Suzan ÇATALOLUK
Yavaş yavaş esen ılık yelin titrettiği yaprakların hışırtısı ormandan gelen uğultuya karışıp hüzünlü bir şarkıya dönüşüyor, uzaklardan gelen cırcır böceklerinin sesi, ara ara yükselen baykuşun çığlığı bu güzel müziğe daha da derin, yakıcı bir hasret katıyordu veya ona öyle geliyordu.
Gecenin karanlığında ışıldayan yıldızlar derin denizlerde parlayan yakamozlar gibiydi. Hilâle dönüşen ay sanki büyük bir keder yaşamıştı da iki büklüm hale gelmeye başlamıştı.
Arka kapının hemen ilerisinde görünen koca kayaya baktı, kendi kendine fısıldadı:
“- Şimdi şu kara kayanın arkasından çıkıverse yağız atıyla, dünyaları bana verirdi. Tam bir aydır yok, gelmedi. Acaba başına bir şey mi geldi? Ya da… Ya da buraları unutup başka yerleri mi buldu? O mavi gözleri başkası mı görüyor şimdi?”
Taş gibi soğuk, kaba bir el yüreğini sıkıverdi sanki. Nefes alamaz oldu. Başını ellerinin arasına alıp düşündü: “Sevdaya inanmayan ben… Kara sevdanın kör kuyularına düştüm! Ne edeceğimi bilemez, ondan başka bir şey düşünemez oldum.”
Kaplıcanın arka kapısının kenarında bulunan, çiçeklerle süslü duvarın yanına konmuş granit süs taşına oturmuş, bir saate yakındır öylece duruyordu. Canı hiçbir şey yapmak istemiyor, iki çift söz işitmek bile içini sıkıyordu. Duymak istediği sadece onun sesiydi, görmek istediği de onun engin denizler gibi duru mavi gözleriydi.
Vakit gece yarısına yaklaşıyordu. Artık el ayak çekilmeye başlamıştı. Aralarında gürültüyle konuşup kahkaha atan birkaç neşeli genç ve gece yürüyüşünü seven tek tük yaşlı insan süslü bahçe yolunda gidip geliyorlardı.
Kendini yoran düşüncelere öylesine dalmıştı ki yanından geçen neşeli gençleri fark etmedi. Ancak hemen yanından gelen sakin, ürkek bir sesle başını ellerinin arasından çekip ona dönmek zorunda kaldı:
“-İyi geceler. Sizi burada görünce… Bir… Bir merhaba demek istedim.”
Karşısında yeşil gözlü genç kadın duruyordu. Uzun, bol bir pembe elbise giymiş, gür, dalgalı, kumral saçlarını açık bırakmıştı. Çok güzel görünüyordu. Ama o hiç farkına varmadı. Cevap vermiş olmak için konuştu:
“-İyi geceler. Evet, burada biraz oturmak, geceyi dinlemek istedim.”
Genç kadın yavaşça yanına oturdu. Gizli bir sevinç yüreğini şaşkın güvercinler gibi uçurdu. Beş on saniye sessiz kaldı. Sesinin titremesine engel olmak için yutkundu:
“-Ben de severim gece seslerini. Gece seslerini de sessizliğini de. İnsanı dinlendiriyor. Ama siz bütün gün lokanta işleriyle kim bilir nasıl yoruluyorsunuz. Kaç kişiyle konuşuyor, onlarla meşgul oluyorsunuz. Zor iş insanla uğraşmak… En güzel yolu bulmuşsunuz, geceyi dinlemek. Ne güzel.”
Uzaklara baktı lokanta sahibi, sonra da genç kadına. Niye şimdi gelmişti ki yanına. Onu düşünmek de güzeldi. Oysa bu hanımla konuşmak zorunda kalacaktı.
“-Lokanta beni yormuyor, dedi düz bir sesle, yüzünü gökyüzüne kaldırıp. Severek yaptığım bir meşgale. İnsanlarla uğraşmak da işimin bir parçası… Bana bilmece çözmek gibi geliyor.”
Genç kadın onun muntazam profiline, sakin yüzüne baktı. Bu adamı ilk gördüğü andan beri aklından çıkaramamıştı. İnanmadığı, çok gülünç bulduğu ilk görüşte aşk sanki bedenleşmişti de yakasına yapışmış, onu bırakmıyor, hasretler içinde yakıyordu. En çok merak ettiği şey de sevdiceği olup olmadığı idi. Onu bu dağ başına kurulu koca kaplıcada hep yalnız başına görmüştü. Konuştuğu tek kadın o mavi gözlü, mavi hırkalı kızdı. Son zamanlarda da koluna girip getirdiği dede ile sohbet ettiğini, yemek yediğini biliyordu.
Adamı ürkütmemeye çalışıp adeta fısıldayarak konuştu:
“- Sizi hep yalnız görüyorum. Aileniz galiba başka bir yerde.”
Başını yavaşça ona doğru çevirdi lokanta sahibi, dalgın dalgın onun yüzüne baktı, farkında olmadan mırıldandı:
“-Yalnızlıktan hiç şikâyetim yok. Ama… Ama derin, engin mavi hasretler içindeyim.”
Yeşil gözleri şaşkınlıkla büyüdü genç kadının. Elinde olmadan düşündü: “Mavi hasret… Derin, engin. O mavili kıza âşık, benim hasretiyle yandığım. Ben ona, o mavili kıza kara sevdalı. Ah benim garip gönlüm! Ne yapıyorsun bana sen, olmayacak aşk belâsına sokuyorsun ben çaresizi.”
Aklına gelen düşünce ile içli bir pişmanlık yaşadı. Adam aslında hiç yalnız değildi. Hep o mavili kızla beraberdi. Hasretleri onun içindi, nefes alışında bile o vardı.
İşte o zaman kendini adamın yanında gereksiz bir fazlalık gibi hissetti. İçi doldu. Yaşlar gözlerine hücum etmeden, hıçkırıklara tutulmadan hemen kalkmalıydı.
“-Affedersiniz, dedi aceleyle. Sizi rahatsız ettim. Özür dilerim. Fark edemedim, bağışlayınız. İyi geceler.”
Hızla kalktı, cevabı beklemeden acele adımlarla uzaklaşırken kırılan gururu dillenmişti sanki, durmadan konuşuyordu:
“-Oh olsun sana! Ne işin vardı gecenin bir yarısı adamın yanında. Kim bilir seni ne zannedecek! Oldu, olacak, bari bir de aşk şiiri okusaydın.”
Lokanta sahibi genç kadının gidişine bir anlam veremedi. Niye geldiğini, niye gittiğini çözemedi. Ama içinden bir ses ona kaba davrandığını söylüyor, kendisini azarlıyordu:
“-Çok hoyrat davrandın garibe. Oysa ne iyi kalpli bir kızcağızdı. Dedeyi kurtarma planında sizlere yardım eden oydu. Belki sana bir derdini açacak, yardım isteyecekti. Ama sen kendi sevdanla o kadar mağrurdun ve hasretini o kadar yücelttin ki onun zarif gönlünü fark edemedin.”
Söylendi hırsla o sese:
“-Tamam, haklısın. Yarın annesiyle ona sabah kahvaltısı ısmarlarım, yanına gidip özür dilerim. Benden bu kadar. Of! Şurada güzel güzel sevdamın hasretinde yüzüyordum. Tadımı kaçırdın. Gidip yatayım bari.”
O gece yeşil gözlü genç kadın lokanta sahibinin, lokanta sahibi de mavi hırkalı kızın hasretiyle yanıp sabaha karşı yorgunluktan sızıp uyuyakaldılar.
Güneşin ışıkları yaramaz bir çocuk gibi içeriye dolunca hemen uyandı adam. Günlerdir uyanınca aklına ilk soru ile yataktan fırladı:
“-Belki de gelmiştir. Allah’ım, ne olur gelmiş olsun!”
Koşup perdeleri araladı. Mavi hırkayı fark edince çılgın bir sevinç yüreğini kapladı elinde olmadan bağırdı:
“- Gelmiş, gelmiş! Şükürler olsun Ya Rabbi! Şükürler olsun.”
Az sonra dedenin koluna girmiş lokantaya doğru gidiyordu.
Bir başka pencerede yeşil gözlü genç kadın vardı. Onlara içi yanarak bakıyordu. Adamın dedeyi Lokantanın basamaklarından çıkarışını, dedenin elini uzatışını, mavili hırkalı kızın büyük bir zarafetle onun elini öpüşünü, yaşlı adamı koltuğa oturtuşunu seyretti.
Lokanta sahibinin kızın bohçalarını açıp el işlerini sermeye yardım edişini, o arada ona bakıp bir şeyler söylediğini gördü. Hayallere dalıp gitti. Mavili kızın yerine geçtiğini, sevdiği ile birbirlerine sevda sözleri söylediklerini düşündü. Ama annesinin seslenişiyle hayalleri bitiverdi:
“-Kızım! Haydi, yine ortada bir masaya tav olacağız. Haydi hazırlan, kahvaltıya gidelim!”
Yavaş yavaş, hiç istemeden hazırlandı. Lokantanın merdivenlerinden annesini çıkarırken elinde olmadan o tarafa baktı. Dede, mavili kız, lokanta sahibi çay içerek sohbet ediyorlardı.
Dede onu görünce sevinçle seslendi:
“-Aman! Kimi görüyorum! Benim can dostlarımdan güzel kızım. Hoş geldin!”
Her zamanki gibi mavi hırkasını giymiş olan mavi gözlü de dostu kabul ettiği yeşil gözlü genç kadını görünce gülümsedi:
“- Ne güzel sizi görmek, dedi. Buyurun bu tarafa! Sizi ne çok özlemişim.”
