Medeniyet Tasavvuru

Prof. Dr. Saadettin Ökten 

Alpaslan 1071’de zaferi kazandı, Anadolu’ya geldi, beyleri var, hayatın devamı için iktisadi faaliyet lazım, beylerine ikta veriyor. “İkta” dediğimiz; toprak bağışlıyor onlara, onlar da orada ekip biçiyorlar. Çünkü üretim ziraatla, başka bir şeyden üretim yok. Zanaatlar çok az, esas tarım toplumu, geçim ziraattan. Fakat her bey kendi başına. Hele Haçlı Seferleri de geldikten sonra, dolayısıyla Anadolu’nun doğusunda özellikle Erzurum, Erzincan, Kemah, Divriği… Buralardaki mimari eserler Danişmend Beyliğine, Saltuklu Beyliğine, güneydeki Artuklu Beyliğine ait eserler… Bunlarda henüz daha bir mimari üslup görmüyoruz, eklektik, seçmeci yani her taraftan gelen insanların karışık üslupları var. Bunu mimarlıkta çok güzel ifade ediyorlar. Diyorlar ki herhalde bir usta pencereyi yapıyor, pencere şunun için önemli, düz duvarda bir kişilik görmüyorsunuz ama pencereye geldiğiniz zaman detaylarıyla nispetleriyle oradaki bezemeleriyle bir üslup görüyorsunuz. Mesela bir yapıda üç farklı pencere görebiliyorsunuz, misal birini acem Ali yapmış İran üslubu, birisini Ermeni usta yapmış, bir diğerini Memlûklu usta yapmış. Doğudaki ve güneydoğudaki ulu camilerde ve medreselerde bu eklektik üslubu görüyoruz. Fakat 1176 sonrası II.Kılıçaslan bir taraftan ticareti toparlayıp ortaya koyarken diğer yandan da Alpaslan’ın ikta verdiği beylikleri yavaş yavaş üniter bir çerçeveye alıyor, bir manada Anadolu birliğini sağlamaya çalışıyor, kaynaklarını kesiyor, beylikler itaat etmek zorunda kalıyorlar. Mimaride de görüyoruz ki giderek üslup birliği ortaya çıkıyor.

Bir defa bir mimari eserin ortaya konulabilmesi için bir iktidar gerekiyor, muktedir olmak gerekiyor. Peki, ne yapacaksınız? Bir irade beyan etmeniz lazım, “Şunu yapacağım…” Peki, o şu nedir? İşte o şu diyebilmek için bir medeniyet tasavvuruna sahip olmanız gerekiyor. Bir ulu cami yapacağım dediğiniz zaman, o medeniyet tasavvuru sizde olmalı ki ne yapacağınızın bilincinde olun, onu bir irade olarak ortaya koyun ve onun iktidarı da olsun.

Osmanlının son dönemleri 1700’lerin sonu 1800’lerin başı III. Selim devri, bakıyoruz inceliyoruz, bir medeniyet tasavvuru var, irade de var ama iktidar yok, para yok, teknoloji yok, güç yok ama öbürleri var. Bugüne geliyorum; bugün para var, iktidar var, irade var ama medeniyet tasavvuru yok. Olmayınca o iktidar ve o irade, mimarlık yönünden ifade edersem, ne yaptığını bilmez hale geliyor. Çok katlı binalar Amerikan kapitalizminin mezhebi sahih çocuklarıdır, onun ortaya koyduğu, ciddi manada kendi içinde tutarlı. Amerikan kapitalizminin ne olduğunu öğrenmek isteyenler filmi üç yüz sene geriye sararlar, Avrupa’dan niçin Amerika’ya gidildi, orada neler yapıldı, Kuzey Amerika nasıl kuruldu, Amerika Amerikalıları nasıl oldu, hangi ortak paydada birleşildi? O ortak paydanın insanları nereye götürdüğüne bakarlar, bu arada “Gazap Üzümlerini” de okurlar, ondan sonra Amerikan kapitalizmi net bir şekilde ortaya çıkar, isteyen onu alır isteyen almaz. Aynı zihniyeti ve aynı serüveni yaşamayan bir toplumda gökdelen yaparsanız o sizin toplumun mezhebi gayri sahih çocuğu olur. Bilmezsiniz bununla ne yapacağınızı ama o size ne yapacağını çok iyi bilir ve sizi kendine râm eder. Siz de bir şey yaptım zannedersiniz… Dolayısıyla Selçuklu ne yaptığını biliyordu, Selçuklu eserlerine bakarken iki ilke ortaya çıkıyor, bir tanesi ‘nispet’ bir tanesi ‘iktifa’ ilkesidir. İktifa ilkesinin Türkçesini bulamadım, kifayet diyelim. İktifayı şöyle tarif edelim; “Ben ne yapmalıyım ki maksadım hâsıl olsun ama sınırı ve çizgiyi ve haddi geçmeyeyim.”

Kanuni Sultan Süleyman’ın kabrini biliyorsunuz, Süleymaniye’nin ön tarafında, bir de Mısır’da Firavun’un mezarına bakın, piramitlere bakın, 200×200 kare taban, yükseklik 160 metre, müthiş bir geometri ve teknoloji… Kanuni Sultan Süleyman’da bu imkân var, yapabilirdi ama yapmıyor… İşte iktifa meselesi orada ortaya çıkıyor “ne yapmalıyım ki maksat hâsıl olsun ama hududu haddi geçmeyeyim.” Hudut nedir diye sorarsanız, işte onu size medeniyet tasavvuru söylüyor, bir ulu cami yapmalıyım ki gerçekten ulu cami olsun… Mesela ben bir ulu cami yapacağım; 15×15 metre böyle ulu camii olmaz, saçma sapan bir şey, bir 50 metre olmalı, peki 200 metre olmaz mı, olur, ama ayıp olur yani, yapılmaz, olmaz, nispet bozulur. Yükseklik mesela 8–10 metre olur, 100 metre yapamaz mı, yapar, niye yapamasın ama nispet bozulur, girdiği zaman insanın nispeti bozulur onun içerisinde. Demek ki bunlara dikkat ediyor ve size bir üslup ortaya koyuyor. Peki, başlangıçta bu üslup bilinmiyor mu? Hayır, başlangıçta bilinmiyor, olduktan sonra ortaya çıkıyor. Ama bu mimariye baktığınız zaman orada Hacı Bektaş’ın Makâlât’ından ilkeler görüyorsunuz, Mesnevî’den ilkeler görüyorsunuz veya bu mimarideki ilkelerin yansımasını, Mesnevî’de görüyorsunuz, -bir alışveriş var-, Sarı Saltuk hikâyelerinde görüyorsunuz, demek ki böyle bir resim ortaya çıkıyor, hadise bir bütün…

Mimaride çok tipik klanlar dikdörtgendir, orta havlular açıktır, kenarda odalar sıralanır, giriş eyvanı gölgeliği, tam karşısında ana eyvan vardır. Fonksiyonel bakımı kolay, hayatın içinde yapılar…

1243’te Anadolu’ya Moğollar geliyor ve Selçuklu, Kösedağ’da hiç umulmadık bir mağlubiyet alıyor. Moğollar ciddi manada Moğol, altın yumurtlayan tavuğu kesmek istiyorlar, onlar ticaretten anlamazlar, önce vergi koyuyorlar, sonra bakıyorlar vergiler iyi, daha da artırıyorlar. 1273’te Selçuklu Veziri Muhyiddin Pervane’yi öldürüyorlar ve ondan sonra Moğollar Anadolu’ya bir Moğol genel valisi tayin ediyorlar. 1243–1273 seneleri arasında artık Selçuklu sultanları sahneden çekilmişler, vezirler devri, Karatay onlardan bir tanesi, Muhyiddin Pervane onlardan bir tanesi… Bu vezirler mimari eserler yaptırmaya devam ediyor, eserlerin şaşaası devam ediyor ama nispetleri küçülüyor, ama onlar da güzel. 1273’ten sonra bu perde kapanıyor.

1308’de Moğol Gazal Han ölünce Moğol devleti bitiyor. O arada zaten onlar da Müslümanlığı kabul ediyorlar. Selçuklu mimarisinin, Türk mimarisinin macerası medeniyet nokta-i nazarından bakıldığında 13. asrın üç çeyreği diyebiliriz, bu kadar kısa bir zamanda bir üslup olarak ortaya çıkıyor ve o zamanki hayatın bütün safhalarını kuşatan bir mimari bütünlük var bu eserlerde.

Fakat IV.Haçlı Seferi, yani Anadolu’da Bizans hâkimiyeti var, Moğol hâkimiyeti var, Selçuklu ticareti, Selçuklu mimarisi dumura uğramış vaziyette. Durgunluk devam ederken, IV.Haçlı Seferi İstanbul üzerine yönlendiriliyor. Sebep şu; İstanbul, Bizans veya Doğu Akdeniz’de hâkimiyeti sağlamak istiyor, tek başına hâkim olmak istiyor, Venedik bunu kabul etmeyince yapacağı şey nedir, Papayı da yanına alarak İstanbul’a iyi bir ders vermek… Tek başına buna gücü yetmez, IV. Haçlı Seferini İstanbul’a yönlendiriyor. Ve Latinler IV. Haçlı Seferini Ortodokslar üzerine gerçekleştiriyorlar, Müslümanlara dokunmuyorlar, 1204’ten 1261’e kadar İstanbul’da bir Latin krallığı kuruluyor, Ortodokslar buradan gidiyorlar, imparator İznik’e gidiyor. Bu büyük hadiseyi sadece bir toprak zaptı olarak görmemek lazım, büyük ticari imkânları kullanıyorlar, bu vesile ile Bizans’ın Batı Anadolu’daki gücü fevkalade azalıyor. Bu güç azalınca bu kez Moğol kontrolünün dışında ve uzağında kalan, mesela batıya en yakın uç Menteşe Beyliği, Antalya, Kaş, oralardan Ege Denizi’ni kullanarak kuzeye geliyorlar. Fethiye’ye Marmaris’e çıkarak yavaş yavaş Bizans’ın güneyinden derken biraz daha kuzeyden Aydınoğulları, Germiyanoğulları, Karasioğulları Batı Anadolu’da yeni bir akım ortaya çıkıyor. Bu akımın Selçuklu akımından farkı var, bir defa çapı küçük, ikincisi yaptığı ticaret çok yerel bir ticaret fakat bu akım antik dönemden kalan eserleri veriyor, kadim eserleri görüyor, Bizans’ın oralara yaptıklarını görüyor ve buradan Batı Anadolu beylik mimarisi ortaya çıkıyor. Bu mimari de Osmanlı mimarisinin başlangıcıdır. Ama çok mühim bir nokta olarak şunu söylemeliyim ki; özgün, kendine has biçimleriyle bir Anadolu Selçuklu mimarisi vardır, bu mimari Anadolu’daki hayatın bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bunu anlamak noktasında da hadisenin bütününe bakmamız gerekiyor.

Orta Anadolu’da yerel beylikler kuruluyor. Batı Anadolu’da Bizans sınırı Denizli’den geçiyor, Denizli’nin batısı Bizans’a ait doğusu Anadolu Selçuklulara ait, burada uç beyleri var. Menteşe Bey, Aydın Bey, Saruhan Bey… O sırada Venedik gelmiş Akdeniz’in kraliçesi, bakın şimdi zamanlama çok güzel geliyor, 1204, Bizans Venedik’i sıkıştırıyor, çünkü Venedik asi, para var güç var, Akdeniz ticareti elinde, Bizans’ın da ordusu var. Venedik IV.Haçlı Seferlerini İstanbul’a sevk ediyor ve İstanbul 1261’e kadar bir Latin krallığıdır, 1261’de tekrar İmparator ele geçiriyor ama Bizans’ın gücü tükenmiş, aynı zamanda Selçuklu’nun gücü de tükenmiş. Menteşe Bey uyanık, eğer Konya’daki Selçuklu ciddi hâkim olsa göz açtırtmaz, Bizans güçlü olsa mümkün değil, iki tarafta da zafiyet var. Menteşe Bey diyor ki ben acaba şöyle batıya doğru kayabilir miyim, fakat Ege dağlık, bakıyor ki Rum kaptanlar aşağıda işsiz, Akdeniz ticareti dumura uğramış, Haçlı Seferleri bozmuş ortalığı. Savaşlarda ticaret yoktur, karaborsa vardır. Rum kaptanlar işsiz kalmışlar, onlara biraz altın veriyor, önce Fethiye’ye çıkıyorlar ─belki adı da oradan geliyor olabilir─ ve oradan Marmaris, Fethiye, Datça kuzeye doğru yavaş yavaş geliyorlar. Geldikleri yer Milas ve Beçin, limanları Balat Letos antik liman, bugünkü Muğla civarında, güneybatı Anadolu’da bir yer elde ediyorlar ve orada Menteşe Bey Selçuklu’dan ayrı, beyliğini kuruyor. Bu 1200’lerin sonu 1300’lerin başı, güneybatı Anadolu’daki yeni bir Türk beyliği. Ondan sonra bunu gören Aydın Bey biraz daha kuzeye giriyor, Tire, Selçuk, Ayasulu oraya giriyor, orada yerleşiyor, onun yaptığı da İzmir’e doğru bir uç oluşturuyor. Onun kuzeyinde Saruhan Bey Manisa üzerinden Foça’ya kayıyor ve onun üzerinde de Karasi Beyliği, onun da üzerinde biraz doğuya doğru Osmanoğulları. Bu beş beylik yeni bir mimari yeni bir resim ortaya koyuyor. Diyorlar ki bunlar Anadolu Selçuklu mimarisini biliyorlardı, görgüleri vardı ama bu yeni coğrafyada antik dünyanın eserlerini gördüler ve ikisini birbirine benzettiler, kaynaştırdılar, yeni bir üslubun küçük örneklerini ortaya koymaya başladılar. Niye küçük örnek çünkü paraları yok, söyleyecek sözleri var, iradeleri var ama iktidar mahdut… Onun için ölçek küçük oldu, onun için binalar çok sağlam olamadı… Şimdi yeni yeni Türkiye bu binaları toparlamaya çalışıyor.

Kuzeye doğru yeni bir mimari gelişiyor. Osmanlı bu mimarinin en son vagonunda, o zamanlarda Osmanlı’ya bakarsanız, bundan adam olmaz, hani bir yavru doğar, cılız mı cılız, bu yaşamaz ölür dersiniz, