek, iki çebişli kara keçi, iki kuzulu ak koyun, bir horoz, beş rengârenk tavuk, iki de kaz geceyi bu ahırda geçiriyordu.
İçinde tuvaletin olduğu sobalı hamam mutfağın yanındaydı. Duvarları ve yer kızıl kahverengi seramikti.
Evin bütün iç duvarları bembeyaz alçı ile kaplanmıştı ve çok hoş temizlik hissi veriyordu. Hamam hariç bütün zemin mis gibi reçine kokan tahtalarla kaplıydı. Odalarda birer tahta karyola ve sedir, yerlerde çok güzel desenli kilimler vardı. Evdeki bütün yastıklar da el dokumasıydı, bin bir çiçek sanki gelip bu güzelim dokumalara konuvermişlerdi.
Hep şaşırmıştı bu düzene ve bir gün nineye sormuştu:
“- Dağ başına bu malzemeleri nasıl getirdiniz. Hepsi de pek güzel.”
Sırlarla dolu bir gülümseme ile cevap vermişti nine:
“-Getirmedik ki. Deden çok iyi seramik ustasıdır. Dışarıdaki fırında pişirdi toprakları. Tuğla yaptı, yer döşemesi yaptı, hepsine şekil verdi, yerlere dizdi, el yıkama yerleri, banyoya topraktan musluklar, tuvalet malzemeleri yaptı. Hatta akşamları aydınlandığımız kandilleri bile. Ormandan da kuruyup devrilen ağaçları yonttu, düzeltti. Kimilerini fırınlayıp kuruttu. Muntazam tahtalar halinde kesti, zımparaladı, döşedi. Çok emek verdi, çok. Buraya geldiğimizde sadece bu harika mağara vardı. İnce ince düşündü her lâzım olabileceği. Mağaradan elli metre uzakta bir su depomuz bile var. Musluklardan sıcak sularımız akıyor. Çok mârifetli bir adamdır deden.”
Derin bir nefes alıp bir müddet susan yaşlı kadın konuştuğunda her zamanki gibi gülümsüyordu:
“-Ben de sergi işini hallettim. Kilim dokudum, koyuncukların yünlerinden yatak, yorgan, ne lâzımsa yaptım. Her ördüğüme, dokuduğuma bir ad koydum. Oyalar, dantellerle süsledim. Bu kadar oldu işte.”
Nine sadece el işinde değil, mutfakta, bahçe işlerinde de çok marifetliydi. Mağaranın arka tarafındaki geniş alana harika bir bahçe yapıp tuğla duvarlarla çevirdikleri bu iç açıcı yerde meyve ağaçlarının her çeşidinden bir tane vardı. Sebzeler karıklarla düzenlenmiş ve otları ayıklanmıştı.
Kendisi de nineden çok şey öğrenmeye başlamıştı. Günler geçtikçe örgüler örmeye, nakış yapmaya da başladı. Dededen de sazdan ve taze söğüt dallarından sepet yapmayı da belledi. Hepsi çok keyifliydi. Durmadan uğraşıyor, hiç boş durmuyordu.
Bir gün de sabah erkenden dede onu yağız ata bindirdi. Mağaranın ahır tarafında, kalın bir çuha ile kapalı olan, o zamana kadar bilmediği koca bir oyuktan geçip geniş bir dehlize girdiler. Yarım saat ya gittiler ya gitmediler. Bir şelalenin kenarından geçip dışarı çıktılar.
Manzarayı görünce şaşırdı kaldı. Uzakta dumanı tüten bacaları, kırmızı çatıları, beyaz badanaları, çitlerle çevrili bahçeleri ile evler vardı ve masallardaki gibi güzel, büyülüydüler. Hayretle bağırdı:
“-Sevgili dedem! Nereye geldik biz?”
“-İnsanlara yanaştık dedi ihtiyar adam. Kasabaya geldik. Ninenin bir iki siparişi var. Onları alacağım. Senin de görmeni istedim. Yüzünü iyice ört. Kimseyle konuşma. Etrafa iyice bak. Tanıdık birini hatırlarsan sakin ol. Bana söyle. Anladın mı güzel kızım.”
Büyük bir dikkatle dedenin dediklerini yapıp gördüğü herkesi seyredip kulak misafiri oldu. Ama hiç kimseyi tanımadı…
*****
O kış çok güzel bir rüya gibiydi. Çok soğuk havaya, bele kadar yağan kara, kamçı gibi esen deli rüzgârlara rağmen ışıkların yansıdığı o bembeyaz örtüyü, arasından baş kaldırıp hürriyetini ilan eden kardelenleri, çakan şimşeklerdeki o müthiş enerjiyi, gök gürlemelerindeki hayata dair çağrıyı, o çılgın fırtınanın, âşık rüzgârın sesindeki ahengi ve musikiyi çok sevdi.
Nihayetinde uyanıp penceresinden bakınca tomurcuklanan ağaçların, yeşeren çimenlerin arasında adeta gülümseyen mine çiçeklerinin, koşuşan karıncaların, gökyüzünü yavaş yavaş terk eden kurşuni bulutların, artık yele dönüşen âsi rüzgârın hayata, yaşama sevincine ve mutluluğa ilişkin gizli şiirini görüp duyunca kalbi sevgiyle coştu o gün.
Hemen fırladı yataktan. Evde kimse yoktu. “Uyandırmaya kıymamışlar beni,” diye düşündü. Çok sevildiğine karar verip neşelendi. Mutlulukla hemen üstünü giyip sırtına şalını sardı. Bir koşu bahçeye gitti. İleride dede ile nineyi gördü.
Gördü ama gördüklerine şaştı kaldı. Dede ile nine karşılıklı yere oturmuş, başlarını yere doğru eğmiş, alınları birbirine değmiş vaziyette, öylece duruyorlardı. Yaşlı kadının elleri dizlerinde, ihtiyarınki de onların üzerindeydi.
Hafif bir rüzgâr esiyor, ağaçların yapraklarını hışırdatıyor, çiçekleri sallandırıyor, ninenin beyaz yemenisini de titretiyordu ya da yaşlı kadın tir tir titriyordu.
Çok telaşlandı. Kendisine söylemeye çalıştıkları bir şeyler olmalıydı. Sessizce ilerledi, en yakın ağacın dibine çöktü. Onları dinlemek istedi.
Tam o sırada nine hıçkırdı:
“-Ben sensiz nasıl katlanırım bu hayata?”
Dede yaşlı kadının başörtüsünün kenarında çıkan gümüş telleri okşayıp kulağının kenarına iliştirdi ve tane tane konuştu:
“- Ölüm nedir ki ey can! Bilirsin ki o mutlu bir geçiş kapısı… Sevgilinin hediyesi, avucumuzda sanırdık ömür denen zamanı. Ayrılığımız de ki bir an! Dayan ey can! Bu dünya bir han, geldik, yolcuyduk, gidiyoruz, ben birkaç adım önde, sen de benim peşimdesin. O halde niye bu gözyaşları be can?”
Yaşlı kadın derin bir iç çekti:
“- Ah! Bilirim… Bilirim de ben senden şimdiye kadar hiç ayrı kalmadım ki, diye kederle konuştu. Bana ayrılığı öğretmedin ki!”
Dede karşısındakinin yaşlı çenesini tuttu titreyen elleriyle. Derin bir aşkla gözlerine baktı:
“-Ey can, canımın canı, ruh yoldaşım, bu hale ayrılık deme. Toprağı terk edip gitmek seni bırakmak değil ki. Terk ettiğimiz şu fani dünyayı, yani toprağı toprağa bırakacağız, ben birkaç gün önce, sen birkaç gün sonra. Ruhlarımız yine yan yana. Bir kapıya doğduk, hayat denen yolda yürüdük el ele. Yine bir kapıdan, inşallah hakikatin muhteşem güzelliğine geçip asıl Sevgilinin hediye ettiği gerçeğin yurduna gideceğiz. Üzülme.”
Artık dayanamadı. Yerinden fırladı. Aklına bir sürü soru üşüşmüştü: Nereye gidiyorlardı? Toprağı toprağa bırakmak ne demekti? Ölümden bahsedip duruyorlardı. Neler oluyordu? Yoksa artık kendini istemeyip buraları terk mi ediyorlardı?
Birkaç adımda yanlarına ulaştı ve takati birdenbire bitiverdi de iki yaşlının şaşkın bakışları arasında, önlerinde dizlerinin üstüne çöktü. Ağlayarak kekeledi:
“-Nereye gidiyorsunuz beni bırakıp? Beni hiç sevmediniz mi? Bu garip kız tek başına ayakta nasıl durur diye düşünmediniz mi? Beni nasıl terk edersiniz, sizi bu kadar sevmişken, size hayatımı borçluyken?”
Birden beyninde şimşekler çaktı sanki. Gözleri kararır gibi oldu. Söyledikleri sanki büyüdü, büyüdü, sesi karşıdaki yalçın kayalara çarptı da kulaklarında yankılandı. Kendi sözlerini kendi dinledi ve hayretle düşündü: “Ben bu sözleri bir yerlerden hatırlıyorum!”
Tam yere yığılmak üzereyken nine hemen uzanıp onu kaldırdı. Kollarının arasına alıp okşadı. Gözyaşları arasında konuştu:
“-Güzel kızım. Hiçbir yere gitmiyoruz. Hep yanındayız. Korkma sen. “
*****
O gece sabaha kadar son yaşadıklarını rüya olarak tekrar tekrar gördü. Dedenin o sözleri şiir gibi kulaklarında yankılandı hep:
“-Ölüm nedir ki ey can!
Bilirsin, mutlu geçiş kapısıdır o…
Sevgilinin hediyesi ömür denen zaman.
Ayrılığımız de ki bir an!
Üzülme…
Ey can! Dünya bir han,
Yolcuyuz, geldik, gidiyoruz,
Ben birkaç gün önce, birkaç gün sonra sen.
Yine yan yana ruhumuz.
Üzülme…
Bırakacağız toprağı toprağa
Canımın canı, ruh yoldaşım,
Ayrılık deme bu hale asla.
Sen bendesin, ben hep seninle.
Üzülme!
Ölüm ne ki Ey can,
Bir kapıda doğduk ömür denen zamana,
Bekliyor güzelliği gerçeğin öteki kapıda.
Armağanı Sevgilinin, asıl yurdumuz.
Üzülme.”
O sabah erkenden uyandı. Camdan dışarı baktı. Sıra dağların ardındaki ufuk çizgisi hafifçe kızıllaşmaya başlamış, bulutlar yavaş yavaş kurşuniden beyaz ve ışıltılı pembeye gitmeye, ormanın gizemli karanlığı aydınlık, sırları gizleyen ışıltılı yeşile dönmeye başlamıştı.
Uzanıp sessizce pencereyi açtı. İçeriye tertemiz, çiçek kokularıyla dopdolu hava girince derin bir nefes aldı. Sevinçle uzaklara baktı. Dede ve nineyle hayat ne güzeldi.
Ama birden aklına dünkü konuşmaları ve gördüğü rüya geldi. İçi hüzünle doldu. Dün hiçbir şey soramamıştı. Bugün bütün cesaretini toplayıp sormaya kararlıydı. Ama iki ihtiyar o kadar neşeli ve mutluydular ki o güzel hali bozmak istemedi ve gün boyu hiçbir şey soramadı.
Akşam yemekten sonra dedenin odasına geçip namaz kılmasını bekledi. Onu bahçede ara ara namaz kılarken görüyor, huşu içinde dudaklarını kıpırdatmasını, ellerini açıp uzun uzun dua etmesini seyrediyor, sebebini anlayamadığı derin bir mutluluğun serin ve güzel bir rüzgâr gibi ruhunu sardığını hissediyordu.
Bu anlar onun için esrarlı bir kapının önünde durmak gibiydi. Elini o esrarlı kapının mücevher tokmağına uzatsa, içerideki olağanüstü güzel bir dünyanın kendisini içine çekeceği duygusuna kapılıyordu.
İhtiyar adamın namazdan sonra dışarı çıktığını ve uçurumun kenarındaki taşa oturduğunu gördü. Hemen ardından dışarı çıktı.
Muhteşem bir manzara onu bekliyordu. Koyu lacivert gökyüzünde ışıl ışıl parlayan sonsuz sayıdaki yıldızın kimileri uzanıp tutulacak kadar yakın görünüyordu. Gümüşten bir küre gibi pırıl pırıl parlayan mehtap kurşuni bulutları aydınlara aydınlata bilinmezlere gidiyor, uçurumun öteki tarafından devam eden, başı neredeyse göğe değecekmiş gibi görünen ve uğuldayan ılık rüzgârla sanki hüzünlü ilahiler fısıldayan, dalları sallanarak zikir çeken ağaçlar ufuktaki ulu dağlara doğru yavaş adımlarla yürüyor gibiydi.
Uzaklarda birkaç çavuş kuşu birbirlerine o güzel ötüşleriyle kim bilir neler söylüyordu da bu güzelim teraneye bülbüller de hemen cevap veriyor, uçurumun dibinde döne döne akan ırmağın çağıltısı bu ilahi ahenge ayrı bir güzellik hediye ediyordu.
Dedenin büyük bir huzurla ellerini kaldırıp dua ettiğini, sonra başını göğsüne eğip dalıp gittiğini görünce birden korkuya kapıldı. Oturduğu yer uçuruma pek yakındı. Yavaş yavaş yanına yanaştı.
Dede onu fark edince başını kaldırıp gülümsedi. Yumuşacık bir sesle konuştu:
“-Gel, yanıma otur yavrum. Galiba bir şeyler sormak istiyorsun. Dün konuşamadık. Şimdi şu güzelim manzarada sohbet etmeye gayret edelim. Hava da pek güzel. İnsanın içini açıyor.”
Koca taşın öteki ucuna oturdu. Dedenin yüzüne baktı, şaşırdı. Ay ışığında bembeyaz kısa sakalları, bıyıkları, kaşları, pembe beyaz yüzü, başında ninenin ördüğü beyaz takkesi sanki ışıldıyordu, yakasız beyaz mintanı da.
Şaşkınlıkla, azıcık da korkarak gözlerini yumdu. Ama ihtiyar adam bu şaşkınlığını hemen giderdi:
“- Yavrum, mehtap çok parlak bu gece. Benim sakalımda, yüzümde bir keramet yok. Korkma, bak bu taş da parlıyor.”
Şaşkınlıkla taşa baktı, gerçekten de parlıyordu. Gülümsedi yine dede ve dedi ki:
“-Haydi sor bakalım sorularını. Belli ki pek çok şeyi merak etmişsin.”
Yavaş bir sesle sordu sorusunu:
“- Sevgili dedem, Nineme dün bir yere gideceğinden bahsettin. Ona “Ey can” dedin. “Sen de arkamdan geleceksin” dedin. Nereye gideceksiniz? Beni de götürecek misiniz?“
Dede sırlarla dolu bir gülümseme ile onun güzel yüzüne beş on saniye baktı:
“- Bütün bu sorulara cevap vermek için evvelâ bir girizgâh gerekiyor, dedi. Başını kaldır, gökyüzüne bak, güzel kızım. Onda hiç düzensizlik görüyor musun? Ya şu ormana, şu esen yele, ilahiler söyleyen şu güzelim kuşlara. Bütün kâinat, yıldızlar, dünya, dünya üzerindeki bütün canlılar, velhasıl her şey nasıl da müthiş bir düzen içinde. Her canlı geliyor kâinata, bir zaman geçiriyor burada. Sonra…”
İhtiyar adam derin bir nefes alıp sustu. Bir müddet düşündü. Onun bu ara vermesiyle konuşmasının bittiğini zannetti. Yalnız olduğunu sandığı kalbi dede ile can ü gönülden sohbet istedi. Ama sohbetin nasıl başlayacağını da bilmediğini işte o an anladı. Telaşla sordu:
“-Ya sonra? “
Yavaşça başını kaldırdı, onun gözlerine baktı yaşlı adam ve neredeyse fısıltıya yakın bir sesle sorununa soruyla cevap verdi:
“-Sence… Sence sonrası ne?”
Şaşırdı. Aklına hiçbir şey gelmedi. Hemen halinin arkasına sığınıp telaşla konuştu:
“-Ben… Ben hiçbir şey hatırlamıyorum ki? Ama her şeyin bir sonrası vardır herhalde.”
Ardından aklına birkaç şey hücum etti belli belirsiz. Elini alnına götürüp dalgın dalgın kaşıdı:
“-Ama, diye devam etti konuşmasına. Ama her şeyin bir sonrası olduğuna göre bir evveli, ilki olduğuna göre sonu da vardır. Hiçbir şey durup dururken başlamaz ki. Onu harekete geçiren, bu ilk sebebi meydana getiren de olmalı.”
“-Yani, dedi yaşlı adam. Her şey, her hadise bir sebeple meydana geliyor. O sebep de kendiliğinden oluşmuyor. Bir güç o sebebi yaratıyor. O yaratılış da Yaratıcının “ol deyince oluveren” kuralları çerçevesinde oluyor. Yani…”
Farkında olmadan dedenin sözünü kesti dalgın dalgın:
“- Bu konuda da hiçbir şey hatırlamıyorum. Bilmiyorum… Ama her şey bir düzen içinde, kurallara uygun olarak yürüyor. Bana kalırsa da bu düzen sevgiyle ve büyük bir itina ile devam ediyor. Bu hal sevgisiz olmaz gibi geliyor bana. Ne bileyim, mesela dün nineye “ey can” diye sesleniyordun. Ne kadar güzel bir sevgi ifadesi…”
Yaşlı adamın yüzünden küçük bir şaşkınlık yeli geçiverdi. “Bu mavi gözlü yavrucak hiç boş bir kız değil,” diye düşündü, “Mutlaka bir eğitim almış. Oturması, kalkması, davranışları da çok zarif. İyi bir ailede yetişmiş olmalı. Yoksa feylosofların ifadelerine yakın bu sözleri nereden bilebilirdi ki?”
Ardından göğe bakıp konuştu:
“- Ne güzel dedin, dedi. Düşün bir kere, sevgi olmasa, aşk olmasa ninenle bu kadar dost olabilir miydik? Düşün tam yetmiş senedir yan yana, can canayız. Allah’ıma şükürler olsun ki bana böyle bir can yoldaşı verdi. Sevgisiz hiçbir şey olmaz. Her canlının ama her canlının kendi tabiatında göre bir düzeni ve mutlaka sevgiyi yaşadığı bir zamanı vardır. Ama bu sevgiyi kalplerine koyana, akıllarına yerleştirene, gönüllerini aşkla tutuşturana dönmek lazım. İşte o zaman…”
Tam o sırada ninenin sesi duyuldu:
“-İşte o zaman Yüce Rabbimin en çok seven olduğunu hisseder, anlar ve O’nunla yaşarsın.”
Sohbetin o gizemli havası, içinde bulunduğu o muhteşem tabiat kendisini o kadar etkilemişti ki yaşlı kadının ayak seslerini duymamıştı.
Ona şaşkınlık ve hayranlıkla baktı. Ay ışığında omuzlarına inen beyaz başörtüsü, daima gülümseyen yüzüyle başka âlemlerden iniveren meleklere benziyordu. Elinde tepsisi yavaşça yanlarına oturdu nine:
“-Sohbet çaysız olur mu, dedi. Ballı çörekle iyi gider diye düşündüm. Haydi bakalım canlarım.”
O günden sonra artık her gece, neredeyse aynı saatte o harika sohbet alışkanlık haline geldi. Hiç hatırlamadığı geçmişini sorgulamayı da çoktan unutmuştu. Bu yalçın dağların en yücesinde, uçurumların en derininin kenarındaki bu gizli mağaradan dönüştürme evde, çok yaşlı iki insanın yanında kendisine yeni bir gelecek hazırlamayı çok istiyordu. Ancak ikisinin baş başa, hüzünle dolu yaptıkları o konuşmayı hatırladıkça gizli bir el yüreğini sıkıyor ve hayatın kendisini başka kederlere hazırladığını inceden inceye hissediyordu.
O konuşmadan bu yana on beş gün geçmişti. Ne dede ne de nine ona herhangi bir açıklamada bulunmamıştı. Kendisi de artık soru sormaktan korkuyordu.
Her gece ninenin hazırladığı çayın içilip, çöreklerin büyük bir keyifle yendiği sohbetler onu hiç bilmediği olağanüstü âlemlere götürüyordu sanki. Önünde bilmediği sayfalar açılıyor, sırlarla dolu cümleleri okuyor, onları çözdükçe dünyaya başka türlü bakıyor, başka türlü bir sevda kalbinin başköşesine yerleşiyordu.
Yine o akşam aklına yer eden soruyu sordu dedeye:
“- Dedem, dün gece eşyanın arkasındaki hakikat dedin. Çok merak ettim. Eşya nedir, hakikat nedir?”
İhtiyar adam gülümsedi yine. Esen yelin uğultusunu dinledi bir müddet. Ardından nineye döndü:
“-Bizim mavili kızımız ne güzel soru sorar oldu değil mi Ey can?”
Nine, her zaman yaptığı gibi, uzanıp saçlarını okşadı onun:
“-Evet, dedi. Hakikat ve eşya… Yani varlık, var olan her şey… Bir şekli, dokusu, yapısı olan her şey. Kâinatta yer tutan, görünür, görünmez olan her bir şey. Bu her şey, kimi zaman gözümüze şekilsiz görünse de kendi içinde mutlaka düzeni olan her bir şey…”
Yaşlı kadının daha sözü bitmeden sanki beyninde bir şimşek çaktı o an. Neden olduğunu anlayamadığı, ama net bir şekilde algıladığı görüntü gözlerinin önünde belirdi birden. Bir avuç çamurdu bu ve o çamur büyüdü, büyüdü, ufka kadar genişledi. İçinde dolaşan böcekleri, tohumları, taş parçasını gördü. Ardından o küçücük taş parçası da ufka kadar yürüyüp kocaman hale geldi.
Ve…
O küçücük taş parçasında gözle görülmeyecek kadar küçük, neredeyse sonsuz sayıdaki şeylerin meydana getirdiği âlemdeki düzeni, ahengi gördü. Şu karşıda toplu olarak dönen su zerresi de esrarlı bir şekilde büyüdü de suyu meydana getiren elemanları fark etti. Biri büyük, iki küçük bulutumsu birbirlerine hiç vuruşmadan, yine birbirlerinin etrafında sonsuz bir hızla dönüp duruyordu. Şimdi olağanüstü bir şölen vardı gözlerinin önünde ve o güne kadar duymadığı muhteşem fısıltılar duyuyordu sanki.
Büyük bir şaşkınlıkla olanı seyretmeye başladı. Ne kadar zaman geçtiğini bilemeden öylece kalakaldığını sandı.
Ama… O bulutumsu da büyümeye başlayınca irkilip ellerini gözlerine götürdü ve farkında olmadan sildi ve tam o sırada ninenin son sözünün son hecesini henüz bitirmekte olduğunu fark edip çok büyük bir şaşkınlık daha yaşadı ve uykuda gibi sayıkladı:
“-Ah! Zaman nasıl da farklılaşıyor! Bir damla suda gizli sır… İki can dostunu birleştirip suyu meydan getiren, böylesi muhteşem bir düzeni kuran elbette eşyanın da hakikatinin de sahibidir!”
O sakin, huzurlu gecede, ulu dağlardan esen rüzgârla, derinden derine gelen çağlayanın ilâhisiyle, gökte ışıldayan yıldızların fısıltısıyla dedenin sesi ona aynı anda cevap verdiler ya da ona öyle geldi:
“-Şimdi anladın mı eşyanın hakikatini… Kavradın mı hakikatin ve bütün eşyanın sahibini?”
O geceden sonra dünyaya bakışı değişti. Toprak, ağaç, dal, yaprak, çiçek, meyve, tohum, dağlar, derin derin nefes aldığı hava, bulutlar, yağmur damlası, nazlı pınarlar, aşkla mırıldanır gibi akan dere, sevdalı yel, deli rüzgâr, ocakta ara ara mavileşip aşkın yakıcılığını hikâye eden alevler… Her neye baktıysa arkasındaki gerçeği, gerçeğin sahibini düşündü.
Düşündü, çok düşündü…
Gecenin bir vaktinde dışarı çıkıp sesleri dinledi. Gecenin sesleriydi onlar ve sanki görünmez, muhteşem bir güç her şeyi düzenlemiş, bu şaheser teraneyi onun dinlemesi, yüreğine işlemesi için bestelenmişti. Yıldızların ahengini, şafak sökerken gökyüzünü, güneş ışığının karanlıktan aydınlığa geçişte yapraklarda, suda, toprakta, ufuk çizgisinde meydana getirdiği şahane renk değişimlerini ve yansımalarını seyretti.
Her şey ne kadar da güzeldi ve esrarlıydı. Bu güzelliğe o kadar alışmış ve öylesine derin bir hayranlık duymaya başlamıştı ki ilk günlerde onu durmadan rahatsız eden “ben kimim” sorusunu da aklına artık gelmez olmuştu. Yaşadığı bu hayat ona derin bir huzur veriyor, başta iki yaşlı olmak üzere her şeyi ama her şeyi artık çok seviyordu, düşünmeyi de dede ve nineyle sohbet etmeyi de… Ama sevginin esası, cevheri neydi, bu cevherin tarifi nasıl yapılabilirdi?
O akşam bu defa çay tepsisini nineye bırakmadı. Her şeyi kendi hazırladı. Yine taşın üstüne serdikleri çizgili, rengârenk desenli kilime oturdular.
Nineden öğrenip yaptığı ballı çörekler ve güzelim ıhlamur çayı sohbetlerine lezzet katarken dedeye sordu:
“-Sevgili dedem, sevgi… Sevginin aslı, esas tarifi ne ola ki?”
Cevap nineden geldi:
“-Yaşayarak görüyorsun. O tarif edilemez, ancak hissedilir, ancak kendiliğinden, coşkuyla bilinir.”
Şaşırdı. Her şeyin tarifi olurdu da niye sevgininki olamazdı? Dedenin yüzüne baktı. İhtiyar adam ondaki hayreti bakışlarından keşfetti ve dedi ki:
“-Bazı kavramları tariflere sığdıramazsın. Onları mekân ve zaman ile sınırlayamaz, anlatamazsın. Bunların başındadır sevgi. Ve… Elbette bu sevginin de basamakları vardır. Aşk insanın gönlüne değişik şekillerde konar zarif bir kelebek gibi. Çok güzel ve küçücük bir çiçek tohumu gibi verilir ona. Biz onun kıymetini bilir, özenle korursak, büyümesi için gönlümüzden geleni yaparsak, o güzeller güzeli tohum dünyanın en güzel çiçeği olur da bizim evrenimizi sonsuz sayıda tomurcukla doldurur, hiç boşluk bırakmaz. Sevginin olmadığı yere gelince hiç olmayacak olan nefret olur, kibir olur, hınç olur, haset de kin de bütün kötülükler de. Sevgi ve bilgi her gönül ve akıl kapısını açan sihirli anahtar gibidir. Ama… Ama Yüce Allah’ın muhteşem hediyesi olan sevginin kıymetini insanoğlu biliyor mu, işte bunu ben bilemiyorum. Dua ederim ki bu her güzel kapıyı açan şaheser hediyeyi her insan kalbi keşfetsin.“
Söze yine yaşlı kadın devam etti, neredeyse fısıltıyla:
“-Ben ilk önce annemi, babamı, dedemi ninemi, geniş olan ailemi sevdim. Bebektim, çocuk oldum, çiçeklerimi, bahçedeki hayvanlarımızı sevdim, büyümeye başlayınca arkadaşlarımı, öğretmenimi de. Sonra genç oldum. Dedene âşık oldum. Ona çok sevdalandım çok. Yetmiş seneyi aştı. Sevdam yıllar geçtikçe çoğaldı. Ama bir aşk daha var ki onun tarifi hiç olamaz, ancak huşu ile hissedilir ve yaşanır.”
Bu defa şaşkınlığı çok büyüktü. Eşine olan aşkın dışında nine kime âşık olmuş olabilirdi ki?
“-Şaşırma, dedi ihtiyar adam gülümseyerek. Aşkın en son ve en güzel basamağı ninenin aşkıdır ki her gönle nasip olur inşallah. Şu muhteşem kâinâtı sevgiyle Yaratan’a duyduğu ilahi aşktır o. Her düşünen ve seven kalbin gizliden gizliye istediği aşktır o aşk. Düşün, dünyanın en güzel yerinde olsak, karşımızda dünya güzeli bir insan olsa ve biz ona âşık olsak da hep bilinmez, tarif edilmez bir hasret duyarız yaşarken. Hep bir yanımız eksik gibidir. İşte bu bilinmez hasret, biz tam anlayamadan, tam sezemeden, gönlümüzün ilahi aşk sahillerinde gezinirken, o aşk ummanında yüzememesinden, Allah’a ulaşamamasından dolayıdır. Ama bu aşkı sezmek de yetmez. Hayatımız boyunca uğradığımız her menzilin ötesinde bir menzil daha vardır. O’na ulaşmak için bu dünya imtihanını geçmek gerekir. Nasıl geçilir diye sorarsan her kula ait, sadece ve sadece ona verilen yoldur ki hiçbir yere sapmadan yürümelisin.”
“-Ama, dedi nine usulcacık. Her kulun O Sevgiliye ulaşan yolu kendine aittir. Sen senin yolundan, sana özel olarak verilen menzillerden geçerek gidersin. Senin kendine ait dünyanın, yokuşlarının, inişlerinin hesabını tutarsın. Aşk merdivenin basamaklarını sen adımlarsın. Yanında yine bilsen de bilmesen de O Sevgili vardır. Keşif sana aittir.”
Sonu ufukların ötesini aşan bir yol geldi aklına, sisli, pırıltılı, menzilleri hayal meyal. Ardından bir merdiven geldi gözünün önüne, sonu sonsuza uzanan. Bu merdiven sonunda O Sevgiliye uzanıyordu, ya ilk basamakta ne vardı?
Telaşla sordu. Dedeyle nine gizemle gülümsediler. Nine dedi ki:
“-Sevdalı gönüllerin aşkı var. Deden bana çok sevdalıydı. Ben de ona. Askere giderken nişanlanmıştık. O gelene kadar onun adını sayıkladım. Sevdam beni yakıp kül etti sandım. İşte ilk basamak budur. Böylece aşkı öğrenirsin.”
“-Ardından O Sevgiliden geleni, lütufları görürsün. Onun izlerini keşfettikçe merdivenleri çıkmaya başlarsın. Sonra perdeler açılmaya, peçeler düşmeye başlar. Ama her perdeden sonra daha şeffaf bir perde, daha ince bir peçe seni beklemektedir. Artık ilahi aşkın sahilinde gezinmeye, yanmaya başlarsın. Bu öyle bir haldir ki aklın geride kalır, mantık bir savrulup aşağılara düşmüştür. Her sonraki basamağa adım atışta sana can yoldaşı olan aşkın tek mekânı olan aynası nurlanmaya devam eden gönlündür. Sonra… Sonra sen seni unutursun, sadece gönlün vardır artık ilahi aşkla cezbede olan.”
Bu sözleri gece boyu düşündü. Kulun aşkla incelip her türlü isteği bırakıp ilahi aşkla yönelmesi ve artık sadece Allah’a yönelmesi, aşkla yanması, aşkın dışında her şeyi terk etmesi, hatta yakıp kül etmesi değil miydi?
Kulun kendini yaratana duyduğu ilahi aşkı tariflere sığmazdı elbette. Ama ya Yaratan? Sohbetlerden anladığınca Yaratan da severek yaratmıştı her şeyi. Ama bir daha, bir daha sormak istedi:
“- Bu âlemi, en küçük zerreden gök adalarına kadar her şeyin cezbe ile, aşk ile döndüğünü anlattınız dün gece. Bu evreni yaratan yüce Yaratıcı Allah yaratıklarına bu cezbeyi, bu aşkı vermişse o yarattıklarını çok sever değil mi?”
İhtiyar adam başını göğsüne eğip sağ elini kalbinin üstüne koydu, gözlerini yumdu. Beş on saniye gülümseyip düşündü. Ardından yüzünü göğe çevirdi, derin bir nefes aldı:
“- Elbette! Ona ne şüphe. Bu sevgiyi yarattıklarına veren, insanın gönlüne aşkı bulunmaz bir hazine olarak yerleştiren, ona sevdayı nasip kılan Yüce Rabbim elbette en çok sevendir. Onun sevgisinin sınırı ve benzeri yoktur. Allah bu âlemleri sevgi ile yaratmıştır. “
Bir an düşündü: Bilgi ve sevgi, akıl ve gönül… Nasıl da güzel bir ikiliydi O Bir olandan verilen…
Sonraki birkaç gece hep sevgiyi, sevdayı, aşkı sordu o iki erdemli, bilge ihtiyara.
O gece yarısı, iki yaşlı uyuduktan sonra tek başına taşın üstüne oturup manzaraya baktı uzun müddet. Lacivert gökyüzündeki cümbüşü izledi. Pırıl pırıl parlayan gezegenleri, donuk ışıklı yıldızları, Samanyolunun ihtişamını seyretti. Baykuşun sedasını, hüthütün ilâhisini, bülbüllerin dem çekişini dinledi. Sonra birden unuttuğu o soru geldi aklına. Bir zamanlar kendi kendine yüz defa sorduğu soruyu tekrar fısıldadı:
“- Ben kimim? Nasıl geldim buralara? O uçurumun dibine nasıl düştüm? Anam babam kim, neredeler? Kaç yaşındayım?”
Sonra yine pek çok defa sorduğu o soruya kendi cevap verdi:
“- Ama… Ne kadar önemli kim olduğum? Yüce Allah’ın garip bir kuluyum işte. Bu muhteşem âlem içinde bir nokta bile değilken bendeki şu meraka da bak! Behey şaşkın ya sendeki düzene, âlem içindeki âleme ne demeli? Şaşmaz kurallar işledi de ayağa kalktın bak! Bu dedeyle ninenin seni bulması tesadüf müdür a şaşkın, düşünsene! …”
Uzun uzun düşündü. Evrende müthiş bir döngü şaşmaz bir şekilde yürüyüp gidiyordu. Şaşan ancak insandı ve bu muazzam döngünün sahibine karşı içinde giderek, her an hızla büyüyen şaşkın bir hayranlık vardı. Son günlerde duyduğu her seste, gördüğü her güzellikte, neredeyse aldığı her nefeste hep O’ndan bir iz buluyor ve coşkulu bir heyecan yaşıyordu.
Birden uzaklardan gelen çok değişik bir kuş sesi duydu. Çok güzeldi. Sanki ona durmadan bir şeyler soruyor, cevabını hüzünle bekliyordu. İçi ürpermelerle doldu.
Muhteşem sesiyle uzun uzun öttü kuş, ardından hafif esen yel kuvvetlenip uğuldamaya başladı. Bu güzel seslere ağaçlar da katıldı, derin uçurumun dibinde çağlayan dere de. Sanki hepsi aynı ilahiyi müthiş bir uyumla durmadan terennüm etmeye başladılar.
Gözlerini yumup dinledi bir müddet. Büyük bir hayranlık yüreğinin başköşesine, olağanüstü bir sevgi seli gönlünün en ince noktalarına gelip taht kurdu. Kendi kendine fısıldadı:
“-Ey İlahi! Seni bana anlatacak kelimelerimden aciz bu kulun!”
Tam da o sırada rüzgâr yavaşça yanağını okşayıp sanki sırlı bir soru sordu:
“-Acizliğini anlıyorum… Ama sen… Sen hep hayranlığını anlattın. Ya aşk?”
O an yer ayaklarının altından kaydı sanki. Gönül evi aşk ateşi ile tutuştu, sevda depremleriyle sarsıldı. Gözyaşları içinde fısıldadı:
“-Ey İlahi, ben yokum! Benim yerine sadece senin aşkın var. Şükürler olsun sana.”
Gözlerini yumup o anın güzelliğini yaşadı bir müddet.
Sonra akıl yine öne çıktı da ona dedenin anlattıklarını, Allah’ın kullarına olan sevgisini düşündürdü. Gülümsedi kendi kendine ve farkında olmadan fısıldadı:
“-Acaba Yüce Rabbim de beni seviyor mu? Bu gariban kulunu?”
Ama artık beyni düşünmekten yorulunca sevimli odasına döndü. Yatmasıyla uyuması bir oldu. Ama uykusu çok sürmedi. İncecik bir sesle uyandı:
“-Mavili, ey mavili sana sesleniyorum. Uyanır mısın lütfen?”
Yavaşça gözlerini araladı. Müthiş bir aydınlıkla tekrar kapatmak zorunda kaldı. Ama bu defa başka bir ses duydu. Sanki daha kalındı:
“-Hâlâ uyuyor. Uyanır mısın? Sana haberlerimiz var!”
Zorlanarak gözlerini açtı. Gördükleri karşısında büyük bir şaşkınlık yaşadı. Yatağında değildi. Hemen ayağa fırladı. Hayretle etrafına bakındı. Muhteşem bir bahçedeydi. Rengârenk, bin bir çeşit çiçekler, özellikle iri güller, hiç görmediği ağaçlar, pırıl pırıl parlayan yemyeşil çimler, küçük ama tertemiz dereler, içinde yüzen renk renk, ışıltılı balıklar, envai çeşit kuş ve cıvıltıları onu şaşkına çevirdi.
Hayretle mırıldandı:
“-Ne oldu bana? Neredeyim ben? Buraya nasıl geldim? Aman Allah’ım! Yine mi hafızamı kaybettim?”
O ince sesi tekrar duydu:
“-Korkma. Hafızanı kaybetmedin. Bahçemize hoş geldin.”
Sese doğru hızla döndü. Ama kimseyi göremedi. Ürperdi. Korkuyla şaşkınlık arasında gitti geldi. Bağırdı:
“-Buradayım, dedi ses. Başını eğ de gör. Bak hemen yanındayım.”
Başını eğince dalında sallanan çok güzel, pembe, iri, bir gül gördü. Dehşet içinde kendi kendine söylendi:
“-Olamaz! Ben… Yanlış duyuyorum herhalde. Şu gül mü konuşacak benimle? Allah’ım! Aklıma mukayyet ol.”
Gül sanki rüzgâr varmışçasına sallanarak seslendi:
“- Evet, ben konuşuyorum, ben, gördüğün gül. Sakin ol lütfen. Doğru duydun. Haydi abartma. Aklın da başında.”
Artık ayakta duramadı, gülün dibine çöküverdi. Gül konuşmaya devam etti:
“-Niye şaşırdın ki. Bütün âlemler kendi lisanınca konuşuyor a şaşkın. Sen duymazsan o başka. Haydi kendine gel!”
Kendini toparlamaya çalışarak derin derin nefesler aldı. Elini kalbine koyup kekeledi:
“-Bütün âlem… Her şey mi konuşuyor? Ben… Şimdiye kadar bir şey duymadım insan ve hayvancıkların sesinden başka.”
Tam o sırada güzeller güzeli bir hüthüt gelip omzuna kondu:
“-Ama bütün gece beni dinledin ve düşündün, dedi. Allah beni seviyor mu diye. Ben de seviyor diye cevap verdim. Anlamadın mı?”
Ağaçlar hep bir ağızdan seslendiler ona:
“-Evet, biz de söyledik, yanımızda rüzgâr da bizimleydi. Ama sen duymadın.”
Derede yüzen balıklar kafalarını sudan çıkarıp konuştular:
“-Biz de buradan duyduk. Allah da seni seviyor dediler.”
Ne gördüyse her şey sırayla konuştu da aynı sözleri söyledi:
“- Evet! Yüce Rabbimiz de seni seviyor.”
Sonra gül dedi ki:
“-Dedemle nineme söyle. Bu bahçede yerleri hazır. Dedemin köşkü tamamlandı. Ninemizin de bitmek üzere. Yanlarına gidince bizden selâm söyle. “
Büyük bir hayranlık çağlayanlar gibi coşkuyla kalbine akmaya başladı. Sevinçten ve mutluluktan ağlamaya başladı. Yaşlar yanaklarından süzülürken diz çöktü, ellerini semaya kaldırdı. Gözlerini kapattı huşu içinde, mırıldandı:
“-Ya Rabbi, şükürler olsun sana. “Ey âlemlerin Rabbi olan Allah’ım! Hamtlarım sanadır.”
Bir zaman öylece kaldı. Yavaşça gözlerini açtığında yine büyük bir şaşkınlık yaşadı. Odasındaydı ve hava aydınlanmaya başlamıştı. Gülümsedi kendi kendine. “Ne güzel bir rüya gördüm” dedi. Sonra rüyasını tam hatırlayınca kalbi büyük bir sevinçle, huzurla, mutlulukla doldu. Tekrar şükür gözyaşlarına boğuldu ve mırıldandı:
“-Rabbim beni seviyor, Rabbim beni seviyor…”
O sabah iki ihtiyar onun sevinçle hazırladığı kahvaltıda büyük bir keyifle sohbetteydiler. Dedeye gördüğü rüyayı anlatınca ihtiyar adam ellerini semaya açıp şükretti önce. Sonra sırlara gülümsedi:
“-Eyvallah güzel kızım, dedi. Selâm gönderenin sahibine can feda.”
İki gün çok neşeli geçti. Üçüncü günün sabahı dedeyle nine yine kahvaltıda ona gülümsediler. Dede son lokmadan sonra derin bir nefes alıp ciddi bir yüz ifadesiyle onun yüzüne, ilk defa gözlerine derin derin baktı. Sonra dedi ki:
“-Güzel kızım, sana anlatacaklarımız var.”
İçine tuhaf bir sıkıntı çöktü. İlk defa dedenin gülümsemediğini görüyordu. Neler oluyordu? Yoksa kendinden bıkmışlar mıydı? “Bizi çok yordun. İyileştin artık. Haydi yoluna git artık,” diyeceklerdi herhalde. Hüzünle yüzlerine baktı.
Dede uzanıp elini şefkatle onun omzuna koydu.
“-Hayır, öyle yanlış şeyler düşünme, dedi. İkimiz de seni çok sevdik. Seni yalnız bırakacağımızı sanma. Sakın üzülme. Biliyoruz ki anlatacaklarımızı söylemek kolay değil. Ama bizi anlayacağını biliyoruz. Bu günlerde bize misafirler gelecek. Yakın akrabamız hanımıyla birkaç gün bizde kalacak. Biraz farklı işlerimiz var. Yardımcı olacaklar. Hiç telaş etme, sen yine kendi odanda kalacaksın, onlar da misafir odasında.”
İki ihtiyar şimdiye kadar hiç farklı işlerden bahsetmemişlerdi Merakla sordu:
“-Nasıl farklı işler? Ben de yardım edeyim.”
Ninenin yüzünde o güne kadar görmediği hüzünlü bir ifade vardı. Birkaç kez yutkundu:
“-Senin hiç karşılaşmadığın işler, dedi sakin olmaya çalışıp. Dedeyle beni yolcu edecekler. Önce deden gidecek. Ben de… İnşallah ben de birkaç gün sonra.”
Yüreğine kor düştü de büyük bir üzüntü gelip onu keder denizlerine attı sanki. Beyni bu beklenmedik ayrılığı kabullenemedi, hasretleri hemen sonlandırıp kavuşmayı diledi. Yavaşça sordu:
“-Ne zaman döneceksiniz? Ömür boyu burada beklerim sizi ben.”
Dede başını eğip yere baktı. Sakalını okşayıp takkesini çıkardı. Beyaz saçlarını sıvazladı. Zaman kazanmak ister gibiydi:
“-Biz, deyip derin nefes aldı. Biz gelemeyeceğiz artık. Ne zaman olur bilemem ama sen bize geleceksin. Yine kavuşacağız inşallah.”
Birden önünde bir perde açıldı sanki. Aklına gelen soru ile dehşete düştü. İnsan bir yere giderse ve oradan artık gelemezse bu yer neresi olurdu? Ayağa fırlayıp çığlık çığlığa bağırdı:
“-Hayır! Hayır! Beni bırakamazsınız, ölemezsiniz!”
Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Nine ayağa kalktı, yavaşça onu kollarının arasına alıp yine saçlarını okşadı:
“-Yavrum, mavili kızım benim. Yapma böyle. “
“-Nereden çıktı bu ölüm? Hayır, hayır, beni bırakmayın” diye sızlandı.
Onu yavaşça oturtan yaşlı kadın dedeye baktı. Bakışları “nasıl anlatacağız” der gibiydi. Bir müddet onun hıçkırıklarının yavaşlamasını, ardından dinmesini beklediler.
Sonra dede yanına oturdu:
“-Hani o güzel rüyanı anlatmıştın bana ve selâm getirmiştin ya, işte o selâm ötelerdendi. Duamız o ki Yüce Rabbim bizi öyle bir bahçede yaşatır bundan sonra. Dünya yolculuğumuz bitiyor evlat. İşte rüyanda gördüğün ve günlerdir söylemeye çalıştığım ötelerde, öte taraftaki yolculuğumuz başlayacak. İnşAllah o kapıdan hayırla geçeriz.”
Yanaklarına sessiz sessiz akan gözyaşlarını silip burnunu çekti:
“-Ama, dedi, ama ben buna dayanamam ki. Hem ben… Ben her şeye daha yeni yeni alışmışken. Ben sizsiz ne yapacağım ki? Üstelik ikiniz de beni yapayalnız bırakıp gideceksiniz.”
“-Hayır, dedi dede usulca. Hayır, böyle düşünme. Nasıl yalnız olabilirsin ki. “Dost ararsan Allah yeter” demiyor mu Yüce Yaratan. Her daim yanında değil mi? Zaten hepimizin, kâinatın koruyucusu değil mi? Korkma, O hep senin yanında. Yeter ki sen iyi ol, doğru ol, adil ol.”
“-Ama benim sizlerden öğreneceğim daha ne çok şey vardı, diye sızlandı. Bunların hepsi çok yarım kalacak. Hem… Hem beni kim sevecek siz gidince?”
Nine çenesini tuttu onun. Akan gözyaşlarını nasırlı elleriyle yavaşça sildi ve gülümsedi:
“-Bize anlattığın rüyanı hatırla dedi. Aslında o rüya sana asıl gerçeği söylemedi mi?”
Rüyası aklına gelince içine garip, boynu bükük bir sevinç kalbinin en ince noktalarına kadar ulaşıp yavaş yavaş yerleşti. Duyduğu acıyı şimdiden hasrete çevirmeye başladı. Yaşlı kadına sımsıkı sarıldı.
Yine iki gün geçti aradan ve bu iki gün boyunca nine ona olanı, olacağı ve olması gerekeni anlatıp hep nasihat etti:
“-Mavili kızım, biz gittikten sonra ertesi gün sabah misafirlerimiz de gidecek. Tavukları, kazları, keçiyi, çebişleri, koyunu, kuzularını, ineği onlar götürecek. Bu hayvancıklara bakman çok zor olur diye düşündük. Sen de onlarla kasabaya in. Üzülme diyemem. Biliyorum ki çok üzüleceksin, için yanacak bir vakit. Zamanla acın demlenecek, yerini hasretler alacak. Biz gittikten sonra sakın kedere kaptırma kendini, ye’si kendinden uzak tut. İşte bunun için ara ara kasabaya in. Elindekileri sat orada. Çeşit çeşit, renk renk ipler al. Eve döndüğünde yeni şeyler örer, bahçeyle meşgul olursun. Sonra yine inip yeni yaptıklarını satarsın. Hafızan yerine gelene kadar kimselerle ahbaplık etme benim saf meleğim. Yağız at seninle. O senin, sen onun can yoldaşısın artık. Bizden sana emanet.”
İki gün boyu nine konuşurken o ara ara solular sorup hep iç çekerek ağladı:
“-Sevgili ninem, siz olmadıktan sonra ben niye yaşayayım ki? Yüce Rabbime yalvarsanız da canımı alsa, böylece yanınızda beni de götürseniz.”
Nine yine saçlarını okşadı onun:
“-Gülüm, dedi. Senin yaşanacak uzunca vaktin, alacağın ne çok nefesin var. Korkma hayattan. Ama insanlardan kendini sakın. Çok güzelsin, çok gençsin. Uzak dur insanlardan. Hoş, lâtif sözler söyleyip güzelliğinden dem vururlar. Sana bulunmaz bir lütufmuşsun gibi davranırlar. Onları yanına yanaştırma. Daha ilk sözlerinde yanlarından uzaklaş. Nihayetinde bu yalancı imtihan dünyasında yaptıklarından sorumlu tutulan sadece insan. İşte bu insan çok yanlış kararlar verebiliyor. Aman derim, çok dikkatli ol.”
Yaşlı kadının bu sözlerine çok şaşırdı. Bu saflığı ihtiyar kadının yüreğine inceden inceye bir sancı gibi saplandı. Onun güzeller güzeli mavi gözlerine baktı, hüzünle konuştu:
“-Balam, geçmişini hatırlamıyorsun. Bizimle bir seneyi aşkın yaşadın. Bu sürede ne öğrendiysen tecrüben ve bilgin o kadar. Ama şunu hiç unutma. İnsanların nefsi çok kabarıktır. Şeytan da dürter, azarlar. Can alma da dâhil, her türlü kötülüğü yaparlar. Sen Yüce Rabbimle beraber ol. Sohbetlerimizi aklından hiç çıkarma. Kimsenin davetini kabul etme, kimseyi buralara çağırma. Dediğim gibi ara ara en yakın kasabaya in. Eve dedeyle gittiğin gizli yoldan git, gel. Kimseye de söyleme. Yağız at dedeni böyle götürüp getirirdi. Çok akıllı candan bir dosttur o. Hep burada kal. İnsanların çokça gelip geçtiği yola kilim ser, sana öğrettiğim el işlerini, sazdan, söğüt dallarından ördüğümüz sepetleri düz onların üstüne. Sadece fiyat söyle. Sat gitsin. Çok gerekmedikçe kimsenin yüzüne bakma. Bu güzel mavi gözlerini gören peşine takılır. Onun için başın hep yerde olsun. Dikkati çekme. Yalnızlıktan korkma. Yüce Rabbim vekilindir. O’na güven.”
Üçüncü gün şafak vakti nineyi sohbet taşının üstünde otururken buldu. Yavaşça yanına sokuldu. Başını omzuna koydu. Aklına takılan o soruyu sordu:
“-Sevgili ninem, ya birileri benden yardım isterse? Ya birinin başkasına kötülük yapacağını hissedersem? O zaman ne yapacağım? Dilsiz şeytan gibi susacak mıyım?”
O sırada yanlarına gelen ihtiyar adam taşın öteki tarafına yavaşça oturdu. Gülümsedi, biraz düşündü:
“-Böyle bir durum olursa elinden geleni yap. Ama kendine zarar vermeden, akıllıca. Gereksiz cesaret insanın başına beladır. Korkaklık ise insanın sinsi düşmanıdır, vicdanı köreltir. Gönül aynasını giderek tozlandırır da kara taşa çevirir. Adaleti unutturur. Akıl ve bilgi, adalet her güzel kapıyı açacaktır sana. Ama kendine de adil olmalısın. Gereksiz fedakârlık sonradan kalbinde pişmanlık yaratır. Bunun sonu da kini, hasedi, nefreti çağırır ki bu zaafların iyi, bilge ve adil insanda olmaması gerekir. Çok dikkatli olmalısın.”
Sohbet uzamadı o sabah. Dede hayvanlara bakmak için kalktı. Ama ancak iki adım atabildi, durdu, dönüp nineye baktı.
Nine fırlayıp ona yetişti, koluna girdi.
Neler oluyordu? Telaşla koştu. Diğer koluna girdi hemen. Şaşırarak gördü ki ihtiyar adam terden sırılsıklamdı, yüzü de bembeyaz kesilmişti.
Hemen odaya taşıyıp yatırdılar. Nine ellerini tuttu onun, fısıldadı:
“-Ey canımın canı, ruh-u revanım, Ey canım, keşke önden ben gitseydim.”
İki damla yaş yanaklarından süzülürken ihtiyar adam titreyen parmaklarını ona uzatıp gözyaşlarını sildi. Ninenin gözlerine baktı:
“-Ey can, diye cevap verdi. Ey can… Ölüm ne ki? Bir geçiş kapısı. Hayırla, imanla geçeriz inşallah. Seninle buluşacağız Yüce Rabbim nasip ederse. Duacınım senin.”
Büyük bir keder içinde olanı seyretti. Ama dayanamayıp dedenin ellerine sarıldı, hürmetle öptü:
“-Benim için de dua et diye yalvardı. Madem ölüm bir geçiş kapısı, ey canım dedem, dua et Yüce Yaratana, o kapıdan ben de sizinle geçeyim.”
O gün akşam vakti misafirler geldi. Nasıl da güzellerdi. Biri erkek, diğeri kadındı. Yüzleri ay gibi parlıyordu. Hafif sesle konuşuyorlardı. Konuştukları sözler de ne güzeldi.
Nineyle birlikte onların her türlü hizmetlerini yaptı. Kilitli odanın kapısını açtılar. Tertemiz yataklar, havlular, yerdeki kilim sanki dün temizlenmiş gibi pırıl pırıldı.
Tam odasına çekilmişken nine yanına geldi ve dedenin kendisinden helâllik almak istediğini söyledi.
Korku, telaş içinde gitti ihtiyar adamın odasına. İki misafir de oradaydı. Yere diz çökmüş, Kur’an- Kerim okuyorlardı.
Dedenin yatağının kenarına diz çöktü. Gözyaşları içinde ona baktı, konuşamadı. Yüzü pembe beyaz olan yaşlı adam zorlukla uzanıp onun elinden tuttu. Çok ama çok zorlanarak yavaş sesle:
“-Yavrum, hakkın geçti bize. Sabredip dinledin, zaman geçirdin bizimle… Varlığınla sevindirdin… Benim varsa hakkım helâl olsun… Sen de… Sen de bana hakkını helâl eder misin?”
Hıçkırıklar içinde başını salladı. Dede gülümsedi, bir müddet yüzüne baktı onun. Fısıltı halinde konuştu:
“-Yavrum… Seni O Tek Sevgiliye, Yüce Allah’a emanet ediyorum. Rabbim hep seninle, unutma.”
Sonra yavaşça başını kapıya çevirdi. Hafifçe doğruldu. İki elini şakaklarına götürüp baş selâmı verdi, fısıldadı:
“-Hoş geldiniz Efendim, hoş geldiniz.”
İki misafir ayağa kalktı, yavaşça dedenin yanına gelip diz çöktüler, dudaklarını kıpırdatarak okumaya devam ettiler.
Nine hafifçe inleyip bir “ah” çekti. Onu yavaşça kolundan tuttu. Gözyaşları küçücük pınarlar gibi yanaklarından aşağı akıyor, sessizce dualar ediyordu.
İhtiyar adam bir şey dinliyormuş gibi başını salladı kapıya bakarak, gülümsedi ve sadece çok belirgin bir şekilde “Allah” dedi, derin bir nefes aldı. Ama… Ama artık o nefesi geri veremedi. O sevecen bakışları kapıya takılı kaldı.
Ertesi gün öğle namazının arkasından cenaze namazını kılıp dedeyi ulu çamın dibine açtıkları iki mezardan birine defnettiler.
Nine hasretine dayanamadı büyük bir sevda ile yaşadığı kocasının. İki gün sonra sabah sohbet taşında otururken ruhunu teslim etti.
İki sevdalıyı çamın dibinde toprağa teslim edince üzüntüden öleceğini sandı. Avaz avaz bağırarak ağlamak istedi ama sesi çıkamadı.
O gece yine sohbet taşına oturdu. Rüzgâr susmuştu. Havada garip, boynu bükük bir sessizlik vardı. Sadece uçurumun dibinde akan coşkulu çayın çağıltısı geliyordu derinden derine. Bir de çok uzaklarda uçan puhu ağıtlar yakar gibi ara ara çığlık atıyordu. Yine ışıl ışıl, bilinmezlere doğru giden bir mehtap vardı koyu mu koyu lacivert gökyüzünde. Samanyolu bütün ihtişamıyla parlıyordu.
Düşündü: Dede nasıl da güzel, gülümseyerek adına ölüm denen o bilinmez kapıdan geçivermişti. Selâmlar vermişti onu götürenlere. Bu nasıl bir sırdı ki ölümü severek karşılıyordu, yaşarken de bu dünyaya dönüp bakmıyordu.
Düşündü: Şu toprak denen efsunlu şeyde kaç toprak beden vardı, kaç beden daha topraktan gelmişti ve toprağa gidecekti? Bu durmadan değişen dünyada, ayda, güneşte evrende, hatta evrenlerde değişmeyen tek kanun vardı. O da değişimin de değişeceği, evren veya evrenlerin de aslına döneceği gerçeği idi. Her şeyin, her zerrenin, dağın taşın, canlının bu dünya, bu evren içinde bir sonu vardı, canlılar topraktan aldıklarını yine toprağa veriyordu. Şaşmaz kural devam ediyordu. O kural da zaman değişecek, zamanın biteceği o an yeni bir döneme gözlerini açacaktı insanoğlu.
Düşündü: Dedenin sohbetlerinde sonsuz bir aşkla anlattığı O Sevgili, O Yaratıcı, âşık gönüllerin bilerek, iyi insanların farkında olmadan derin hasretlerle, kimi zaman içi yanarak özlediği O Sevgili, Yüce Allah vadettiği buluşmayı kâinatın, zamanın son bulduğu, her sırrın çözüldüğü o noktada kendilerine hediye edecekti.
Başını kaldırıp muhteşem Samanyolu’na baktı ve fısıldadı:
“-Yüce Allah’ım! Dostum ol. Verdiğin, adına da ömür dediğimiz şu sürede beni bana bırakma, beni sensiz bırakma. Beni koru ey Tek ve Bir olan İlahi!”
Ertesi gün fecir vaktinde iki misafirle mağaranın devamındaki dehlize geçti. İki güzel insan neredeyse hiç konuşmadan ona şelaleye kadar arkadaşlık ettiler. Dışarı çıktıklarında hava hâlâ karanlıktı.
“- Doğru yoldan ayrılmamanız için sizin için dua edeceğiz güzel kardeşim dedi kadın misafir, elini kalbini üzerine koyup. Allah’a emanet olunuz.”
Adam baş selâmı verip hürmetle eğildi. Hayvanlar önde, onlar arkada, sağa yöneldiler.
Yağız at yavaşça şelâlenin yanından geçip dik yokuşa tırmanmaya başladı.
Serin serin esen yel bir hayal gibi gökyüzüne doğru uzanan ağaçların yapraklarını hafifçe oynatırken çok uzaklarda, belli belirsiz görünen dağların arkasından yükselen haleli mehtap sayısı sonsuz yıldızların ışıltılarıyla şavkıyan lacivert ummanında sırlarla yüklü gemi misali bilinmezlere nazla, niyazla gidiyordu.
Sırtını dağlara dayayan ve mehtapta siyaha yakın yeşil görünen vadiyi ve ormana yaslanmış ışıkları görünce kendi kendine söylendi:
“-Hoş geldin hayata ey garip ben… Ey Sevgili! Beni yalnız bırakma…”
Suzan ÇATALOLUK
Nilüfer- BURSA
25.10.2021
Son okuyuş: 28.10.2021