Lokanta sahibinin de aklına geceki karşılaşmaları geldi. Her zamanki mesafeli gülümsemesi ile onlara baktı. Özür dilemek için karşısına bir fırsat çıktığına karar verdi:
“-Günaydın. Evet, evet buyurun. Misafirlerimizle birlikte kahvaltı ederiz, değil mi dedem?”
Yaşlı kadın dedeyi fark edince yaşıtı ile sohbet edebileceğini düşündü. Nihayet bir akran bulmuştu. Günlerdir dediğini anlamakta zorluk çeken gençlerle olmaktan sıkılmıştı. “Bizim zamanımızda” diye başlayan cümlelere hasret kalmıştı. Kızını beklemeden cevap verdi:
“-Allah razı olsun oğlum. İyi olur. Sakin bir yer burası. İçeri dolunca konuşulanı anlamakta zorluk çekiyorum.”
Az sonra lokantadan getirilen masada dede başından geçenleri büyük bir heyecanla anlatıyor, az daha dolandırılacağını, ama kızı, lokanta sahibi ve mavili kızın yardımlarıyla dolandırıcıların nasıl yakalandıklarını gülerek, ellerini dizine vura vura söylüyor, yaşlı kadın, kızı, lokanta sahibi gülümseyerek dinliyordu.
Mavili kızın her zamanki gibi gözleri yerdeydi, dudaklarına ara ara gelen kaçak gülümseme ile yeşil gözlü kadının yüzündeki hüzünlü kırgınlığı seyrediyordu.
Müşterilerin çoğaldığını gören lokanta sahibi izin istedi. Gönlü orada kalmayı, aylardır içinde fırtınalar estiren sevdasını dile getirmeyi, hasretini sözlere dökmeyi çok istediği halde aşk adına her şeyi kalbine gömüp sadece o mavi gözlere bakmakla yetindi. Ama sevdiceği yine başını yere eğdi.
İki ihtiyar da kendi gençliklerindeki heyecanı sohbetle yakaladıklarından dolayı pek memnundular. Kendi âlemlerinedalıp hemen memleket hikâyelerine başlamışlardı.
Verandanın dışına çıkıp merdivenin başındaki çiçeklerin yanında duran mavili kız ile yeşil gözlü genç kadın ayaküstüsohbete başlamışlardı.
Annesine baktı yeşil gözlü. Gülümsedi:
“-Geldik geleli söylenip duruyordu. İlk defa annemi böyle mutlu gördüm. Bu dede ilaç gibi.”
Mavili kız da gülümsedi, dedi ki:
“-Doğru söylüyorsunuz. Dedeler ilaç gibidir. Benim dedem tam bir şifa kaynağıdır.”
Sözü lokanta sahibine getirmeyi düşünürken güzel bir fırsat yakaladığını şaşkınlıkla anladı, fırsatı kaçırmadı genç kadın:
“-Lokanta sahibi de dedemizi pek sevmiş, besbelli. Galiba onun da kimi kimsesi yok burada.”
Gizemli bir gülümseme geçti dudaklarından mavi hırkalı kızın. Başını kaldırdı, karşısındakinin gözlerine baktı. Aslında o gözlerde meraktan çok fazla şeyler olduğunu biliyordu. Ama bu defa daha da fazlasını gördü. O gözlerde yeşil gözlünün yangın yerine dönmüş yüreği de vardı gördüklerinin arasında, ümitsiz, aşk delisi bir yürek…
“-Evet, dedi. Ben çok az geliyorum buraya. El işlerimi satmak için. Hiç tanımıyorum bu beyi. Ama sanırım yalnız. Eğer ailesi olsaydı söylerdi veya buraya gelirlerdi.”
Yeşil gözlü kendi kendine “haydi cesaret”, dedi. “Sor soracağını. Belki fırsatın olmaz bir daha.”
“-Pek efendiden bir adam, diye konuştu sesi titreyerek. Bu yaşa kadar hiç evlenmemiş mi? Ya da… Ya da bir sözlüsü, onu seven biri…”
Uzaklara bakıp bir an kendini düşündü mavi Hırkalı kız. Bu konuda hiçbir şey hatırlamıyordu. En küçük bir iz yoktu beyninde ve rüyalarında buna ilişkin hiçbir belirti bulunmuyordu. Ninesi geldi aklına. “Olsaydı da çok üzülürdüm” dedi kendi kendine. “Ben artık dünyaları verseler dedemle ninemle yaşadığım sevgiyle ve asıl aşkı bana öğretene duyduğum aşkla, O’nun öteleri gösteren sevdasıyla şu yalan rüyayı değişmem. Çok şükür Yüce Rabbim, çok şükür.”
Ardından yine o yeşil gözlere baktı:
“-Evet, efendi, tertemiz, iyi kalpli bir adam. Ama sözlüsü olduğunu da sanmıyorum. Olsa buralarda olmaz mıydı? Onu seven biri var mı, onu da bilmem. Allah sahibine bağışlasın. Kiminle evlenirse onu mutlu edecek birine benziyor. Çok kibar, zarif bir bey.”
Bu sözlerden sonra genç kadının gözlerinde büyük bir sevinç gördü, yüzünde güzel bir rahatlama ve dudaklarında mutlu bir gülümseme.
“Allah’ım sana şükür,” diye düşündü genç kadın, “bu dünya güzeli, mavi gözlü kızın umurunda değil o harika adam. Ben… Neden olmasın ki?”
Mavili onun düşüncelerini okumuş gibi sırlara gülümseyip sözlerine devam etti:
“- Bu beye kim âşık olursa çok fedakâr, çok sabırlı olmak zorunda. Niye derseniz, yalnızlığa çok alışmış. Belki de içten içe beklediği var. Ama o beklediği gelmek isteseydi şimdiye kadar çoktan gelirdi. Yaralı bir kalbi var gibi geldi bana. Kim onu severse hiç karşılık beklemeyecek. Sadece engin bir aşkla, derin bir hasretle sevecek. Buna razı olacak.”
“Olurum, her şeye razı olurum,” dedi kendi kendine yeşil gözlü, “yeter ki onun yanında olayım.”
Tam o sırada Kaplıcaya gelen dar yolda iki araba peş peşe yol alıyordu. Beyaz arabayı müzik dinleyerek sakin sakin süren kumral genç dinlediği türküye neşeyle katılıyordu.
Arkasındaki siyah arabada ise yüzü asık, esmer bir adam vardı. Öndeki aracın sürücüsüne bakıp hınçla söyleniyordu:
“-Senin baban benim sülalemi bitirdi. Yabancı ülkede rahat rahat yaşadı. Neticede dedemin ve anamın ahı tuttu. Trafik kazasında ananla cehennemi boyladı. Bir tek sen kaldın. Saklandığını sanıyorsun. Ama… Benim seni takip edeceğimi tahmin edemedin. Sıra bende. Babanın babama yaptığı gibi seni tek darbede geberteceğim. Ancak o zaman davam sona erecek.”
Beyaz araba son dönemeci de dönünce yemyeşil ormanlarla süslenmiş sıra dağlara sırtını dayayan kaplıcanın çiçek bahçeleri, yolları, güzel binaları göründü.
O anda yeşil gözlü kadın çığlık attı:
“-Aaaa! Hay Allah, kahvaltıdan sonra annemi fizik tedaviye götürecektim. Sohbete dalınca unuttum. İzninizle, onu kaplıcada ana havuzda bekliyor uzman hanım. Annemi oraya bırakayım. Eğer sizi rahatsız etmezsem hemen gelebilir miyim?”
Başını salladı mavi hırkalı, gülümsedi. Elinde olmadan düşündü: “Ah yürek yangını! Benim için mi, sevdalandığı adam için mi bu geliş?”
İki dakika sürmedi. İhtiyar kadın ile yaşlı adam sohbete ara verip ana kapının önüne geldiler. İkisi de tam bir zarafet misâliydi. Merdivenin başına kadar gelip onları kibarlıkla yolcu etti dede:
“-Şerefyâb oldum Hanımefendi. Eski demleri yâd etmek benim için şifa kaynağı oldu, lütfettiniz.”
Yaşlı kadın da aynı kibarlıkla cevap verdi:
“-Aman efendim, o şeref bana ait. Lütfeder de yine vakit ayırırsanız sohbeti tekrarlamaktan büyük bahtiyarlık duyayım.”
Nine ve güzel kızı verandanın merdiveninden aşağı inip ana binaya doğru yürürken mavili kız da dedeyle verandaya döndü. Yeni getirdiği el işlerinden sermediklerini yavaş yavaş, özenerek düzmeye başladı. Yeşil, oyalı yazmayı açmaya başladığı sırada sanki bir ses, bir yalvarış duydu:
“-Susadım! İki gündür beni duyan yok! Su…”
Etrafa baktı, o çiçekleri gördü: Her basamakta tırabzanların kenarlarında bulunan çok güzel, pek süslü büyük seramik saksılara dikilmiş olan Akşam Sefaları, Aslanağzı, Küpe, Begonya, Boru Çiçeği, fulya, Cam Güzeli ve daha bir sürü çiçek rengârenk çiçekler açmıştı. Çok büyük, süslü, pirinç iki saksıdaki pembe ve kırmızı güllerin kokuları verandanın en ucuna kadar geliyordu.
Lokantanın duvar diplerinde begonviller, çarkıfelekler, hanımelleri bazı yerlerde binanın tavanına kadar yükselmişti ve renk renktiler. Öbek öbek Ortancalar, Papatyalar, Şakayıklar, Şebboylar, Yıldızlar bir renk cümbüşü halinde gözlere ziyafet çekiyordu.
Ama bir şey eksikti, hem de önemli bir şey. Neydi? Mavili hissettiği o garip, çaresiz yakarışın kaynağını bulmak için etrafa bakarken yavaş adımlarla yanına gelen ihtiyar adamın yüksek sesle, adeta bağırarak konuşmasına çok şaşırdı. Dede çok haklıydı:
“- Benim güzel kızım! Şu güzellerin yapraklarına bak! Ne kadar da susamışlar. Buralarda çeşme, hortum, bu can dostlara su verecek bir kap yok mu?”
Hemen merdivenlerden indi mavili, duvar dibindeki bahçe çeşmesine hortumu taktı. Ama ihtiyar adam dedi ki:
“-Yavrum, bu zevki bana bırak lütfen. Çok susamışlar. Can suyunu hemen, ama yavaş yavaş vereyim. Bu işi çok iyi bilirim.”
Dedeye hortumu uzatırken Lokanta sahibi kapıda göründü. İhtiyara el sallayıp seslendi:
“-Dedem, burada bir amca daha var. Sohbet ediyoruz. Sen de gel istersen. Kurabiyelerimiz de güzel olmuş.”
Ardından mavili kızı da davet etti. Ama o çiçekleri sebep gösterip teklifi reddetti.
Yaşlı adam hortumu kıza verip yavaş yavaş kapıya doğru giderken mavili kız bu defa sanki bir fısıltı duydu:
“-Çabuk! Çabuk ol! Bir can kurtaralım, pek çok cana da nefes aldıralım. Haydi, aç şu musluğu!”
Sanki sesleri, fısıltıyı, çığlığı yaşlı adam da duyuyordu. Ona dönüp dedi ki:
“-Haydi, çabucak açıver musluğu mavili kızım. Bu güzelliklere nefes, can suyu olsun.”
Biraz sonra tertemiz kaynak suyunu içmeye başlayan güzeller güzeli çiçeklerin yaprakları canlanıp parlamaya, toprakları suyu emip şişmeye başladı.
Ama fısıltılar, içten içe konuşmalar durmuyor, yüreğinde çağlayıp duruyordu:
“-Mavi gözlü, daha çok su ver bize, diyordu sanki saksılar. Çok su ver ki kenarlarımızdan taşsın, taş basamaklara aksın ki hayat kurtaralım.”
“-Daha, daha çok akıt beni diye fısıldıyordu su. Akıt ki dördüncü basamağa iyice yayılayım.”
Basamakları döşeyen granit taşlar en çok sesi çıkanlardı:
“-Haydi su! Ak bu tarafa… Çabuk! Her yer ıslanmalı!”
Su saksıların kenarlarından taştı, diplerinden sızdı, önce sakin sakin, sonra hızla en yüksek basamaktan yayılıp her tarafı ıslatarak tek tek en aşağıya inip toprağa yayılmaya başladı.
Mavilinin şaşkınlıktan ve hayranlıktan başı döndü, “şükür ey Sevgili,” dedi kendi kendine, “şükür sana. Muhakkak bir güzellik oluyor, bunların hiçbiri sebepsiz değil. Sebebin sahibine can feda.”
Basamakları çıkan anne kılıklı bir hanımın ona söylediği sözler şaşkınlığının üstüne tüy dikti:
“-Güzel kızım, sanki taşlar da su istedi. Mübarek su bu. Kim sevmez ki? Aşağıdaki öbeğe de bol su sık. Hem suya doysunlar hem de temiz olsunlar.”
Mavili kız tek tek suladı çiçekleri. Sonra büyük bir keyifle onları seyredip şükürler etti içten içe.
O sırada lokantanın biraz ilerisinde iki arabanın durduğunu gördü. Önce beyazın kapısı açıldı. Kumral, uzun boylu bir genç sakin tavırlarla indi. Üzerinde açık yeşil, spor bir gömlek, siyah bir pantolon vardı. Hızlı adımlarla lokantaya yöneldi.
Hemen ardında aceleyle duran siyah arabadan da esmer, orta boylu, hafif göbekli, siyah gömlek ve pantolon giymiş bir adam hızla indi. Kumral adamın peşinden neredeyse koşarak yürümeye başladı.
Bu defa duyduğu ses açık seçik bir imdat çığlığıydı:
“-Ya Rabbi! Beni kötülüğe âlet etme, beni bu ellerden al, kaybet, beni buna bırakma, bu kötü niyete sebep etme, yalvarıyorum ey Allah’ım!”
Çok derinlerde bir fısıltı daha duydu sanki:
“-Kanını akıtacağım, akacak o kan!”
Başka bir fısıltı cevap verdi derinden derine:
“-O kan senin kanın mı, benim kanım mı? Söyle bana kanın sahibi kim???”
İşte o anda kumral genç saatine bakıp gülümsedi. “Tam vaktinde geldim,” diye düşündü. “Dostlarla bir hafta geçirmek beni dinlendirecek. Talebelik yıllarını anlatıp kahkahalarla güleriz herhalde.”
Esmer adam ona yetişmek için hızla yürüyor, kin dolu gözlerle ona bakıyor, kendi kendine “yakaladım seni. Yıllardır süren acım bugün bitecek. Seni bir iki dakika sonra öldüreceğim,” diyordu hınçla.
Basamaklara ulaşan kumral genç son basamağa adımını atarken diğeri ona yetişti. Elini arkasına attı.
Ama… Mavili yine çığlıklar duydu, hepsi aynı şeyi söylüyordu. Su diyordu ki:
“-Allah’ım yardım et, beni hayra vesile kıl!”
“-Şu katil olmaya niyetlenen adamın elinden düşeyim Ya Rabbi!”
Taş basamakların hepsi çığlık çığlığa dua ediyordu:
“-Ya İlahi! Kayganlaştır bizi!”
İşte o an zaman çok yavaşlayan su gibi akmaya başladı. Esmer adam sondan bir evvelki basağa ayak bastı. Kumral gence kol mesafesine ulaştı. Elini belinin arkasına attı, gümüş saplı, çok süslü büyük bir bıçağı çıkardı.
Ve… Mavili kız o an gerçeği fark etti. Esmer adamın elinde süslü bıçak hızla havaya kalktı.
İşte o salisede bıçak da mavilinin yüreğinde acıyla çığlık çığlığa bağırdı ya da maviliye öyle geldi:
“-Dur! Yapma! Dur!!!”
Kız farkında olmadan adama baktı. Adam da onu gördü. Göz göze geldiler.
Esmer adam bir an şaşaladı, eli durakladı. Ama hızla “o beni babasız bıraktı, ben de onun nesebini kurutacağım. Babamın kanı yerde kalmayacak,” diye düşündü.
Ve…
Havadaki bıçak yavaş yavaş kumral gencin sırtına inmeye başladı.
Mavili dehşet içinde, iyice açılmış gözlerle çığlık attı da o çığlık kendi kulaklarına ağır yankılar halinde geri gelip onu şaşkına çevirdi. Hemen fırladı yerinden.
Lokanta sahibi o yankıyı duyunca başını yavaşça çevirip o tarafa baktı. Ama merdivenlerde sadece bir kargaşa gördü.
Ama… Tam da o anda birden inanılmaz bir şey oldu. Esmer adam ayağındaki has deriden, tabanı hiç aşınmamış, şık mı şık ayakkabının ıslak taşlarda kaymasıyla dengesini kaybetti. Toparlanmaya çalıştı. Sağa sola sallandı. Farkında olmadan ellerini açtı, çığlıklar atıp yardım dileyen o süslü bıçak elinden kurtuldu.
Havada neredeyse geniş bir takla atmaya başlayan esmer adam alttaki en son basamağın yanına süs olarak konan taşa başını vurdu, sırt üstü yere düşüp hareketsiz kaldı.
Bıçak da havada döndü, döndü, kanatları koparılan kelebek gibi rengârenk çiçek öbeğinin içine düşüp gözden kayboldu.
Zaman tekrar hızlandı.
Mavili hızla yardım çığlıkları atarak ona yetişti. Kumral genç de şaşkınlıkla geri döndü. Hemen koşup adamın başucunda diz çöktü, şahdamarına işaret parmağını koyup beş-altı saniye dinledi. Ardından telaşla konuştu:
“-Çok şükür yaşıyor. Lütfen korkmayınız. Ama hemen bir doktor bulmalı.”
Mavi hırkalı kız büyük bir şaşkınlık içinde ona baktı, dehşet içinde düşündü: “Bu esmer adam birkaç dakika önce bu genci bıçaklamak üzereydi. Ama o, bu katil ruhlunun yaşadığına seviniyor. Belli ki onu hiç tanımıyor. Yanlış mı anlıyorum? Ya o duyduğum sesler, hissettiğim fısıltılar? Neler oluyor?”
Ancak kumral gencin çığlığı ile dehşeti daha da büyüdü:
“-Aman Allah’ım! Adamcağızın başı kanıyor!”
Gerçekten de baygın adamın başının sağ tarafından akan kan yavaş yavaş toprağa yayılıyordu.
Aklına lokanta sahibinden yardım istemek gelen mavili aceleyle merdiveni çıkıp onun süslü yazıhanesine büyük bir telaşla girerken neredeyse kapıda çarpışacaklardı.
Mavilinin sesini duyan ve olanların çok azını gören adam da zaten kapıdan hızla çıkmak üzereydi. Kızcağız olanları iki cümle ile anlatınca hemen kasada duran görevliye seslendi, kaplıcanın sağlık merkezinden telefonla yardım istemesini söyledi.
Birlikte baygın adamın yanına indiler. Kumral genç yere bağdaş kurmuş üzüntü ile bekliyordu.
Ambulans hemen geldi. Sağlık merkezinde muayeneden sonra esmer adamın kafasının arka tarafındaki kesiğe dikiş atan doktor heyecanla bekleyen lokanta sahibi, mavili ve kumral gence dedi ki:
“- Gereken bütün işlemleri yaptık. Beyin kanaması tehlikesi yok. Daha kendine tam gelemedi. Her türlü ihtimali göz önünde bulundurup bu gece kontrol altında tutacağız. Kan kaybını da göz önüne alırsak biraz kan takviyesi gerekiyor. Ama maalesef hastamızın kan gurubu ile ilgili yedeklerimiz yok. Eğer AB RH negatif kan gurubu olan varsa çok iyi olacak.”
Gülümsedi kumral genç, sevinçle cevap verdi:
“-Arkadaş şanslıymış. Her kaplıcada böyle bir sağlık merkezi yoktur herhalde. Allah’ın lütfu bu! Benim kan gurubum AB RH negatif. Hemen verebilirim.”
“-Aman ne iyi dedi orta yaşlı, tecrübeli doktor, hastam adına sonsuz teşekkürler. Gerçekten de burada olmanız Allah’ın lütfu. Adamcağızın ayağı kaymış. Kafasını taşa nasıl da vurmuş! Olacak iş değil ama olmuş.”
Bu konuşmaları duyan mavili kızın şaşkınlıktan bir kere daha aklı karıştı. O fısıltıların biri beyninde tekrar yankılandı:
“-O kan senin kanın mı, benim kanım mı? Söyle bana kanın sahibi kim???”
Ve…
O anda gözlerinin önünde bir perde açıldı da çok acı şeyleri seyretmeye başladı sanki. Süslü bir hançer gördü, gümüş saplıydı. Birinin elinde havaya kalkıyor, hızla iniyor, büyük bir feryat ciğerleri yırtarak göklere yükseliyordu. Biri yere düşüyor, yerler kan gölüne dönüyordu. Alevler vardı, her tarafta sivri dilli, her şeyi yakan alevler.”
Yüzü acı içinde kasıldı. Elinde olmadan çığlık atacaktı ki o çığlık boğazında düğümlenip kaldı ve lokanta sahibinin sesi ile perde birden kapandı:
“-İyi misin? Her şey senin yanında oldu. İstersen Doktor Bey tansiyonunu ölçsün. Düşmüş olabilir. Çok heyecanlandın.”
Şaşkınlıkla cevap verdi:
“-Bilmiyorum, hatırlamıyorum.”
Büyük bir telaşla onun yüzüne bakan lokanta sahibi konuşmasına devam etti:
“-Çok korktun galiba. Doktor Beyden rica etsek, sana da hemen bir baksa.”
Ama mavili kız hâlâ o tuhaf halden tam kurtulamamıştı. “Bu garip hali çözmem gerekiyor, hem de şimdi” diye düşündü. “Bir şey var anlamadığım, anlayamadığım.”
Yavaşça başını yere eğdi yine. Ardından dedi ki:
“-O gariban adamı merak ettim sadece.”
Lokanta sahibi de ona destek verdi:
“- Hastayı görebilir miyiz? Ailesine haber vermek de gerekiyor bu durumda. Belki tanıdığım biridir. Emin ellerde olduğunu bilirse rahatlar. Kendine gelirken yanında olabilir miyiz?”
“-Aslında ricanızı reddetmeliyim. Ancak bu sefer kural ihlali yapalım, dedi doktor. Buyurun gidelim. İki dakikalığına içeride tutabilirim. Sonra kan vereceğiz. Burada beklemenize gerek yok. Kimlik bilgilerini yazdık. Danışmadaki görevli size bildirir. Sağlığıyla ilgili gelişmeleri size bizzat ben haber veririm, telaş etmeyin. Bu arada hanımefendiye de bakalım.”
Az sonra adamın yattığı odaya yavaşça girdiler. Gözleri kapalıydı, rengi sararmıştı, başı sarılıydı.
Doktor mavili kızı hızla muayene edip tansiyonunu ölçtü ciddi yüz ifadesiyle. Sonra gülümseyip konuştu:
“- Tansiyonunuz düşmüş. Birkaç saat misafir edelim sizi. Merak etmeyin çok önemli bir şey değil.”
İçi sıkıldı lokanta sahibinin. Elinde olmadan onu kaybedebileceğini düşündü. Telaşını belli etmemeye çalıştı:
“-Ben de kalsam mı acaba? Nasıl geleceksin bu halde?”
Hemen itiraz edip şiddetle başını salladı mavi Hırkalı kız:
“-Hayır, hayır! İşinizden alıkoyamam sizi. Kalırsanız rahatsız olurum.”
Boynunu eğip karara çaresiz uydu Lokanta sahibi. Yavaşça kapıdan çıkarken ona bir daha baktı. Ama başı öne eğik mavili kız onu görmedi.
Ardından içeri giren hemşire mavili kızı başka bir odaya götürmek istedi. Ama o buna da şaka yollu itiraz etti:
“- Şu koltukta otursam olmaz mı Doktor Bey? Şu adamcağızın kendine gelmesini göremezsem bu defa tansiyonum çıkacak!”
Gülümsedi doktor:
“-Ama hemşire hanımın sözünden çıkmayacaksınız. Şimdi gitmem gerekiyor.”
Onun gidişinden hemen sonra gelen anne tavırlı, sevecen hemşire hanım hızla ama çok sessiz bir şekilde işine koyuldu.
Mavi Hırkalı kız için bu durum hüzünlü bir seyirlikti. Sanki bütün bu gördüklerini bir yerlerden hatırlıyordu. Ama nereden, nasıl? Ne için olduğunu bilmediği, içten içe hissettiği ama hiç hatırlamadığı o acılar çekilmişti ve kim çekmişti?
Kederle gözlerini yummasıyla birlikte birden yine gözlerinin önünde bir sahne belirdi sanki. Dedesi vardı o sahnede ve o güne kadar görmediği güzellikte, şaheser bir bahçedeydi. Gülümseyerek yavaşça yanına geliyor, fısıltıyla bir soru soruyordu, sadece bir soru:
“-Bugün yaşadıkların ve gördüklerin artık senin için ne kadar önemli?”
Kendi iç çekişiyle derin bir uykudan uyandı sanki. Gözlerini açtı. Farkında değildi. Ama sessizce ağlıyordu. Hemen gözlerini silip yine kendine fısıldadı:
“- Hiç önemli değil artık, hem de hiç, ah dedem. Hissediyorum ki sebebini ve ne olduğunu hiç hatırlamadığım bu acılar artık sona erecek. Çok az kaldı. Ben öteleri, ninemle seni çok özledim. Ama en çok da O Sevgiliyi.”
Sonra etrafına baktı. Yan yana konmuş iki yatakta kumral gençle esmer adam yatıyordu. Hemşire hanım kumral genci hazırladı. Ardından kollarını, ayaklarını karyolanın kenarlarına hemen bağladığı esmer adamın dirseğinin iç kısmına vurup ana damarı buldu.
Tam o sırada esmer adam derinden derine fısıltılar duymaya başladı:
“-Teşekkürler hemşire hanım. Eliniz çok hafifmiş.”
Üç beş saniye sürmedi, kolunda küçük bir acı hissiyle göz kapaklarını aralamak istedi. Büyük bir yorgunluk hissiyle tekrar kapattı. Ama koluna bir şeyler sarılıydı. Ne oluyordu? Karanlık odalarda yüz yıl kalmış gibiydi. Her taraf simsiyahtı.
Koluna, hatta kolunun içine sıcacık bir şeylerin aktığını hissedince zorlayarak gözlerini yavaşça açtı. Önce nerede olduğunu anlayamadı. Titreyen sesle sordu:
“-Nere… Neredeyim ben?”
Hemşire Hanım hafifçe ona doğru eğildi:
“-Geçmiş olsun, dedi. Küçük bir kaza atlattınız, sağlık merkezindesiniz.”
Adamın gözleri korkuyla açıldı, sancılar başına bıçak gibi saplandı. Yavaş yavaş etraf aydınlanmaya başladı bir müddet sonra. Şaşkın şaşkın etrafına bakıp kumral genci görünce birden onun arkasında hızlı adımlarla yürüdüğünü, basamaklarda yakalamak üzere olduğunu, bıçağını hatırladı. Ama… Sonrası yoktu.
Tekrar tekrar etrafa baktı. Kanlısı burada olduğuna göre istediğini yapamamıştı.
Başı çatlayacak gibi ağrıyordu. Birkaç dakika daha gözlerini yumdu. Ama yavaş yavaş aklına gelen düşünce ile göz kapaklarını açmak zorunda kaldı. Kumral gence, onun kolundan uzanıp kendi koluna bağlanana baktı ve keşfiyle dehşet içinde kaldı. Kanlısı kendine kan veriyordu! Yine başına iğneler saplandı. İnledi:
“-Ah! Başım! Başım çok ağrıyor.”
Aletlerle meşgul olan hemşire hanım hemen ona döndü:
“-Az sonra Doktor Bey gelecek, dedi. Biraz gayret. Korkmayınız, yanınızdayız.”
Ama o bir zaman kendisiyle cebelleşti. Sonra her zamanki gibi kurnaz olmaya karar verip başını gözlerini tavana dikmiş sakin sakin duran kumral gence çevirdi. Ona uzun uzun baktı. Ardından dikkatli olmaya çalışarak konuştu:
“-Arkadaş, bir baksana.”
Kumral genç hemen yüzünü ona döndürdü, elbette bakışlarını da.
Bu yüzü ve gözleri gören esmer adam çok şaşırdı. Gördüğü resimlerdeki kişi ile bu yüz ikiz kardeş gibi benziyordu. Ama göz rengi çok farklıydı. Ona anlatılan ve resmi gösterilen kişinin gözleri koyu kahverengiydi. Kendisine kan vereninki ise gök mavisi. “Namussuz”, diye düşündü. “Tanınmamak için renkli lens takmış olmalı.”
