İri, pembe inci taneleri gibi büyük yağmur damlalarıyla ıslanan bahçelerden yayılan toprak kokusu, serin esen rüzgârın ulu dağların ormanlarından getirdiği bin bir çeşit çiçek kokusu, lokantada büyük emeklerle, adeta sanat eserleri gibi hazırlanan yemeklerin kokusu…
Bu kokuları hep sevmişti. Ama şimdi en sevdiği koku onun ninesiyle işleyip aralarına kuru gül yaprakları ve lavantalar serperek çam sandıklarda sakladığı el işlerininkiydi.
Günlerce dağ tarafına bakıp yağız atıyla gelecek süvariyi beklemiş, o mavi gözler aklından hiç çıkmamıştı. Farkında olmadığı gülümseyişlerinde baharlarda açan bin bir çiçeğe nazire, o güzel gözleriyle ona bir anlık bakışında başka evrenlerden gelen ışıl ışıl yıldızlar vardı sanki. Konuşmayı hiç sevmemesinde bile sanki sırlı şiirleri okuyacakmış da önce birazcık susuyormuş gibi zarif bir sessizlik geziniyordu. Konuştuğu zaman fısıltılı sesi ruhuna ferahlık veren ılık yellere benziyordu.
Bu güzellikleri nasıl unutabilirdi? Ayrıca unutmak isteyen de kimdi ki?
Uykusuz gecelerden, zorlu hasret zamanlarından sonra bu sabahın erken saatlerinde onu yağız atını bıraktığı kayanın yanında görünce bir melek ona cennetlerden bir kucak, rengârenk taze aşk gülleri getirmişti sanki.
Hemen üstüne bir şeyler giyip onu karşılamaya koşmuş, iki tarafı çeşit çeşit çiçek öbekleri ve değişik yapraklı süs ağaçlarıyla süslü, zeminine geometrik şekilli taşların döşendiği yürüyüş yolunun yarısında ona yetişip elinden iki büyük torbayı kapıvermiş, heyecanla konuşmuştu:
“-Günaydın. Nasıl geçti yolculuk?”
Mavi gözleri yerdeydi hep. Yine kısa cevap verip susmuştu:
“-Gününüz aydın olsun. Her zamanki gibi.”
Hava çok güzeldi. Gökyüzünün derin mavisinde nazlı, beyaz yelkenliler gibi yüzen bulutlar yavaş yavaş Doğudaki sıra sıra dağların arkasına doğru yol alırken önce yavaş yavaş pembeleşmiş, ardından uçuk mavilere dönmüş, daha sonra çılgın alev renginde karar kılmıştı. Ağaç dallarına konan kuşların cıvıltısı giderek çoğalmış, tabiat gecenin kıpırtılı sessizliğinden o muhteşem gündüz rüyasına geçivermişti.
Otellerde kalanların kimileri pencerelerini açarak, kimileri de balkonlara çıkıp bu harika nağmeleri dinlerken sabahın serin havasını sevenler de yollara dökülüp yürüyüşe başlamış, hepsi bu hoş manzarayı seyretmeye, bu güzel vakti yaşamaya başlamıştı.
Güneş yavaş yavaş ufukta yükselirken lokanta sahibi ile mavili kız yol boyunca hiç konuşmamışlardı. Ama lokantanın verandasına gelince mavi gözler küçük bir şaşkınlık yaşamıştı:
“- A! Değiştirmişsiniz burayı. Eskiden de güzeldi. Ama şimdi daha da güzel olmuş.”
“Senin için, senin üşümemen, daha rahat edebilmen için verandayı camekânlı hale getirdim. Bak, bu güzel gülleri senin için seçip koydum,” demeyi çok istemişti. Ama susmuştu. Susmak zorundaydı kendince. Onun bir hayal gibi kaybolmasından, bu hasret dolu aşk rüyasından birden uyanmaktan çok korkuyordu.
Sabah kahvaltısı teklifini kibarca reddetmişti. Söylediğine göre gelirken yolda mola vermiş, yağız atı dinlenirken o da çıkınından ninesinin yapmayı öğrettiği bazlamasını yemişti. Karnı toktu.
Yine bohçaları açmış, işine koyulmuştu. Yine olağanüstü güzel işlemeli havlular, yazmalar, kilimler ve yastık örtüleri, bebek hırkaları yerlerini yavaş yavaş almış, müşterilerini beklemeye başlamıştı.
Sabah kahvaltısına inen hanımlar verandaya doluşup o güzelim el işlerini kapış kapış etmişlerdi.
Yeni malzeme için yanına uğramış, sormuştu:
“-Kasabaya adam göndereceğim. Aynı malzemeden mi alsın?”
Mavi gözler fısıldamıştı:
“- Evet, aynısından olsun. Eğer para yeterse, farklı renkler de bulursa onları da alsın. Geçen aldığı yiyecek malzemelerini de.”
Şimdi vakit öğleye yanaşıyordu. Çelişkiler içindeydi. İki ses dolanıp duruyordu beyninde: Birinci ses adamının geç gelmesi için dua ediyordu. Böylece gönlünün sultanı biraz daha yanında kalacaktı. İkinci ses de diyordu ki “Ne kadar bencilsin. Geç kalması sevdiceğinin karanlıkta yollara düşmesi demektir. O yalçın kayalarla dolu, sert rüzgârların estiği, yırtıcıların kol gezdiği dağlarda gece yolculuğunu tek başına nasıl yapacak?”
Birinci ses sevinç çığlıkları atarak cevap veriyordu: “İyi işte. Sen de bundan faydalanır, onu ninesiyle dedesine sen götürürsün. Böylece tanışmış olursunuz.”
Ama… Ama ikinci ses hemen susturuyordu onu: “Seninle doğru dürüst konuşmayan o mavi gözler korumanı kabul etmez. Hayal kurma.”
Ana kapıdan girişte, sol tarafta, özenle yaptırdığı, iki duvarı da vitraylı cam olan yazıhanesinden verandaya ara ara bakıyor, onun yanında oluşuyla bile öksüz bir mutluluk yaşıyordu.
Lokanta sahibi bu hüzünlü ve kısa mutluluğa razı gelirken boş bohçaları yavaş yavaş katlayan mavi gözlerin sahibi önüne düşen buklelerini ninesinin işlediği mavi yazmasının altına itiverdi. Yine mavi hırkası sırtındaydı. Aynı bol pantolonu ve dizlerine kadar uzanan çizmelerini giymişti.
Yavaşça ayağa kalktı. Birkaç adım atsa iyi olacaktı. Verandadan çıkıp ana kapıya geldiği sırada onları gördü. Bir dede, asık yüzlü, balıketli, kısa boylu genç bir kadın ve dokuz- on yaşlarında bir kız çocuğu. Genç kadın dedenin koluna girmiş onu yürütmeye çalışıyordu. Ama adamcağız yorgundu, yürümekte zorlanıyordu. Küçük kızın da halinden şikâyet ettiği yaptığı el kol hareketlerinden belliydi.
Tam lokantanın önünden geçerlerken genç kadının aklına bir şey gelmiş gibi durdu, elini alnına götürüp etrafına bakındı. Ardından onun güzel mavi hırkası dikkatini çekti. Ona seslendi:
“-Hey! Sen! Baksana bir dakika!”
“-Bana mı dediniz, dedi mavili şaşırarak.
Düşündü, böyle bir sesleniş tarzını hiç hatırlamıyordu. Dede ve nine ona hiç böyle seslenmemişti. Genç kadının sesindeki kibirli buyurganlık hiç hoşuna gitmedi. Ama genç kadın konuşmasına devam etti:
“-He, sana diyorum. Sandalye var mı orada sandalye? Varsa getirsene zahmet olmazsa. Kızımı havuza götüreceğim. Dedeyi biz gelene kadar burada bırakayım.”
İhtiyar adama baktı, ayakta zor duruyordu. Belli ki çok yorulmuştu. Dedesine de benziyordu. İçi acıdı. Hemen aklına gelene de sevindi:
“-Burada sandalye yok. Ama dedeyi yanımdaki koltukta oturtabilirim.”
“-İyi olur, dedi genç kadın mağrur bir şekilde. Hemen gitmemiz lazım. Yukarı çıkarırsın artık. Birkaç saate geliriz. Senden de birkaç şey alırım.”
Sonra ihtiyar adama döndü. Yapmacık bir sesle, sevimli görünmeye çalışarak konuştu:
“-Dedeciğim, şu mızmızı havuza götüreyim. Seni de oraya götürsem rahat edemezsin. Azıcık burada eğlen. Telaş etme, işimiz bitince geliriz.”
Ardından cevap beklemeden küçük kızı kolundan çekiştirdi. Hızla uzaklaşmaya başladılar.
Genç kadının arkasından baktı önce. Bir an şaşırarak düşündü. Acaba böyle mi olmalıydı, hiç tanımadığı birine yorgun, yaşlı bir adam bırakılır mıydı? Hafızasında bu konuda hiçbir iz yoktu. Ama yine de bir tuhaflık sezdi, bir gariplik, derin bir hüzün…
Hızla indi merdivenlerden. Yaşlı adamın yanına gidip koluna girdi. Yavaş yavaş basamakları çıktılar. Kapalı verandaya geldiklerinde ihtiyar adamın titrediğini fark edince, onu hemen koltuğa oturttu ve telaşla konuştu:
“-İyi misin dedem?”
Başını sallayan yaşlı adam zorlukla konuştu:
“-Uzun yoldan geldik kızım… Bu yaşta yolculuk çekilmiyor… Arabayı… Az uzağa bıraktılar. Yoruldum.”
Masanın üzerindeki porselen, süslü sürahiden su doldurduğu bardağı uzattı dedeye. Ama adamın elleri o kadar titriyordu ki elinden kayan bardağı son anda yakaladı:
“-Telaş etme dedem, dedi sevecen bir sesle. Dur, suyu ben içireyim sana.”
İhtiyar onun elinden birkaç yudum su içip koltuğa yasladı başını. Bir dakika kadar gözlerini yumup dinlenmek istedi. Ardından ona döndü. Mavi gözlerine bakıp konuştu:
“-Sağ ol kızım. Allah razı olsun. Bu kadar yorulacağımı… Bilseydim yollara düşmezdim. Çocuklara kandım. Beni arabalarına alıp buralara getirdiler, sağ olsunlar. Ama işlerini evimden de hallederdim.”
Susup biraz daha dinlendi. Cılız bir sesle tekrar konuştuğunda dertleşmek istediği açıkça belli oluyordu:
“-Birkaç yıl evvel nineni kaybettim. O benim can yoldaşım, hayat arkadaşımdı. Hep dua ederdim ondan evvel ben öleyim diye. Ama Hak Teala’nın emri böyleymiş. Önden onu aldı. Bir kızım başka şehirde, evli, çocuklarıyla uğraşıyor. Oğlum da gurbette, yabancı ellerde. Buncağızlar da uzaktan akrabamın torunlarıymış. Gelip beni buldular… Evime üç sokak ileride daire tuttular. Benim için avuntu işte…”
Hiç sesini çıkarmadan dinledi adamı. Onun yalnızlığı yüreğini sıkıştırdı, boğulacak hale geldi. Başını önüne eğip gözlerini yumduğu anda birden gözlerinin önündeki karanlık kalın bir perde açılıverdi sanki. Bir uçurumun kenarında hıçkırarak ağlıyordu:
“-Ben nasıl yalnız yaşarım ki? Nereye gittiniz beni bırakıp!”
Dehşet içinde gözlerini açtı. Dede gözlerini yummuş, yavaş yavaş konuşmasına devam ediyordu:
“-Bu çocuklar bana dediler ki “dede bankada ne para tutuyorsun. Değerlendir. Yarın torunlarına güzel bir miras bırakırsın. Beni buraya getirdiler. Satılık daireler varmış. Üç tane alacağım.”
Dehşeti büyük bir şaşkınlığa dönüştü. Burada satılık daire var mıydı? Olsa bilmez miydi? Bu dedeye bir fenalık mı düşünülüyordu?
Aklına üşüşen bir sürü düşünceler arasından ninesi ve dedesiyle konuşması geldi:
“-Sevgili ninem, ya birileri benden yardım isterse? Ya birinin başkasına kötülük yapacağını hissedersem? O zaman ne yapacağım? Dilsiz şeytan gibi susacak mıyım?”
“-Böyle bir durum olursa elinden geleni yap. Ama kendine zarar vermeden, akıllıca. Gereksiz cesaret insanın başına beladır. Korkaklık ise insanın sinsi düşmanıdır, vicdanı köreltir. Gönül aynasını giderek tozlandırır da kara taşa çevirir. Adaleti unutturur. Akıl ve bilgi, adalet her güzel kapıyı açacaktır sana. Ama kendine de adil olmalısın. Gereksiz fedakârlık sonradan kalbinde pişmanlık yaratır. Bunun sonu da kini, hasedi, nefreti çağırır ki bu zaafların iyi, bilge ve adil insanda olmaması gerekir. Çok dikkatli olmalısın.”
Sakin olmaya çalışarak neredeyse fısıldadı:
“-Dedem, sana bir bardak çay getireyim mi? Yorgunluğunu alır. İster misin?”
Adam yavaşça gözlerini aralayıp başını sallayınca yerinden fırladı. Lokanta sahibini kapısına koştu. Adam camın ardından onun şaşkın halini görüp hemen kapıyı açtı, onu içeri aldı. Büyük merakla sordu. Duydukları karşısında yüzü gerildi. Saçlarını sıvazladı:
“-Dedeye çayı ben getireyim. Konuşalım, bakalım işin aslı nedir? İstersen dedeyi yalnız bırakma.”
Az sonra bakır çay tepsisi elinde verandaya geldi. İhtiyar adamın hatırını sordu. Tepsideki içi çeşit çeşit kurabiye dolu tabağı, çay fincanını koltuğunun yanındaki sehpaya koydu.
İhtiyar adam kendini toplamış, bu ilgiden de çok memnun olmuştu. Meraklanıp sordu:
“-Sağ, vâr olasın evlat. Bana hizmet ediyorsun. Allah razı olsun. Burada mı çalışıyorsun?”
Mavili o ana kadar ihtiyar ile lokanta sahibini dinlemişti. Ama bu soruya nedense şaşırdı ve farkında olmadan konuştu:
“- Dedem, buraların sahibidir bu bey.”
Yaşlı adam önce şaşırdı, ardından memnuniyeti mutlu bir hazza dönüştü. Böyle kibar ve zenginliğine rağmen alçak gönüllü davranan insan görmek hoş bir durumdu. Hanımının vefatından sonra pek kimselerin evine gitmemişti. Yanında geldiklerinde de bu zarafet yoktu.
“-Evladım, dedi. Ben de buradan üç daire alacağım. Tereddüdüm vardı. Ama sizleri görünce bu tereddüt zail oldu. Dağ başında ama güzel bir yer burası. Komşu olacağım sizlerle.”
Lokanta sahibi hayretini gizledi. Bu yerdeki bütün binalardan üçü kaplıcadan faydalanmak için yapılmıştı. Diğerleri devre mülktü. Satılık daire de yoktu. Bir şey belli etmemeye çalışarak ordu:
“-Nasıl alacaksın dedeciğim? Sahibi ile anlaştınız mı?”
Büyük bir saflıkla cevap verdi ihtiyar:
“-Ben anlaşmadım. Daha tanışmadık. Ama noter de gelecek. Beni getiren karı koca uzaktan akrabamın torunları. Hanım öldükten sonra bana gelir gider oldular. İşlerimi de görüyorlar. Gelin evimin bütün işini, yemeğimi de yapıyor. Ben de karşılığında maaş veriyorum. Allah razı olsun. Buradan bahsedip pek övdüler. Dairenin sahibi ile konuşmuşlar. Bir iki saat sonra noter gelecek. İyi olacak inşallah.”
“Eyvah, eyvah, diye düşündü lokanta sahibi, “bu gariban ihtiyarın başı derde girmek üzere.”
“-Dedeciğim, dedi. Emekli ikramiyeni bankada tuttun galiba. Onu mu harcayacaksın?”
Yaşlı adam ilk defa gülümsedi:
“-Yok evladım. Haklısın. Azıcık bakımsız kaldım. Görüntüme bakma sen. Seksen beş yaşındayım. Babamın tek çocuğuydum. Rahmetli gayrımenkûl zenginiydi. Çok nazlı büyütüldüm. Mühendis oldum. Ama mesleğimi yapmadım. Epey toprak kaldı bana. Onunla meşgul oldum. Ektim, biçtim. Sözün kısası çiftçilik yaptım. Çok sonraları büyük tarlaya şehir sınır geldi. Benim yaş da çok ilerledi. Kendimi emekli ettim, uzun müddet peşimde dolaşan müteahhitlerden biriyle anlaştım. Bir mahalle yaptı benim büyük tarlayı. Beş apartman bana ait. Geçen hafta bu çocuklar bana hastaneden heyet raporu aldırdılar. Zor iş, yoruldum. Az dinlendikten sonra üç daire sattım, buradan üç daire almak için.”
Lokanta sahibi ile ihtiyar adamı dinledikçe mavili kızın içini sıkıntı bastı. Sanki bu anlatılanlara hiç yabancı değildi, sanki kötü bir macera yaşamıştı da dedenin anlattıklarına çok benziyordu. Dayanamadı, elinde olmadan konuştu:
“-Ah dedem! Yapma… Burada satılık daire yok ki!”
İhtiyar adam bu sözleri duyunca büyük bir şaşkınlık yaşadı. Önce inanmayan gözlerle süzdü ikisini, sonra şüpheyle sordu:
“-Evladım, şu işin aslını bana bir anlatsana. Bu gelinle kocası bana öyle anlattılar ki çok beğendim. Gidelim, dedim. Yol uzayınca vaz geçecek oldum. Ama burayı görünce de hemen alayım diye karar verdim. Şimdi siz burada satılık daire yok diyorsunuz.”
Lokanta sahibi durumu ihtiyara anlatınca adamın şaşkınlığı dehşete dönüştü. Aklına peş peşe gelen bütün kötü tahminlere inanmak istemedi:
“-Aman Allah’ım diye sızlandı. Pekiyi de bu akraba dediklerimin amacı ne? Hey Ya Rabbi! Acaba neyin peşindeler bunlar?”
Lokanta sahibi için her şey açıktı. Ama yaşlı adamı daha fazla korkutmak istemedi. Sadece birkaç cümle söyledi:
“-Dedeciğim, istersen önce sana neyi imzalatmak istediklerini bir görelim. Seni yalnız bırakmam, telaş etme.”
Zavallı adam büyük bir endişe ile lokanta sahibinin ellerine sarıldı:
“- Oğlum, tek başıma kaldım, hale bakın! Nasıl da inanmıştım, nasıl da güvenmiştim! Bana bir akıl ver. Ne yapayım şimdi?”
Lokanta sahibinin uzanıp İhtiyarı omuzlarından tutuşunu, onun yüzüne sevgiyle bakışını seyrederken, mavilinin birden içi üşüdü sanki. Yüreği titredi. Gözünün önünde bir sahne canlandı. Gözlerini istemeden yumdu. Orta yaşlı bir kadın karşısında ayakta duran adama gözyaşları içinde yalvarıyor, ısrarla aynı kelimeleri söylüyordu. Ama kelimelerin hiç birisini anlamıyor, hatırlamıyordu.
Korku içinde açtı gözlerini. Tam o sırada yaşlı adam ona baktı, sızlandı yine:
“-Ah! Beni canevimden vurdular! Kalpgâhım paramparça oldu. Mavili kızım, kalbim dondu. Üşüyorum!”
Yaşlı adamın ellerinden tutan lokanta sahibi o ellerin gerçekten de buz gibi olduğunu fark etti, telaşla konuştu:
“-Dedem, tam vaktinde, hem de kendi ayağıyla getirmiş gelin seni mavili kızın yanına. Allah’a şükredelim ki kötü bir şey olmadı. Dur bakalım, neler yapmaya çalışacaklar. Üzülme sen. Gel sana sıcak, güzel bir çorba içireyim. Bizim lokantanın gül böreği meşhurdur. Karnımızı doyuralım benim yazıhanede. Ne yapacağımıza konuşup karar verelim. Onlar gelene kadar benim kanepede dinlen. Bu mavili kızın ördüğü battaniyeyi sereyim üstüne. Azıcık da uyu istersen.”
Sonra ona döndü. Dedi ki:
“-Sen olmadan dedeye yardım etmem zor olur. Kilitle kapını, gel, birlikte karar verelim.”
Mavili güzel gözlerini beş on saniye yere dikip kararsız kaldı. Ama yine dedesinin sözleri geldi aklına. Yardıma karar verdi.
Az sonra Lokanta sahibinin yazıhanesinde beraber yemek yiyerek ne yapacaklarını konuşuyorlardı.
Mavili ile ara ara göz göze geldiklerinde lokanta sahibi kendini cennet bahçelerinde, sevgilinin dizinin dibinde oturduğunu sanıyordu. Ona bakarak konuştuğu anlarda sanki o sevgili en güzel aşk şiirlerini okuyordu. Çok hüzünlü, bir o kadar da ümitli bir mutluluktu bu hal. Biliyordu ki birkaç saat sonra bu saadetin yerini yine derin bir hasret alacaktı. “Olsun,” diyordu gönlü, “nasıl olsa bir gün gelecek ya.”
Nasıl da güzel yemek yiyordu, elleri ne kadar güzeldi, dünyanın en güzel minyatürlerindeki peri kızlarının elleri gibiydi. Zarif kelebekler gibi, suda yüzen güzeller güzeli renkli balıklar gibi, havada raks eden şafak rengi bulutlar gibiydiler.
İki yaramaz bukle alnına düşmüştü uzun, siyah kaşlarının üstüne. Mavi gözlerinde gölge yapıp onları koyulaştırınca daha da sırlı hale gelen o bakışlara ömrünü verebilirdi.
Hakkında bildiği tek bir şey neredeyse hiçbir şey bilmediğiydi. Ama sormaya çok korkuyordu. Yaralı ceylan gibiydi mavili kız. O mavi gözlerde ara ara yakaladığı derin hüznü çok merak ediyor, soramıyordu.
Konuşması, edâsı, vücut dili çok farklı yerde yetiştiğini söylüyordu. Ama tek bildiği dağların ardından geldiği ve el işiyle geçinen çok yaşlı bir çiftin torunu olduğuydu.
Aslında kim olduğu, nereden geldiği, ne yaptığı hiç önemli değildi. O mavili onun için vazgeçemeyeceği “0” idi. O! Onsuz bir dünya düşünemiyordu artık. Nereye baksa ondan bir sayfa açılıyor, her şey onu söylüyordu. Onu düşününce yüreğinde yediveren gülleri açılıyor, bülbül yuvalarındaki o küçücük yumurtalar çatlayıp yeni yeni âşık bülbüller doğuyordu, fark etmeden dünyaya gülümsüyordu o aklındayken. Zaten hep gülümser olmuştu artık. Bu hali onda çok heyecanlı, korkak ve neredeyse biteviye bir mutluluk meydana getiriyordu.
Aklına gelmesine engel olamadığı, korkarak düşündüğü bir şey vardı ki, onu nasıl da endişelendiriyordu. Acaba onun gönlünü çalan biri var mıydı?
Yemekten sonra yolculuktan, yaşadıklarından dolayı yorulan vücudu isyan eden yaşlı adamın gözleri kapanmaya başlayınca, lokanta sahibi yazıhanesinin arka tarafındaki küçük odadaki kanepeye yatırdı onu ve üstüne mavili kızın ördüğü battaniyeyi örttü:
“-Dedem, dedi. Sen burada bir güzel uyu. Hiç aklına kötü bir şey getirme. Dinlen.”
Sonra onun güzel sesini duydu:
“-Ben de gideyim. O kurnazlar geldiğinde haber veririm.”
Lokanta sahibi başını salladı. Mavili onun hayran bakışlarını fark etmeden verandaya döndü. Yavaşça koltuğa oturdu. Başını ellerinin arasına alıp düşündü.
Bu hadise ona hiç yabancı gelmemişti. Ama neden, nereden, nasıl? Hiçbir şey hatırlamıyordu.
Gözlerini yumup yüzünü tavana çevirdi. İçi sıkılmaya başlıyordu ki sanki bir fısıltı duydu:
“-Varlıkla ilgili tercihler mi yoksa gerçeğin sırları mı senin içini sıkıyor?”
Heyecanla dinledi sesi:
“-İnsanoğlu cüzi iradesiyle, tercih hakkıyla yaratıldı. Bir varmış kapısından geçince tercih hakkı, bir yokmuş kapısından öteye ulaşınca önüne konacak olan tercihinin hesap pusulası… Ama artık bunlar senin için ne kadar önemli?”
Dedesinin fısıltısıydı sanki. Şaşkınlıkla cevap verdi:
“-Hiç! Hiç önemli değil.”
“-O zaman, dedi fısıltı. Olacak olan olur. Bunlar için sıkılma halini çoktan aşmış, yeni ve bulunmaz cevherlere ulaşmış olarak ne yapacaksın evlat?”
“-Ben… Ben, sadece seyredeyim mi, diye mırıldandı. Olması gereken olacaktır diye bekleyeyim mi? Böyle mi yapmalıyım dedem?”
Sonra şaşkınlıkla kendi sorusuna kendisi cevap verdi:
“-Ama benim de cüz’i iradem var…”
Hiç beklemediği bir soru bütün düşüncelerini alt üst ederek beyninde dolaştı.
“-Ama her tercihinin de bir hesabı vardır. Elbette önüne pusulası gelecektir. Biliyorsun.”
“-Ne yapmalıyım dedem, diye endişeyle sordu. Ne yapmalıyım ya da ne yapmamalıyım?”
Ama ses sustu. Beynindeki kendi sesi de sustu. Ama içi rahatlamış, ruhu sükûna kavuşmuş gibiydi. Yavaşça gözlerini açtı.
Tam da o anda kapıyı biri tıklattı. Kalktı, yavaşça açtı. Genç ve çok güzel bir kadın karşısındaydı. Zarif, uzun boylu, yeşil gözlü, kumraldı ve çok zevkli giyinmişti. Çok kibar bir ses tonuyla konuştu:
“-Merhaba. Ben… Ben anneanneme bir yazma alacaktım. Burada çok güzel yazmalar olduğunu duydum. Yardımcı olur musunuz acaba?”
Karşısında duran ve sevimli sevimli bakan genç kadına içi ısındı. Koltuğu gösterdi.
“-Buyurun, şöyle oturun, dedi heyecanla. Elimde iki tane kaldı. Hemen göstereyim.”
Bohçayı açıp iki yazmayı çıkardı. Genç kadın uzandı, okşadı yazmaları.
“- Bunlar çok güzel, diye konuştu. Kim yaptıysa ellerine sağlık. İkisini de alabilir miyim?”
Belliydi ki bu yeşil gözlü de onun dost halini beğenmişti. Çabucak parasını ödedi. Ama hemen gitmek istemedi.
Farkında olmadan aralarında güzel bir sohbet başladı. Yeşil gözlü güzel kadın ona şehirde büyük bir yemek fabrikasında gıda mühendisi olduğunu, annesiyle yaşadığını söyledi. Anacığının romatizması varmış. Doktor kaplıca tavsiye etmiş. İkisi de fark etmedi ama vakit yavaş yavaş ilerledi. Sonunda genç kadın saatine bakıp telaşlandı:
“-Ah! Çok vaktinizi aldım. Bağışlayınız. Ben gideyim artık.”
Ayağa kalktı. Tam o sırada dışarıdan gelen bağırtıyı duydular:
“-Hey! Sen! Mavi Hırkalı! Baksana bu tarafa! İhtiyarı sana bırakmıştım. Haydi, tut kolundan, getir aşağıya.”
İkisi de dışarı bakınca aşağıda, basamakların yanında duran asık suratlı gelini gördüler. Yeşil gözlü şaşkınlıkla sordu:
“-Kimdir bu hanım?”
“-Birkaç saat evvel tanıştık. Dedeyi bıraktı. Şimdi almaya geldi. Ama galiba alamayacak.”
Daha da şaşırdı yeşil gözlü genç kadın:
“-Dede hasta mı? Ah yazık! Yardım etmek isterim. “
O sırada bağırtıyı duyan Lokanta sahibi de geldi. Sevdiğinin yanında bir hanım daha görünce:
“-Merhaba dedi, dedeyi almaya mı geldiniz?”
Ve… Sevdiğinin ilk defa küçük, içten kahkahasını duydu ve ona çekinmeden baktığını gördü. Gönül bahçesinde sevda gülleri açtı. Müthiş ve güzel bir merak beyninde hızla dolandı: “Acaba???”
Ama o bu hali hiç fark etmedi:
“-Hayır, dedi neredeyse fısıldayarak. Bu hanımefendi dostumuz. Yeni tanıştık. Dedeyi almaya gelen aşağıda. Basamakların yanında.”
Gönül bahçesinde güller açan sadece lokantacı değildi. Yeşil gözlü genç kadının da gönül bahçesinin o yaşa kadar sımsıkı kapalı duran kapısı sonuna kadar, hem de birdenbire, onu şaşkınlık dağlarının zirvesine çıkararak açılmış oldu. Lokanta sahibine hayranlıkla bakarken düşündü: “Allah’ım! Kalbimde neden birdenbire tuhaf rüzgârlar esmeye başladı? Ama ben… Ben böyle bir hali ilk defa yaşıyorum. Ne oluyor bana? Ama… Ama ne zarif bir bey, ne kibar. Aman Allah’ım ne hoş bir beyefendi!”
Lokanta sahibi onun hayranlık dolu bakışları altında verandadan aşağı indi, gelinle konuşmaya başladı:
“-Hanımefendi, buyurunuz yazıhaneme. Dede misafirimiz oldu. Sizi ağırlamaktan da mutlu oluruz. Tansiyonu çıktı azıcık. Yürüyecek vaziyette değil.”
Gelin bu zarif tavır karşısında önce çok şaşırdı, tereddütler geçirdi. Ardından başını iki yana sallayıp söylendi:
“- Tövbe, tövbe! Ne tansiyonmuş ha! Mübarek bizim bozuk asansör gibi. Bir gün yolda kalacak. Neyse, dur hele, ben gideyim bizimkine söyleyeyim.”
“- Doktor birkaç saat yerinden kalkmasın, diye cevap verdi lokanta sahibi. Eşiniz Beyefendiyi de alın, burada misafir edelim sizi. Yemekler benden. Dedeyi çok sevdik.”
Sıkıntılı bir hoyratlıkla konuştu gelin:
“- İyi, iyi, tamam, tamam, anladık. Bizimkine söyleyeyim, dedik a.”
Cevap beklemeden döndü, hızla uzaklaşırken basamakların birkaç metre ötesinde bir jip durdu. İçinden beş asker bir de orta yaşlı rütbeli asker indi. Lokanta sahibini görünce çevik adımlarla yanına geldi.
“-Çok teşekkür ederim Komutan, dedi Lokanta sahibi. Beni kırmadınız. Gelmek zorunda değildiniz. Ama dede öylesine masumdu, öylesine çaresizdi ki size haber vermek zorunda kaldım. Evet, ortada herhangi bir kanunsuzluk yok. Belki de olmayacak. Ama ne olur ne olmaz dedim.”
Beraber yazıhaneye geçtiler. Birkaç dakika konuştuktan sonra komutan dışarıda bekleyen askerlerini de alarak lokanta kısmına indi. En kuytuya oturdu askerleriyle. Telefonu masanın üstüne koydu.
Yeşil gözlü kadın bütün olanları sessizce seyrediyor, bir yandan da burada biraz daha kalmak için sebep bulmaya çalışıyordu. Annesi ilk binadaki fizik tedavi merkezinde tedavide idi. Daha bir saat vakti vardı. Büyük bir kibarlıkla konuşan ve davranan ve bütün hayatı boyunca kendine tarif ettiği, “ah, işte budur beklediğim,” dediği bu adamı biraz daha tanıma fırsatını kaçırmak istemiyordu.
Yanında duran arkadaşına baktı. Acaba mavi hırkalı kız bu halini fark etmiş miydi? Ama o hülyalı gözlerle ufuklara dalmış, dalgın dalgın düşünüyordu. Ama bu dalgınlık birkaç saniye sonra bitti. Bakışları hızla uzaklaşan gelinin üzerinde durdu, başını sağa sola salladı ve farkında olmadan mırıldandı:
“-Bu nasıl bir nefis, nasıl bir ayaklara dolanan hırs? Hey Yüce Allah’ım, bu garip, bu zavallı insanlar neden akletmezler?”
Çok meraklanmıştı güzeller güzeli kadın. Bir iki yutkundu. Ama dayanamadı sordu:
“-Neler oluyor? Biraz bilgi verirseniz yardımcı olmak isterim.”
Mavili onun yeşil gözlerindeki şirin merakı görünce dedi ki:
“-Kendini, yaratılış sebebini, insan olmanın erdemini unutan gafillerin akılları sıra kurdukları tuzak inşallah ayaklarına dolandı. Yüce Mevla bu garip dedeyi seviyormuş ki gelin şaştı da bana seslendi.”
Mavili kız ona sözü fazla uzatmadan üç beş cümle ile olanı-biteni anlattı.
“- Yanınızda olmak isterim, dedi yeşil gözlü. Nasıl bir yardımım olabilir?”
“-Börek tabağını siz getirin, ben çay tepsini getireyim. Sonrası Allah kerim“ diye cevap verdi. Haydi, biz verandaya gidelim. İşareti bekleyelim.”
Gelinle kocasının gelmesi çok uzun sürmedi. Yanlarında takım elbise giymiş, kısa boylu bir adam daha vardı. Hızlı hızlı yürüyüp lokantasının kapısını gelince onları lokanta sahibi karşıladı. Hemen yemek teklifinde bulundu.
Kalın enseli, sırık gibi bir adamdı gelinin kocası. Tereddütle ona baktı. Hızlı hızlı konuştu:
“- Nerede bizim ihtiyar? Hele onu bir görelim. Az işimiz var. Sonra hep beraber yemek filan yeriz.”
“- Elbette. Dedeciğimiz uyuyor, diye cevap verdi lokanta sahibi. İstiyorsanız uyandırayım. Ama tansiyonunu doktor çok zor düşürdü. Yürütürseniz elinizde kalabilir. Ama önce tanışalım mı? Ben naçizane, bu lokantanın sahibi.”
Sonra geline baktı, ardından kocasına:
“-Siz sevgiyle bahsettiği gelinisiniz. Siz eşi beyefendi.”
Kısa boylu adama baktı en sonunda:
“-Siz… Siz de akrabası mısınız, diye konuştu. Böyle şirin bir ihtiyarı yalnız bırakmamışsınız. Ne güzel. İsimlerinizi bağışlar mısınız?”
Gelin adını, kocası adını, soyadını da söyledi. Kısa boylu adam oralı olmadı.
Gülümsedi Lokanta sahibi. “Nasıl da hin bu adam“ diye düşündü. “Ötekiler şüphelenmediler. Ama bu her an tetikte olmaya alışmış.”
“- Dedemizle benim yazıhanemde vakit geçirebilirsiniz, diye konuşmasına devam etti. Ben sizi yalnız bırakırım. Buyurun.”
En önde kocası, arkasında gelin ve kısa boylu adam, yazıhaneye geçtiler.
Lokanta sahibi arkaya geçip zaten uyanmış olan dedenin yanına gidip ona fısıldadı:
“-Geldiler. Biz sizi yalnız bırakacağız. Ama kavilleştiğimiz gibi. Sakın korkma, hemen dışarıdayız. Şimdi, başındaki bereni ceketinin cebine koyuyorum. Bereyi başına koyman bizim için yeterli.”
İhtiyar adamın kolundan tutup içeri getirdi. Dedeyi gören gelinin kocası hayret nidaları içinde koştu, elini öpmek için adeta saldırdı:
“-Vay benim canım dedem! Ne oldu sana, kurban olduğum? Haberi duyunca üzüntüden yüreğime inecekti. Vay vay benim aslan dedem.”
İhtiyarın elini bir değil, birkaç sefer öptü. Gelin de yapmacık çığlıklar attı:
“-Aman! Dedem, ne oldu sana? Ben seni sağlam bıraktıydım. Kim kızdırmış dedemi de tansiyonu fırlamış? Yoksa sana tuzlu yemek mi yedirdi o mavili kız?”
Kısa boylu adam daha bir ağırbaşlı idi:
“-Merhaba amca, geçmiş olsun. Korkuttun bizi.”
Lokanta sahibi onlara bakıp düşündü: “Bakalım plânları nedir, zavallı ihtiyarcığı neyle kandırmaya çalışacaklar, göreceğiz.”
“- Sizi yalnız bırakayım, dedi. Ama ikramımızı lütfen kabul buyurunuz. Çaylarımız ve böreklerimiz güzeldir.”
Yavaşça dışarı çıktı. Doğrudan komutanın yanına gitti. Heyecanla bir şeyler anlattı. Yazıhanenin cam duvarından içeriyi gizlice seyredebilecekleri bir masaya geçtiler.
Komutan cebinden küçük bir defter çıkardı. Uzun müddet telefonla konuşup not aldı. Başını salladı bazen. Bazen da sinirli bir yüz ifadesiyle sol elini tokat atar gibi sallayıp durdu.
Kalbindeki ümit rüzgârının, deli dalgaların kayalık sahil çarpıp her yeri kaplaması misâli, benliğini sarma ihtimaline direnç göstermeye çalışan ve bu tarifini yapamadığı duygu sağanağını yenmeye uğraşan yeşil gözlü güzel kadın verandada kanepede oturup heyecanını bastırmaya çalışırken, lokanta sahibinin hakkında bilgi almak için çılgın bir istek duyuyor, mavili kızın kendisini ayıplamasından da çok korkuyordu. Ama çaresizdi, sormalıydı.
“- Şey… Bu lokanta sahibi… Kaç senedir burada? Ailesi çoluğu… Çocuğu… Eşi de burada mı acaba?”
Onun sesindeki heyecanlı titremeyi hemen fark etti mavili. Yavaşça bahar yeşili gözlerine baktı. Sanki birden bir perde açıldı da başka bir seyirlik âlem başladı. Sonsuz büyüklükteki yemyeşil çayırda iri tanelerle yağan yağmur damlalarının her biri güneş ışığının yedi rengini yansıtıyor, muhteşem renk cümbüşü her yanda raks ediyordu. Çok uzaklardan gelen keman sesi, çok güzel bir sevda masalını seslendiriyordu. Hemen ardından kemana sanki kanun da katıldı. Acaba kanun sesi miydi, yoksa şeyda bülbüllerin aşk şarkısı mıydı ya da aşkın son basamağına müptela hüthütlerin ilahisi miydi? Asla anlayamadı bir zaman. Sonra neredeyse fısıltı halinde söylenen o sözleri duydu sanki:
Ah! zavallı kalbim… Ah yangın yeri gönül evim…
İşte çok beklediğin ateş kapını çaldı,
Yanmayı bilecek misin, aşka hediye kül olabilecek misin?
Sen… Bu gönül kandilinde hangi pervanesin?
Sonra sesin sahibini gördü. Yeşil gözlü idi o. Bembeyaz bir elbise giymişti. Ağlayarak ufka koşuyordu. Sonra ufukta diz çökmüş vaziyette, başını göğe kaldırmış o adamı fark etti… Yüzünü görünce şaşkınlık dağlarında gezindi aşkın en yücesini yaşayan gönlü. Bu adam lokanta sahibiydi.
Yeşil gözlü koştu, yetişti adama. Önünde diz çöktü. Aynı fısıltıyı söylemeye devam etti, uzaklardan gelen keman sesi, bülbül sesi, hüthütün ilahisi, yağmur damlalarının o harika pıtırtısı… Hepsi muhteşem bir ahenkle yükselmeye başladılar.
Ama adam duymuyor, sadece göğe bakıp ağlıyordu.
Sonra… Sonra birden adamın kapalı gözleri açıldı ve büyümeye başladı. Büyüdü, büyüdü, yavaş yavaş yeşil gözlerin yerine geçti, Adamın sesi de kızınkinin yerine ve fısıldadı:
“-Yanıyorum! Pervane benim.”
Mavili kız başını sağa sola salladı ve mırıldandı:
“-Hayır, hayır! Yok yok… “
Ardından o sesi duydu:
“-Yani ailesi yok mu?”
Bu sesle birlikte birden perde kayboldu. Güzel yeşil gözlerin ümidi harlanmış bir şekilde kendine baktığını gördü.
“-Ah, evet, dedi. Çok şey bilmiyorum. Ama galiba yalnız.”
Şaşkındı, çok şaşkındı. Bu güzeller güzeli lokanta sahibine ne zaman ve ne çabuk sevdalanmıştı? “İlk görüşte aşk bu olsa gerek” diye düşündü. “Bu kızcağız yanmaya kararlı ama maşukuna kavuşması için yanıp yanıp kül olması şart… Eyvah eyvah… Rabbim kolaylık versin.”
Tam o sırada yazıhanede dede kısa boylu adamı dinliyordu:
“-Bak amcam, ben şehirdeki on altıncı noterin başkâtibiyim. Heyet raporuna göre alım satım yapmanda hiçbir sakınca yok. Akıl sağlığın yerinde. Şimdi birkaç imza alacağım senden. Böylece üç daire sana geçecek.”
Masanın üzerinde dizili, kendi resminin bulunduğu, görünüşe göre resmi evrak olan üçer sayfadan oluşan üç kâğıdı önüne doğru sürdü.
Yaşlı adam elini ceketinin cebine götürdü:
“- İçerisi soğudu herhal, dedi. Şu bereyi bir başıma geçireyim.”
Yavaşça çıkardı beresini. Toz varmış gibi silkeledi yavaş yavaş. Yine çok yavaş bir şekilde başına geçirmeye başladı.
Gelinin kocası içinde coşan hiddet dalgalarını susturmaya çalışarak konuştu:
“-Yahu dedeciğim, sen her zaman bere takar mıydın? De haydi, çabuk ol. Daha havuza girip keyif yapacağız seninle.”
Lokanta sahibi ihtiyarın bereyi başına takmaya çalıştığını görünce hemen garsonu çağırdı, kulağına bir şeyler fısıldadı. Çocuk mutfağa koşup koca bir tepsiyle verandaya gitti.
Mavili zaten hazırdı. Yeşil gözlüye dedi ki:
“-Siz tepsideki börek tabağını alın. Ben de tepsiyi. Hemen yazıhaneye gidiyoruz.”
Yaşlı adamın bereyi başına geçirdiği sırada içeri girdiler.
“-Beyefendi sizlere çay ve börek gönderdi. Dede kendini iyi hissedince de yemeğe bekliyor Efendim.” dedi mavili. İkramımızdır, afiyet olsun.”
Yavaşça tabakları ve çay bardaklarını önlerine bıraktılar. Tam çıkacaklardı ki ihtiyar adam sızlandı:
“-Hay Allah! Gözlüğüm arabada kaldı. Şimdi ben bu evrakı okuyamam ki?”
Gelinin kocasının sesi öfkeliydi:
“-Yahu dedem, dedi. O kadar bankaya gittik, paralar çektik. Yine paralar verdin bir sürü, senin adına bütün makbuzlarını ödedim. Hiç birisine bakmadın da buna mı bakacaksın. At şuraya imzayı da işimize bakalım.”
Ama oralı olmadı dede. Kapıdakilere seslendi:
“-Kızım! Mavili, benim canevim. Gel buraya. Gözlüğüm yok. Şu evrakı bana bir oku.”
Sonra döndü, kısa boylu adama konuştu:
“-Siz noter görevlileri hep, “okudum imzaladım” diye imza attırmaz mısınız? Şimdi ben de okuyayım, sonra imzamı atarım.”
Yeşil gözlü kuş olup uçtu, ihtiyarın imzalaması için önüne konan kâğıtları kaptı, yüksek sesle okumaya başladı:
“- Bakmak gözetmek kaydıyla bütün mal varlığımı evrakta ismi yazılı olan filan oğlu falan doğumlu olan şahsa devrediyorum.”
Gelinin kocası ayağa fırladı, yeşil gözlünün elinden kâğıtları kaptı. İhtiyar adam olanları şaşkın gözlerle seyredip birkaç saniye dondu kaldı. Okunanı anlaması beş-on saniyeyi aldı. Ardından hiddetle bağırmaya başladı:
“-Ne bakıp gözetmesi? Ne mal devri? Hani bana üç daire alıyordun burada? Sen… Sen beni kandırmaya mı çalışıyorsun? Sen nasıl bir adamsın ha?”
Ama gelinin kocası üste çıkmak gayretindeydi. Ayağa kalkıp hiddetle ihtiyarın üzerine yürüdü:
“-Asıl sen nasıl bir adamsın ihtiyar kurnaz. Evde kararlaştırmadık mı ha! Şimdi zeytinyağı gibi suyun üstüne çıkıyorsun. Seni gidi dönek! Ya bu evrakı imzalarsın ya da ben sana yapacağımı bilirim.”
Bu tehdit karşısında ihtiyar şaşırdı kaldı, korkudan ne diyeceğini bilemedi. Dehşet içinde karşısındakilere baktı. Elini yüreğine götürdü. Fenalaşmaya başladı.
Tam o sırada iki jandarma eri ve komutan içeri girdi. Kapıda duran lokanta sahibi yetişti, dede ile gelinin kocasının arasına girdi, ihtiyarın kolundan tutup arkadaki kanepeye götürürken komutanın sert sesi duyuldu:
“-Beyler! Kimlikler lütfen! Kontrolleri yapıncaya kadar kimse dışarı çıkmasın.”
Gelinin kocası ayağa kalkıp efelenmek istedi:
“-Bak komutan, burada işlenen herhangi bir suç yok. Kimliğimi niye soruyorsun ki? Hem sen benim…”
“-Hem sen benim kim olduğumu biliyor musun diye soracaktın değil mi? İyi ya, diye cevap verdi komutan. Kimliğini alıp senin kim olduğunu öğreneceğiz birlikte. Korkma. Beş on dakikaya hakkındaki bilgiler elimizde olur.”
Ardından ihtiyara lokantacının kolunda yürümekte olan ihtiyara seslendi:
“-Dedem, bir dakikanı alacağım. Hele şu hakikati bir de senden dinleyelim.”
Tekrar koltuğa oturan ve heyecandan sersemlemiş ihtiyar adam kekeledi:
“-Tam üç daire sattım buradan ev almak için. Meğer… Meğer burada satılık daire yokmuş. Bu adam, bu hanım ve bu noter kâtibi evrak hazırlamışlar, az daha imzalatacaklardı. Neymiş, bana bakıp beni gözeteceklermiş, ben de bütün malımı bunlara bağışlayacakmışım. İşte masanın üstünde duruyor kâğıtlar.”
Komutan uzandı, aldı kâğıtları. Hızla göz attı:
“-Yahu babam, sen bunları sahiden bilmiyor muydun?”
“-Yok, Komutan Efendi, diye sızlandı ihtiyar. Bu kadar şeytan olduklarını nasıl bilecektim ki?”
Gelin son kozunu oynamak istedi:
“-Komutan Bey, bu dedem iyice bunadı. Kendisi yalvardı, kendi teklif etti. Hatta hastaneye gitmek için can attı. Akrabayız, yardım etmek istedik. Nankörlük ediyor. Alsın, malını başına çalsın. Bir daha yanına uğramak mı, tövbeler olsun. Ne hali varsa görsün.”
Ama komutan gelini azarladı. İki adım ötede duran ere üstlerini aramasını söyledi. O zamana kadar sessiz bir korku içinde olanı seyreden kısa boylu adam boğazını temizledi, ciddi bir sesle konuşmaya gayret etti:
“-Komutan Bey, ben noter başkâtibiyim. Takdir edersiniz ki bu garip duruma benim dahlim olamaz. Bana anlatılan bir sözleşme hazırlamamdı. Bu beyefendi bana dedesinin bu sözleşmeyi onaylayacağını söyleyince geldim. Üstelik kendi arabamla. Durumun böyle olacağını bilseydim…”
Bu sözleri duyan gelin büyük bir öfke ile kaşla göz arasında kısa boylu adamın yakasına yapıştı ve bağırmaya başladı:
“-Seni dolandırıcı seni! Bu aklı bize veren sen değil misin?”
Jandarma erleri adamı gelinin elinden zor alırken, komutan sert bir sesle bağırdı:
“-Herkes sussun! Yeter! Hanım sus, otur şuraya! Hemen kimlikler. Biraz sonra kimin ne olduğunu göreceğiz.”
Gelinin kocası yapacağı bir şey olmadığını anlayınca kapıya göz attı. Ama hemen kapının dışında kendilerine dik dik bakan diğer erleri görünce kaçma ihtimalinin olmadığını anlayıp bu defa yalvarmaya başladı:
“-Komutan, elini ayağını öpeyim, bir yanlışlık oldu. Kölen olayım bırak bizi. Bir cahillik ettiysek af ola. Dedenin elini öpelim, gidelim. Bir daha bizi görmez. Bırak bizi, etme, kurbanın olayım.”
Ama komutan oralı olmadı. İki er hızla üstlerini ve çantalarını aradı. Kısa boylu adamın çantasının gizli bölmesinde üç ayrı kimlik vardı. Gelinin kimliği yoktu. Kocasının üzerinden eski, sahteye benzeyen bir kimlik çıktı.
Komutan kimlikleri ere verdi ve kulağına bir şeyler fısıldadı. Er dışarı hızla çıktı. On dakika sürmeden geri geldi. Bir kâğıt uzattı.
Kâğıdı hızla okuyan komutan önce gelinin kocasına bakıp sinir sinirli konuştu:
“-Demek yeni numaran buydu ha! Şu yaşlı adamı kandırmaktan utanmadın mı diye sormayacağım. Bu kaçıncı vukuatın? Üçlü çete iyi bir tezgâh kurmuşsunuz. Yahu adamla hiçbir akrabalığın yok, bu kadınla da evli değilsin. O dışarıdaki çocuk da senin değil. Kim bilir kimin yavrusu! Üstelik üç suçtan kesinleşmiş hapis cezan var be adam! Bu nasıl cesarettir sendeki!”
Yazıhanede bulunanlar büyük bir şaşkınlık yaşadı. Dede elini göğsüne götürüp derin derin nefesler alınca, yeşil gözlü kadın hemen çantasından kolonyasını çıkardı. Dedenin avuçlarına döktü.
Gözlerini kısa boylu adama çevirdi komutan:
“- Ya sen? Bir gün doktor oluyorsun, ertesi gün avukat, maliyeci, daha bilmem ne. Suç fabrikası! Bugün de noter başkâtibi olmuşsun. Şimdi, siz, üçlü çete, sesinizi çıkarmadan, tıpış tıpış karakola. Misafir edelim sizi. Bakalım daha ne marifetleriniz ortaya çıkacak.”
Sözde gelinle kocasına, kısa boylu adama hızla takılan ters kelepçelerden sonra aynı hızla aşağıda hazır bekleyen jipe bindirildiler.
Zavallı ihtiyarın bu defa gerçekten tansiyonu çıkmıştı. Telefonla aranan kaplıcanın doktoru hemen geldi. Kısa bir muayeneden sonra ağzına bir dilaltı hap koyuldu dedenin ve yine biraz önce dinlendiği kanepeye yatırıldı, üstüne yine mavili kızın ördüğü o battaniye örtüldü.
Lokanta sahibi, yeşil gözlü kadın, mavili kız ayaktaydı. Hepsi sevinçli bir şaşkınlık, büyük bir ferahlama yaşıyordu.
Yaşlı adam da sağ elini başına koymuş bir halde şaşkın şaşkın onlara bakıyordu.
Mavili hayretle düşünüyordu. Bu olanlar nedense ona çok da yabancı değildi. Ama sebebini bir türlü bulamıyordu. Kime ait olduğunu hiç bilemediği hüzünlü hayat sayfasında münâfıklaşan insanların, masum görünüşlü sahtekârların, dinlenmeyeceğini bildiği halde kendini, kendi hayatını ortaya koyan iyilerin bulunduğu çok gerçekçi satırları okuyordu sanki. Bu satırların sonu hiç de iyi bitmiyor, ara ara yıldırım gibi çakan acıyla kavrulan yüreğine hiçbir şey söyleyemiyordu.
İşte böyle bir acı deli rüzgâr gibi coşup kalbini yakarken gözlerini yumdu, kendine gelmeye çalıştı üç beş saniye. Ardından o çılgın acıya inat gözlerini açıp gülümsedi ve uzandı ihtiyarın omuzuna elini koydu:
“-Dedeciğim, dedi sevgiyle. Büyük bir belayı ucuz atlattın. Böyle gelmiş geçmiş olsun. Nasıl da sahtekârlarmış. Bana gelseler ben de kanabilirdim. Allah kurtardı.”
Başını maviliye çevirdi ihtiyar. Gözleri nemlenmişti. Konuşurken sesi titriyordu:
“-Allah razı olsun mavili kızım, sen bana sahip çıkmayıp başından savsaydın, bir sandalye bulup aşağıda oturtsaydın kim bilir başıma neler gelecekti. Ama sen bana gönlünü açıp içeri aldın da beni korudun. Benim canevim oldun.”
Elinde olmadan hıçkırdı. Konuşamadı beş on saniye. Sonra lokanta sahibine dedi ki:
“-Sen… Sen ne iyi bir adamsın evlâdım. Candan bir ilgiyle bana sarıldın. Bu ilgin olmasaydı her şeyimi kaybetmiştim. Allah razı olsun.”
Sonra yeşil gözlüye baktı, mırıldandı. Artık çok yorulmuştu:
“-Sen de o güzel sesinle okumaya başlayınca bizim sahtekârın foyası ortaya çıktı. Allah razı olsun güzel kızım.”
Ardından derin bir iç çekti:
“-Ama önemli bir meselem var. Buraları hiç bilmem ben. Şimdi evime nasıl gideceğim?”
Bu sözler ve dedenin büyük yalnızlığını anlatan birkaç cümlesi bir kör kurşun oldu da mavili kızı tam yüreğinden vurdu. Hemen onun yattığı kanepenin önünde diz çöktü. Zayıf, titreyen ellerini ellerinin arasına aldı, yaşlı gözlerine baktı. O gözlerde hayata dair derin yorgunluk uçurumlarını, zirvelerinde hüzün rüzgârlarının estiği çaresizliğin yalçın dağlarını, ölüm korkularının kol gezdiği kapkaranlık dehlizleri gördü.
Şaşırdı, çok şaşırdı. Bu ihtiyarın gözlerinde niye sevgi vadileri yoktu, neden aşk yoktu? Ama hemen kendini toparladı:
“-Korkma dedem, dedi. Hiç korkma. Bak, Yüce Rabbim seni yalnız bırakmadı. Bak, bu güzel insanları sana yardıma gönderdi. “
Yaşlı adam da onun masmavi gözlerine baktı ve o gözlerde sevgi çağlayanlarını gördü. Birden içi ısındı, yaşlı yüreğine küçücük, rengârenk bir sürü kuş kondu ve çok eskilerde kalan ve çoktan unutulan o sevgi dolu çocuk şarkısını söylemeye başladı sanki. Gözlerini yumup fısıldadı:
“-Canevim, can kızım, hürriyet gözlüm. Allah seni cennetlerinde yaşatsın.”
O âna kadar büyük bir duygu selinde savrulan, yoğun, şaşkın, coşkulu bir mutluluk içinde yaşayan lokanta sahibi eğilip omzundan tuttu, hafifçe salladı ihtiyarı ve dedi ki:
“-Dedem, yoksa sen bizi sevmedin mi? Hemen gitmeye kalkıyorsun? Oldu mu şimdi? Bizi boynu bükük bırakıp nereye gideceksin?”
Bu sözleri duyan ihtiyar başını yere eğdi, düşündü: Hanımını kaybettikten sonra tek başına kalmış, ne çok yalnızlıklar yaşamıştı. Hiç kimse ona sevgiden bahsetmemiş, hiç kimse ona “biraz daha kal, gel bir çay içelim,” dememişti. Herkesin çok işi vardı. Kendinden borç para isteyen bu insanların bir fincan kahvesi yoktu.
Gözlerini yumdu yavaşça. Kendi kendine “Ya Rabbi bu ne hal? Bu nasıl bir hal, anlayamadım gitti,” dedi.
İşte o an ilk aklına gelene, kendi kendine verdiği cevaba şaştı kaldı: ”Bu hal işte o hal! Sevgili Allah’ın yardım kapılarını açmak istediği zaman iyi insanları vesile ettiği haldir bu hal! Ey ihtiyar! Sen kendini tek başına mı zannettin?”
Hıçkırdı, ellerini yüzüne kapatıp fısıldadı:
“-Şükür Ya Rabbi, bu kötü hadisenin olması gerekiyormuş ki bu hali bileyim. Şükürler, sonsuz şükürler Ey Sevgili Allah’ım!”
İşte o an mavili kız ona bakıp yavaşça ayağa kalktı ve sırlara gülümseyiverdi.
Yeşil gözlü güzel kadın da utandı. Niye şimdi bu sevimli dedeye iki güzel söz etmiyordu ki. Hemen mavili kızın boşalttığı yere çöküp gülümsedi, aklına gelen her şeyi söyleyiverdi:
“-Dedeciğim, dedi. Ya beni? Beni de mi sevmedin ki hemen gitmekten bahsediyorsun? Bak, ben gıda mühendisiyim. Yiyecek, içecek benden sorulur. Canın ne isterse sadece söyle.”
Dede sevinç içinde gülümserken lokanta sahibi dedi ki:
“- Dedem, hemen karşıdaki binada yaşıyorum ben. Dairem çok geniş. Balkonlu, banyolu odalardan birini sana vereyim. Hep lokantada yemeğimi yerim. Sen de bana arkadaşlık, dostluk edersen çok sevinirim. Seni katiyen bırakmam. Sen Rabbimin ne güzel hediyesisin.”
Kendine gelen, korkularını kalbinden atan ihtiyar artık şakalara da başladı:
“-Olmaz! Ben bu güzel kızlarımdan ayrı kalamam.”
Lokanta sahibi şaşırdı, gülümsedi. Maviliye baktı heyecanla. Ama onun her zamanki gizemli hali yine üzerindeydi, yine gözleri yerdeydi. Usul usul konuştu:
“-Sevgili Dedem, beni affet. Ben gitmek zorundayım. Dedemle ninem benim eve geç gitmemi istemez. Ama bir dahaki gelişimde inşallah birlikte yine vakit geçiririz.”
Yüreğinde ılık ümit yelleri esen adam sevinçle düşündü: “Gelecek, ah! Ah, yine gelecek. Allah’ım şükürler olsun.” Gülümsedi mutlulukla.
Yeşil gözlü de konuşma ve ümidi yakalamanın fırsatını kaçırmak üzere olduğunu sanıp acele bir heyecanla cevap verdi:
“-Ben de seve seve gelirim dedeciğim. Annem geç kalkıyor. Sabah kahvaltısını sizinle yaparım.”
Dede yine nazlandı. Lokanta sahibine:
“-Burada kalmak için bir şartım daha var, dedi. Masraflar benden.”
Hepsi birden küçük kahkahalarla gülerken kapıda lokanta sahibinin adamı belirdi ve yavaşça seslendi:
“-Efendim, siparişleri getirdim. Verandaya mı bırakayım?”
Biraz sonra dedeyle ve yeşil gözlü kadınla vedalaşan mavilinin yanında bohçaların bir kısmını taşıyan Lokanta sahibi vardı. Yavaş yavaş yürürlerken adam onun yere bakarak yürümesini hayranlıkla seyretti:
“-Sana ne kadar teşekkür etsem azdır, dedi. Dedecik az daha başını belaya sokacaktı.”
Mavili fısıltıyla cevap verdi:
“-Şükrümüz sonsuzların sahibinedir. Bende olan bir şey yok. Ol deyince evrenleri yaratan Sevgili murat etmeseydi dedeyi o kötü insanlar buraya getirmezdi. İmtihan dünyasında hepimizin önüne konan fırsatlarla, tercihlerimizle O Sevgiliye kavuşma imkânları sayfa sayfa açılmakta değil mi? İnşAllah bütün imtihanları geçmek nasip olur.”
“-Bu ne güzel açıklama, dedi hayranlıkla adam. Keşke biraz daha kalsaydın da senin bu güzel sohbetini dinleseydim. Hiç fırsatımız olamadı.”
Mavili durdu, farkında olmadan başını kaldırıp onun gözlerine baktı, karşısındakinin gönlünde en gizli kır çiçekleri açtı, gökyüzünde küçük beyaz bulutlar yağmur damlalarını su bekleyen toprağa hediye ettiler sanki.
“- Gerçek sohbetleri dinlemek istiyor musunuz? Koca evren sohbet ediyor. Ben… Ben ağaçları, suyu, rüzgârları dinlerim. Yaratılan, daimi bir devinim içinde hareket eden her şey O’nu anlatır. Ne güzel bir sohbettir o. Yüreğim ara ara katılır o sohbete. “
Ardından tekrar yürümeye başladı. Bakışları yine yere indi.
Lokanta sahibi hüzünlenerek “konuşma devam etmeli, “diye düşündü. “Bu fırsatı bir daha bulamayabilirim.”
“-Nasıl bir sohbet, diye sordu aceleyle. Ne konuşurlar?”
Mavili düşünmeden cevap verdi:
“-Yaratılışın hikmetini. Elbette bu yaratıştaki o muhteşem sevgiyi. Yaratılanın Yaratana duyduğu ilahi aşkı da. Dinleyin, eminim ki siz de duyacaksınız.”
Yine o büyük kayanın yanına gelmişlerdi. Yağız da oradaydı. Telaş içinde derin derin soluklar alıyor, huzursuz huzursuz geziniyordu. Onları görünce hızla sahibinin yanına geldi. Başını onun omuzuna koyup derin bir nefes aldı, sakinledi.
Hiç konuşmadan bohçaları Yağızın heybesine doldurdular. Mavili bir şıçrayışta biniverdi ata. Lokanta sahibi ona hayranlıkla baktı. Saçlarını bağladığı mavi yazma omuzlarına kaymış, gür, siyah saçları beline kadar dökülmüştü. Dimdik duruşu nasıl da güzeldi.
İşte o an yüreğindeki deli hasret tekrar başladı. Hüzünle sordu:
“- Ne zaman geleceksin?”
Hiçbir duygu ifadesi olmayan bir sesle konuştu mavili:
“-Yüce Rabbim ne zaman kısmet ederse. Allah’a emanet olun.”
Yağız her zamanki gibi hemen tırısa kalktı, koca kayayı geçip gözden kaybolana kadar arkalarından baktı Lokanta sahibi. Ama yine dönen olmadı. Başını kaldırıp gökyüzüne baktı hüzünle:
“-Ah! canımın canı, diye fısıldadı. Ah canevim, benim kara sevdamdan habersiz canevim.”
Suzan ÇATALOLUK
Nilüfer/BURSA
23.02.2022
Saat: 02.51
Son okuma: 26.02.2022
Saat: 02.28