Baş ağrısı beynini oymasına rağmen kurnaz tilkiler kafasında dolaşmaya başladı. Bu kurban nasıl olsa kendisini tanımıyordu. O zaman her şeyi sorabilirdi.
Konuşurken canını yakan baş ağrısına aldırmamaya çalışarak kekeledi:
“- Bana… Ka…nını veriyor… sun. Kimin …bana yardım ettiğini çok merak etti… A… adın ne senin?”
Kumral genç gülümseyip adını söyledi ve sonra dedi ki:
“- Dostum, bunu kim olsa yapardı. İnsanlık görevimiz… Eminim ki siz de bana kanınızı verirdiniz. Madem merak ettiniz, kendimi biraz anlatayım. Doğma büyüme bu şehirliyim. On yıllık mühendisim. Bu kaplıcada arkadaşlarla tatil kararı aldık. Onlar benden evvel geldi. Lokantada buluşacaktık. Annem, babam, kardeşim de yarın gelecek. Ama siz benim arkamdaymışsınız… Islak granit basamaklardan kayıp düştünüz. Şimdi hepimiz buradayız.”
Esmer adam büyük bir şaşkınlık daha yaşadı. Kanlısının ismi bu ad değildi, bu şehirli değildi. Babasını vuranın tek çocuğu vardı. Ama o adam kaçtığı yaban ellerden yurda dönerken hanımıyla birlikte trafik kazasında ölmüştü. Arabada bulunan tek çocuğu devlet alıp okutmuş, mühendis etmiş diye duyup peşine düşmüş, sonunda resimlerini ve hayatıyla ilgili bütün bilgileri almıştı. Kanlısı bekârdı, daha çocuğu olmamıştı. Bu gencin kardeşi vardı, anası babası da sağdı. Şüpheyle sordu:
“-Gözlerinin rengi…. Gerçek mi? Lens gibi parlıyor.”
Kumral genç gülümsedi:
“- Ah! Ah! Bugünlerde birileri beni bir arkadaşıma benzetip sorup duruyor. İkiz kardeş gibi benzediğim can dostum… Zaten herkes bizi karıştırır, göz rengimizden anlarlardı. Biricik dostumla tam beş sene birlikte çalıştım.”
Büyük bir heyecan dalgasında boğulur gibi oldu esmer adam. Demek ki bu genç kanlısı değildi. Yüreğini sıkan pişmanlık kıskacına bir an yenik düştü. “Ah, az daha yanlış adamı öldürecektim!”
Ama hemen intikam duygusuna kapıldı. Hin bir merakla sordu:
“-Nerede o arkadaşın?”
Kumral gencin yüzü kederle kasıldı, gözleri doldu, dudakları titredi. On-onbeş saniye sessiz kaldıktan sonra konuştu. Sesi titriyordu:
“-Yeni kaybettim… Hiç… Hiç hatırlamadığı babasıyla annesinin kaderini paylaştı. Onların kabrini ziyarete gitmişti bayramda. Nereden hatırlasın ki onları. Üç aylıkmış kaza olduğunda. Dönerken herhalde dikkati dağıldı ki hızlı gidiyormuş. Koca tırı fark etmemiş. Kırılmadık yeri kalmamıştı. Son nefesine yetiştim. Alnından öptüm can yoldaşımın. Ama bana sadece birkaç cümleyi zor cümle söyleyebildi…”
Sonra sustu, bir müddet öylece kalakaldı.
Mavili kız elini ağzına götürüp hıçkırdı. Gözlerinden inci tanesi gibi yaşlar akıyordu.
İşte o an esmer adamın birkaç saat evvel elinde sımsıkı tutup cinayet işlemek istediği o süslü intikam bıçağı tam kalbine saplandı sanki. Derin bir acıyla sarsıldı. İnledi:
“- O cümle… Neydi o üç cümle… Yalvarırım… Söyle, söyle bana.”
Kumral genç artık dayanamadı, hıçkırıklar arasında konuştu:
“-Bana zorlukla dedi ki: “Bir gün babamın kanlısıyla karşılaşsaydım, baba sevgisinden yoksun büyüdüğü için af dilerdim öz babam adına. O hasreti iyi bilirim. Sen… Sen karşılaşırsan benim adıma af dile…” O kanımın peşinde koşan adamı aradım. Ama bulamadım.”
Yutkundu, elleriyle gözyaşlarını silip konuşmasına devam etti:
“-Aslında bir de sevdiceği vardı. Ama evlenmekten çok korkuyordu. ‘Hep bana bir hal olur da çocuğum babasız kalırsa, öte dünyada da ıstırap çekerim ben. O kanımın peşinde olan adam beni bulur da bebelerim babasız kalırsa’ diye çok dertleniyordu.”
Esmer adam dehşet içinde düşündü. Kendini bildiğinden bugüne kadar o gencin peşinde koşmuştu. Onun babası kendini küçük yaşta yetim bıraktığı için intikam almalı, babasız geçen günlerin hesabını sormalıydı. Oysa o genç de yapayalnız, anasız babasız büyüyen bir garipti. Üstelik kendisinin bir ana kucağı olmuştu. Onun ana kucağı da yoktu. Niye bunları düşünmemiş de yıllarını bu kini için feda etmiş, çaresiz, yapayalnız bir garibin korkusu olmuştu. Şimdi onun arkadaşı, can dostu kendisine kanını verip canına can katıyordu.
Utandı, çok utandı. Yavaşça başını çevirdi. Ama bu defa başka bir çift mavi göz ona bakıyordu. Hem de “senin kim olduğunu biliyorum” der gibi.
Hemen gözlerini yumdu. Şimdi ne yapacaktı?
Tam o sırada hemşire hanım söze karıştı:
“-Beyler bu kadar sohbet yeter. Yormayınız kendinizi. Beş dakika sonra işlem tamam. Doktor Beyi alıp geliyorum. Konuşmak yok!”
Odada büyük bir sessizlik hüküm sürmeye başladı. Mavili kız esmer adamın ne yapacağını merak ediyordu. Ama sanki bir fısıltı duydu yine. İstemeden gözlerini kapattı. Perde yine açılıyordu. Esmer adam kumral gencin arkasındaydı. Eli havada yanaştı, yanaştı ve bıçak inmeye başlarken ayakkabı kaydı. Bıçak havada döne döne çiçek öbeğinin içine düştü. Oradan fısıldamaya başladı:
“-Beni buradan al. Sahibime götür. Bak bakalım ne olacak.”
Hemen açtı gözlerini. Hiç kimseye tek bir söz etmeden fırladı. Deliler gibi koşarak lokantanın önüne geldi, çiçek öbeğini buldu. Hızla bıçağı aramaya başladı. Bulması da çok sürmedi. Bıçak diklemesine toprağa saplanmış, öylece duruyordu.
Kaptı bıçağı, mavi hırkasının büyük iç cebine koydu, gerisin geriye koştu, sağlık merkezine döndü. Yavaşça odaya girip hiçbir şey olmamış gibi koltuğa oturdu. Derin bir nefes alıp esmer adama baktı, hâlâ gözleri kapalıydı.
Tam o sırada doktor ve hemşire içeri girdi.
Aletleri kontrol eden Doktor Bey kan verme işlemini sonlandırmasını söyledi. Hemşire hanım hızla gereken işi yaptı.
Üçünün de tansiyonunu ölçüp neşeli sesle iyi olduklarını, kumral gence beş dakika daha yattıktan sonra gidebileceğini, mavili kıza gayet iyi olduğunu, esmer adama kontrol için tekrar gelip durumuna bakacağını, hemen serum takılacağını anlatıp hemşire hanımdan onlara meyve suyu ikram etmesini rica eden Doktor Bey daha fazla beklemeden oradan ayrıldı. Bir koşu meyve suları getiren hemşire hanım da mutlaka onları içmelerini, başka bir hastanın tansiyonunu ölçeceğini söyleyip çıktı.
Odaya derin bir sessizlik çöktü. Kumral genç hüzünlü hatıraları yaşadığı için suskundu.
Esmer adam hayatının pişmanlığını yaşıyor, ne yapacağını bilememenin dilsizliği içinde çırpınıyordu.
Mavili kız bıçağın çağrısına uymuş, bekliyor, konuşmuyor, ilk defa gözlerini kaçırmıyordu.
Beş dakikadan çok zaman geçti, belki daha da fazla. Sonunda kumral genç yavaşça yerinden doğruldu, ayağa kalktı. Esmer adama dikkatle baktı, gözleri kapalıydı. Uyuduğunu zannetti. Mavili kıza dönüp fısıldadı:
“-Ben çıkıyorum. Siz de gelecek misiniz?”
“-Siz çıkın, dedi mavili. Hemşire hanıma bir şey soracağım.”
Kumral genç tam çıkıyordu ki arkadan esmer adamın inleyen sesini duydu:
“-Arkadaş… Bana… Yaptığın… Bu iyiliği hiç unutmayacağım.”
Ona döndü geç adam:
“-Kim olsa yapardı dostum, diye cevap verdi. Yorma kendini. Dinlen. Uğrarım. Tekrar geçmiş olsun.”
Esmer adam hemen gözlerini yumdu. Sıkıntı ile beklemeye başladı. Bu mavi gözlü kız onu kurbanı saydığı adamın sırtına bıçağı indirirken görmüştü. Şimdi ne olacaktı?
Mavili birkaç dakika daha bekledi. Sonra onun yatağına iyice yanaştı ve çok yavaş sesle konuştu:
“-Uyumadığınızı çok iyi biliyorum. Size bir şeyler sormak istiyorum.”
Gözleri açtı adam. Ama mavili kızın gözlerine bakmaktan koktu. Tavana bakıp konuştu:
“-Ne istiyorsun?”
Mavi hırkasının iç cebinden gümüş saplı, süslü, büyük bıçağı çıkardı kız ve ona doğru uzatıp sordu:
“-Bu… Bu sizin mi?”
Bıçağın kendine doğru uzandığını gören adam bir an onun kendisine saplandığını düşündü. Saniyenin binde birinde çok büyük ve çok ince bir sızı bütün vücudunu delip geçti. Acıyla irkilip hafifçe sıçradı. Ardından gözlerini yumup bir süre sessiz kaldı. Konuştuğunda sesi titriyordu:
“-Biliyorsun kimin olduğunu. Söyle, ne istiyorsun?”
Soruya soruyla cevap verdi mavili kız:
“-Söyleyin… Kimin sizce? Ben sizden ne isteyebilirim?”
Adam düşündü. Kumral gencin anlattıklarından sonra duyduğu büyük pişmanlığı, az daha işleyeceği cinayetin kalbinde yarattığı ağır mı ağır zelzeleyi o ıslak basamaklardan düşmeseydi yaşar mıydı? Kendi kendine “hayır, yaşamazdım. Öldürmeye çalışır, sonra da kaçardım. İntikamımı aldığım için de mutlu olduğumu sanırdım birkaç zaman. Ah nereden bilirdim ki?”
Sahi o basamakları ıslatan suyu çiçeklere kim vermişti? Aslında onu bulup ellerinden öpmeli, teşekkür etmeliydi. Hem kendinin hem de o gencin hayatını kurtarmıştı.
Yavaşça başını maviliye çevirdi. Kızın gözlerine bakınca derin, engin, tertemiz bir okyanus, sonsuz büyüklükte gökyüzü gördü. Şaşırdı. Bu gözlerde kötülük olamazdı.
Mavili kız da adamın gözlerinde sonsuzluk kadar derin, bir o kadar saf acıyı, yıllarca birikmiş olan kinin ve nefretin paramparça olmuş ve artık işe yaramaz olan halini gördü, matem rengindeydiler. Birden omuzlarına çöken ulu dağlar, yalçın kayalar gibi pişmanlıklar gördü ayrıca ve artık nasıl yaşayacağını bilememenin verdiği deli yorgunlukları…
“-Bak, diye mırıldandı adam çok bitkin bir sesle. Ne yapacağın umurumda bile değil. O bıçak benimdi, evet, elimde gördün. Ne yapmakta olduğumu fark edip çığlık attın. İstersen git, jandarmaya beni ihbar et. İdam da yıllarca sürecek hapis cezaları da şu yaşadığım pişmanlığın ve çaresizliğin yanında hiçbir şey değil. Ne yaparsan yap, kendin bilirsin. O bıçak dede yadigârıydı. Ama artık görmek istemiyorum.”
Derin bir nefes aldı. Sonra aceleyle konuştu:
“-Çıkmadan evvel ben sana bir şey soracağım. O… O çiçekleri kim suladı? Ayağa kalkınca gidip ellerinden öpeceğim. Beni ebediyen kalacağım cehennemlerden kurtardı. Şimdi yanmıyor muyum? Evet, hem de nasıl yanıyorum, pişmanlık cehennemlerinde yanıyorum.”
Mavili hüzünle dedi ki:
“- Artık sizin olmayan bu güzel bıçağı kimselere vermeyeceğim. Ama bir şey daha soracağım. Şu yaşadıklarınızdan sonra trafik kazasında ölen babanızın katili sağ olsaydı ve o merdivenlerde o adam olsaydı, elinizde bu güzel bıçak olsaydı…”
Kızın sözünü kesti adam, hıçkırdı. Gözyaşları şakaklarına doğru yayılmaya başladı:
“-Hayır, hayır! Ne olur sorma, dedi. Yapma. Keşke ben ölseydim o trafik kazasında. Yetimhanelerde büyüyen genç bir adam kim bilir ne kadar yalnızdı ve ne kadar çok korkuyordu. Haklıydı, hem de çok…”
Konuşamadı artık, hıçkırıklara boğuldu.
Yavaşça arkasını dönüp kapıya yöneldi mavili. Tam kapıyı açacaktı ki adamın yorgun sesini duydu:
“-Çok rica ediyorum, biraz daha yanımda kal. Korkuyorum. Bu yükle ölmekten çok korkuyorum.”
Mavili kız döndü yatağın başına geldi. Adam yalvaran gözlerle ona baktı. Yavaş yavaş konuştu:
“-Bilmiyorum nedendir, çok korkuyorum. Ben… Ben aslında hiç korkak bir adam değildim. Ama ne kadar da kolaymış ölüvermek. Arkanızdan bir adamın gelip size ateş etmesi, bıçaklaması, başınızı taşa vurmanız…”
“-Öyle mi, dedi mavili, öyle mi acaba? Ölümün bu kadar kolay olduğunu zanneden siz onun tam karşıtı olan yaşamak hakkında ne düşünüyorsunuz? Yaşamak da bu kadar kolay mı acaba?”
Şaşırdı bu soru karşısında esmer adam. Gözlerini yumup beş on saniye öylece kaldı. Bunu hiç düşünmemişti. Yaşamak kolay mıydı yoksa zor muydu?
Hayretle fark etti ki hayatında bu sorunun hiçbir anlamı ve önemi olmamıştı: Kendini bildi bileli tek amacı vardı: Babasının katilini veya ondan doğanı, kendini babasız bırakanı yok ederek intikam almak. Bu sebeple de evlenmemişti.
Bir gün beklediği o haber gelmişti. Katil kazada ölmüştü. Ama çocuğu sağdı. Bu haberden sonra artık amacı o çocuğu bulmak ve öldürmekti.
Dedesi öldüğünde otuz yaşına yanaşmıştı. Ondan sonrası sülaleden kalma geniş arazileri yönetmekle geçmişti. Hiç yoksulluk çekmemiş, hep dediği olmuştu o güne kadar. Tavizsiz bir adamdı.
Dört- beş yaşlarındaydı babasının öldürüldüğünde. Onun kıyametiydi o gün. Ağıtlarla cenaze defnedildikten sonra dedesi işlere devam etmiş, yıllarca evde büyük bir suskunluk yaşanmıştı. Annesi de bir daha evlenmemiş, koca yurdunu terk etmemişti. Zar zor lise bittikten sonra okumayıp haytalığa başlayacağı sırada, bir gün dedesi intikam telkinleri ile o süslü bıçağı vermişti. Kendisi de zaten bu intikama dünden hazırdı.
Ama geçirdiği şu birkaç saat ve kumral gencin ona anlattıkları, ona kan vererek sağlığına kavuşmasını sağlaması, kendisini deli bir şaşkınlığın çukuruna atmış, pişmanlık ateşinde cayır cayır yakmaya başlamıştı. Babasının katilinin çocuğunun yaşadıkları kendi hayatına tutulan aynanın öteki yüzüydü adeta. Aslında zor hayat tarif edilse o gencin hayatı anlatılırdı. Ana baba sevgisinden uzak, yetimhanelerde, hiç tanımadığı bir katilin peşinde olduğunu bilerek geçirilen bir hayat, korkular içinde, her an ölümü hissederek yaşanan bir ömür…
Aslında kendi hayatını da zorlaştırmıştı güzeli yaşamak ve mutlu olmak varken, katilin çocuğunu intikam sebebiyle öldürmek için hayatını boşuna harcamıştı!
Gözlerini açıp maviliye baktı kederle:
“-Bak, dedi, şu anda duyduğum pişmanlığın ve kederin ne kadar büyük olduğunu anlatmamın yolu yok… İnan bana şu anı paylaşacak kimseciğim yok! Beni anlayacak hiç kimse yok yanımda. Ben… Bu kadar yalnız ve çaresiz olunduğumu bilmiyordum. Kendimi nasıl da güçlü hissediyordum. Hele hele de avımın beni tanımadığını düşündükçe nasıl da mutlu oluyordum. Oysa can almak ve can vermek hiç de kolay değilmiş…”
Mavili kız dedesinin ve ninesinin ölümünü düşündü o an. Nasıl da güzel geçivermişlerdi o tarafa. Hiç de zor olmamıştı, tam tersi onlar için ölüm değildi o gidişler. Onlar için ölüm yoktu, Asıl Sevgiliye ulaşmanın yolu idi o yolculuklar.
Bir soru daha sordu adama:
“-Hiç asıl gayeyi düşündünüz mü? Niye, niçin, hangi sebeple bu dünyaya geldik, neden buradayız? Dünyada bir sürü hedeflerden hangisinin sahte, hangisinin gerçek olduğunu hiç düşündünüz mü?”
Adam inleyerek cevap verdi:
“-Ah! Öyle bir intikam denizinde boğuluyordum ki başka hiçbir gayeyi düşünemedim, tanımadım! Şimdi anlıyorum ki bana hiç kimse doğru yolu göstermemiş. Hiç gerçek dostum olmamış.”
Adam gözlerini yumup susunca mavili kız onun iyice yorulduğunu sanıp fısıldadı:
“-Ben gideyim. Siz de dinlenin artık.”
Gözlerini açıp yalvardı adam:
“-Lütfen az daha kal. Bu yalnızlıkla ben tek başıma baş edemem.”
Mavili sırlara gülümsedi:
“-Yalnız değilsiniz ki. Aslında kimse yalnız değil. Eğer insan kalp gözünü açar, onun sesini duyarsa, orada hiç durmadan sohbet edeceği gerçek Dostun daima var olduğunu anlar. Gönül aynasına bakarsa O Dosttan yansımalar görür de dünyada iki cihan saadetini yaşar.”
“Gönül aynası, gerçek Dost, kalbinin sesini duymak…” Ne demekti bütün bunlar? İrkildi birdenbire esmer adam. Bunca yıldır ara ara kalbinin bir yerlerinde bir sızı duyardı ve hep şu soruyu sorardı bir iç sesi: “Niye bu intikam aşkı? O katilin çocuğunun suçu ne?” Ama hep susturmuştu onu ve artık o sesi uzun zamandır duymaz olmuştu. Acaba bu muydu kalp sesi? Onu nasıl tekrar duyar ve aslını nasıl keşfedebilirdi?
Hemen sordu:
“-Nasıl, nasıl yapabilirim bu söylediklerini? O Dostu nasıl bulurum?”
“-Kendi içinize dönerek. Gönül aynanızda kendinizle hesaplaşarak. O Dost size yol gösterecektir. Bütün yaratılış gayelerine ters düşen her kötü şeyden sizi arındıracaktır. Bu yüzleşmeden korkmamalısınız.”
Adam yine yumdu gözlerini. Beş on saniye düşündü ve heyecanla dedi ki:
“-Önce gidip o kumral gence her şeyi anlatacağım. Af dileyeceğim. Ardından dağların başına gidip kendimi cezalandıracağım. İnsanlara bırakmayacağım bu işi. Kendi kendimin hesabını ben göreceğim.”
Mavili kız sakin bir tavırla dinledi bu sözleri. Sonra dedi ki:
“-Ama… Ama siz yine aynı şeyi yapıyorsunuz. Bu defa kendinizden intikam almaya kalkıyorsunuz. İnsan intikam almak, nefreti yaşamak ve yaymak için mi yaratıldı ki siz hâlâ bir intikamdan ötekine koşuyorsunuz? Bu kadar mı kolay bunca yılın intikam hırsını üstünüzden atmanız? On dakikayı sürmeyen sıradan bir itiraf, sonra dağlarda gezintiye çıkıp kendinize bağırıp çağırmak! Bu, o kadar kolay, o kadar rahat olmasa gerek! Hayır! Ayrıca bu ani karar doğru mu sizce? O gence neyi anlatacaksınız? Size ne güzel bir iyilik yaptı. Bırakın onun mutluluğunu yaşasın. Neden onun o güzel dünyasına şüpheyi, belki de kin tohumlarını saçacaksınız? Niye?”
Adam yine şaşkınlıkla düşündü. Bu da doğruydu.
“- O zaman… Ne yapmalıyım? Nasıl kendimi düzeltmeliyim? Bilmiyorum, diye sızlandı, ah, bilmiyorum!”
“-Aslında içten içe biliyorsunuz, dedi mavili kız. Ama bunu kendinize söylemeye gücünüzün olmadığını sanıyorsunuz. Bazen susmak, kötülüklerin üstünü örtmek gerekir. Bazen kendi kendinin kötülüklerini kendi kendine söylemek, itirafta bulunup yüzleşmek ve kendine de adil olmak gerekir. Bunun içinde kendine dönmeniz, orada gerçek Dostunu görüp ona danışmanız gerekir.”
Adam yıllardır unuttuğu bir şeyi yavaş yavaş hatırladığını, hafızasından silmiş olduğu kendine soru sormayı tekrar öğrendiğini hayretle fark etti. Bu mavi gözlü, mavi hırkalı kız ona adeta öğretmenlik yapıyordu! Aklına gelene heyecanlanarak hemen sordu:
“-Söyle bana, O Dost hep benimle mi, hep kalbimde mi? Her soru sorduğuma cevap verecek mi?”
“-Evet, dedi mavili kız, verecek. Çünkü O size şah damarınızdan daha yakın. Yeter ki ihlas ile isteyiniz her ne istiyorsanız. Sorduğunuz her soru sevmek ve bilmek, adalet için olsun. Başka dost aramayınız. O Dost size yeter.”
Yıllardır unuttuğu O Dostu yine yavaş yavaş hatırlayan adam gözyaşlarına boğuldu. Mırıldandı kendi kendine:
“-Şükürler olsun Allah’ım, beni bırakmadın, şükürler olsun.”
Mavili kız onun ağlayışını gördükten sonra dedi ki:
“-Ben artık gitmeliyim. Sanırım ki kalbinizle konuşmanızın vakti geldi.”
Adam ona minnetle baktı:
“-Çok teşekkür ederim bu sohbet ve nasihat için, diye konuştu. Ama yetmedi. Seni bir daha görebilecek miyim?”
“-Sanmıyorum, diye cevap verdi mavili kız. Ama siz zaten yolunuzu bulmaya, can suyunu tatmaya başlamışsınız artık. Allah sizinle olsun.”
Ayağa kalktı, kapıya yöneldi. Ama adamın aklına gelen soruyu sorması ile durdu:
“-Bana cevap vermediniz. O çiçeklere su veren, böylece benim de cansuyuma kavuşmamı sağlayan kimdi?”
Kapının tokmağını çevirdi mavili kız tam çıkarken cevabı verdi:
“-Yüce Rabbim beni vesile kıldı, o bendim.”
Cevabı beklemeden dışarı çıktı, kapıyı kapattı.
Esmer adam içeride şaşkınlıkla şükürler edip hıçkırıklara boğulurken mavili kız açık duran sırlı kapılara gülümseyip kendi kendine mırıldandı:
“-Ey Yüce Rabbim! Hikmetinden sual olunmaz. Demek ki bu fısıltılar, içten içe duyduğum sesler bu olanlara işaretmiş. Şükürler olsun Ey İlahi.”
Tam o sırada yeşil gözlü kadın lokantaya doğru yürüyor, hüzünle kibar, biraz da mağrur, gururuna düşkün biri olarak tahmin ettiği lokanta sahibini düşünüyordu. Acaba bu çok ümitsiz görünen sevdası gerçekten de böyle miydi? Küçücük de olsa bir ihtimal olmaz mıydı? Aslında onun da sevdası pek ümitli sayılmazdı. Gözleri yerde gezen, sırlarla dolu, mavi hırkalı kız onun farkında bile değildi veya öyle görünüyordu. En doğrusu yine ona gidip daha fazla soru sorarak gerçeği bulmaya çalışmaktı.
Heyecanla basamakları çıktı. Verandanın mavili kıza ait bölümünün kapısı açıktı. Yavaşça içeri girdi. Güzel el işi yazmalara, iki kilime, birkaç seccadeye bakarken düşüncelere daldı gitti. Hepsi de ne güzeldi. Kilimlerin renkleri ve desenleri bahar gibiydi. Maviler, yeşiller, pembeler, beyazlar geometrik desenlerle nasıl da dengeli dokunmuştu. Seccadelerde gizli bir davet var gibiydi, motifleri ve renkleri üzerinde diz çöküp, evreni, onu yaratan O mutlak gücü uzun uzun düşünmeye çağırıyordu sanki. Sevda da bir davet miydi acaba? Durup dururken bir insan neden birisini beğenirdi ki? Bu hal kaderin bir daveti miydi?
Mavili kızın sesiyle kendine geldi:
“-Merhaba, ne güzel sizi görmek!”
Aralarında havadan sudan, ama hoş bir sohbet başladı.
Mavili kız bir ara dedi ki:
“-Çok mu beğendiniz bu işleri? İsterseniz size öğretirim. Sizinkileri de burada sergileriz, inşallah satılır. Ne güzel olur.”
Çok sevindi Yeşil gözlü kadın. Aklına gelene de çok şaşırdı: Mavili kız da yaptıklarıyla ona ulaşmamış mıydı? Belki onunkileri de beğenir, böylece bir ortak noktaları olurdu. Yanık yürekle, aşkla ilmek ilmek işlenen her şey ne manalı ve ne hoş olurdu.
“-Ne çok, hem de ne çok isterim, bilemezsiniz, diye sevinç çığlıkları attı. Neredeyse kızcağızın boynuna sarılıp onu minnet öpücüklerine boğacaktı. Ama sakin olmayı başarabildi.
Torbasından malzemeleri çıkaran mavili kız gülümsedi yine. “Ah bu aşk yangını gönül,” diye düşündü. ”Ne hayaller kurduruyor insana, hayırlısı inşallah.”
“-Annem de çok güzel dantel ve örgü örerdi eskiden, diye konuştu heyecanla yeşil gözlü. Bana da öğretmişti. Ama okul, iş derken, çok uzun yıllardır elime almadım.”
Farkında olmadan bir saati geçirdiler. O tatlı sohbete öylesine dalmışlardı ki zamanın nasıl geçtiğini anlayamadılar. Kapıdaki görevlinin sesini duyunca yerlerinden sıçrayıp hallerine gülüştüler. Her zamanki görevli ciddi bir sesle konuştu:
“- Geçen aldırdıklarınızın aynısını aldım. Kusura bakmayınız sizi bulamadığım için soramadım. İsterseniz gider değiştiririm.”
Mavili kız gerek olmadığını söyleyip teşekkür etti. Sonra dışarı bakıp küçük bir çığlık attı:
“-Ah! Bugün vakit ne çabuk geçti. Artık gitmem gerekiyor. Toplanayım. Size malzemelerin bir kısmını ve süs oldukları için satmadıklarımı bırakayım. Örnek olur. Böylece kendinizi denemiş olursunuz. Ama inanıyorum ki çok güzel şeyler yapacaksınız.”
Cam duvardan onlara bakan lokanta sahibi mavilinin torbalara malzemeleri koymaya başladığını görünce onun gitmek üzere hazırlandığını anladı. Derin bir iç çekti. “Ah, yine hasret dağları yüreğime çöküyor”, dedi kendi kendine. “Bugün de konuşamadım. Bu saatten sonra kendimi anlatamam artık. Bu “bir dahaki sefere”ler ne zaman sona erecek. Acaba şu kısacık yolda ya da…Ya da onu yağız atına binmeden evvel durdurup konuşsam mı? Ah! Ben.. Ah ben! Yine fırsat kaçırıyorum!”
Yavaşça yerinden doğruldu, büyük bir hüzünle onların yanına gitti. Neşeli olmaya çalışarak konuştu:
“-Kolay gelsin. Bugün pek konuşamadık. Çok telaşlı bir gün yaşadık. Her şey yolunda mı?”
Yeşil gözlü kadın da ona hüzünle bakıp cevap verdi:
“-Ben de size kolaylıklar dilerim. Kendi adıma çok güzel şeyler öğrendiğimi itiraf ederim. Sevgili öğretmenim bana pek güzel el işleri öğretti. Öğrencisi olmaktan pek mutluyum.”
Yavaşça başını kaldırdı mavili kız. Bir an da olsa onun gözlerini görmek, onunla göz göze gelmekle garip, yapayalnız, boynu bir mutluluk gönlüne değip geçecekti ki kızın dudaklarında küçük bir yel gibi esen gülümseme bu mutluluğu birazcık daha uzattı.
“-Bu güzel dost, dedi mavili, öğrenmeye pek istidatlı. İnşAllah kısa zamanda usta olacak Yüce Rabbim kısmet etsin.”
“-Ne iyi, diye konuştu lokanta sahibi. Hani cesaret etsem ben de bu harika işleri öğrenmek isterdim.”
Üçü de küçük kahkahalarla gülüştüler. Yeşil gözlü bir an da olsa öne çıkmanın, sevdalısına yakınlaşmanın heyecanını yaşayıp o an çok mutlu oldu, kalbi deli gibi çarptı, heyecanlandı, yüzünü ateşler bastı.
Mavili onun bu halini fark edip yine sırlara gülümsedi. Ama sözü uzatmak istemedi:
“-Ben… Bir dahaki sefere kadar ne güzel oyalar, örgüler yapacağınızı tahmin ediyorum. Sizden çok ümitliyim. Bu güzel dostluk ve sohbet için minnettarım. Ama gitmeliyim. Dedemle ninem yolumu bekler. Yağız da meraklanmaya başlamıştır. Artık kalkayım.”
“-Ben yükünüzü yağıza kadar götüreyim, dedi hüzünle lokanta sahibi. Size eşlik edeyim.”
Yeşil gözlü de gelmek istedi. Ama mavili teşekkür edip engelledi.
Verandadan çıkıp merdivene yöneldiler. Hâlâ yaş olan basamaklara gelince mavili kız elinde olmadan başını kaldırıp ona baktı, ikaz etti:
“-Aman dikkat!”
Lokanta sahibi derin denizler gibi laciverte dönen o çok güzel gözlere baktı, gülümsedi:
“-Ama ben kaymam, korkmayın. Elimde sadece size ait olanlar var.”
Mavili bu sözlere şaşırdı:
“-Bir şey mi biliyorsunuz?”
“-Bilmiyorum, dedi adam. Sizin çığlığınızla başımı kaldırdım ve bir şeyler gördüm. Ama emin değilim. Sizce emin olmalı mıyım?”
Başını kaldırıp göğe baktı mavili bir müddet. Sonra ona döndü:
“-Her gördüğümüzden, duyduğumuzdan, hissettiklerimizden ne kadar emin olabiliriz veya emin olmalı mıyız, dedi. Ya altında saklı olan gerçek çok farklı ise?”
“-Yani…Yani olanı araştırmalı mıyım sizce, diye cevap verdi lokanta sahibi. Gördüğümün arkasını takip mi etmeliyim?”
Kız yine unuttu başını yere eğmeyi ve onun gözlerine dikkatle baktı. Adam bu bakışlarla yine çöldeki Mecnun’a döndü, sevda yangınından sesi, soluğu kesildi de öylece kala kaldı.
“-Hakikat her daim faş edilmeli mi acep, deyiverdi mavili. Ya zamanı ve zemini uygun değilse, daha da kötüsü yeni felaketlere sebep olacaksa? Susmalı mı acep?”
Ardından hızla merdivenden inip arka bahçe yoluna döndü. Aynı hızla yürümeye başladı.
Lokanta sahibi hızlanıp ona yetişti. Lüzumsuz bulduğu sessizliği bozmak istedi:
“-Bugün pek konuşamadık. Bugün de yine olağandışı şeyler yaşadık. Her gelişinizde inanılmaz olaylar oluyor. Siz de fark ediyorsunuz herhalde.”
“-Hayat devam ediyor, diye cevap verdi mavili. İnanılmaz dediğiniz her şey hayatın bir parçası. Hayat onlarla anlaşılır, yaşanır hale geliyor, gayesi ortaya çıkıyor. Zamanda yol aldıkça olmaz zannettiklerimiz de oluyor, elbette bir sebebe bağlı olarak. Sebepsiz gibi görünen her şeyin, her hadisenin açıkta veya şimdilik bizim anlayamadığımız, sırlı sandığımız sebepleri var, onların da tek sahibi… Ama bütün bunları anlamanın da zamanı var.”
Lokanta sahibi hayret etti her zamanki gibi. Ne güzeldi bu cevap ve aslında hakikatin gizemli güzelliklerinin kim bilir ne kadar azını anlatıyordu. Birden aklına kumral genç ile esmer adam geldi. İkisinin ne gibi bir bağlantısı olabilirdi? Acaba mavili kız daha fazla şey mi biliyordu. Sordu. Ama kızın cevabı daha da esrarlı oldu:
“- Pek bir şey bilmiyorum. Kim bilir esasın esası ne kadar çok nasıl, neden, niçinlerle doludur. Düşünmek, fikretmek gerekiyor. “Ağızdan çıkacak sözün zamanını bulması gerekiyor. Söz de ağulu ok gibidir. Yanlış yaydan yanlış ok çıkarsa o kişinin kıyameti başlamış olur”, derdi dedem. Ne kadar da haklıymış. Yaşadıkça öğreniyorum.”
“-Ama hakikati de bilmemiz gerekmiyor mu, diye sordu adam. O hakikati bulunca adalet yerini bulur, iyilikler, güzellikler mutluluklar onunla değil mi?”
Derin bir iç çekti mavili:
“-Acaba? Her hakikat mutluluk getirir mi? Adalet sağlar mı? Huzur getirir mi? Veya… Her gerçek dediğimiz gerçekten de hakikat mıdır? Görüyorsunuz ya, iç içe geçmiş bir sürü süslü taç yapraklardan oluşan çiçeklere benzeyen evrende yaşıyoruz. Her yapraktan sonra bir yaprak, her perdeden sonra bir perde. Ve… Bir gün, son perde, son yaprak! Hayatın kendisi de böyle değil mi?”
Sonra sustu mavili. Hızlı hızlı yürümeye devam etti. Lokanta sahibi de artık konuşmaya cesaret edemedi. Yolun sonunda o koca kara kayanın önünde yağız atı gördüler.
At sahibini görünce kişneyip tırısa kalktı, yetişip derin soluklarla başını onun omuzuna koydu. Mavili kız yavaşça sevgili atının burnunu okşadı.
Lokanta sahibi onları büyük bir hayranlıkla seyretmekle yetindi ve hüzünle düşündü:” Bu defa yine konuşamadım. Ona ne kadar sevdalandığımı, bu sevdanın yüreğimi yangın yerine çevirdiğini, her onu görüşümde zavallı kalbimin çılgın, küçücük kuşlar gibi çırpındığını, onsuz yaşayamayacağımı yine söyleyemedim. Ama bir dahaki sefere kesinlikle duygularımı ona anlatacağım.”
Ümitle sordu sonra:
“-Ne zaman geleceksin?”
Mavili kız torbaları yavaşça onun elinden aldı, heybelere yerleştirdi. Yine başı yerde cevap verdi:
“-Allah ne zaman nasip ederse.”
Tam ata binecekti ki durdu, ona baktı ve dedi ki:
“-Sizden küçük bir isteğim olabilir mi?”
Heyecandan neredeyse kalbi duracaktı adamın:
“-Elbette, dedi. Ne istersen! Yeter ki söyle.”
Gülümsedi mavili kız ve gözlerini kaçırmadı bu defa:
“-O yeşil gözlü dostum, dedi. Çok kabiliyetli. Benim yerimde, verandada durabilir mi? Ördüklerini, işlediklerini birine göstermesi gerekiyor. Sizin de bu konuda zevkiniz çok iyi. Yaptıklarına bakıp değerlendirebilir misiniz ben gelinceye kadar?”
Yüreği buruldu lokanta sahibinin. Mavili kızdan başka hiçbir kadınla değil sohbet etmek, üç beş cümle kurmak dahi ona işkence geliyordu. Ondan başkasının gözlerine bakmak, yanında bulunmak ne kadar da zordu.
Mavili tereddüdünü anladı ve neredeyse fısıldadı:
“-Çok mu zor istediğim?
Adam da fısıldar gibi konuştu:
”- Hem de ne kadar zor…”
Kız tekrar fısıldadı:
“-Ama hayatın kendisi zor.”
Bir sıçrayışta ata bindi. Elini sallayıp ona veda etti. Yine baş örtüsü omuzlarına kaydı. Güzel, gür siyah saçları omuzlarına döküldü. At hemen tırısa kalkıp kara kayanın ardından kaybolurken rüzgârda savrulan saçlarıyla bir peri kızı gibi görünen mavilinin arkasından küçücük bir ümitle baktı lokanta sahibi. Ama kız geri dönüp ona bakmadı.
“-Ah! Hayat ne kadar da zor, dedi adam büyük bir hüzünle, sevdam da ne kadar imkânsız…”
Suzan Çataloluk
Nilüfer-Bursa
24.05.2022, 23.44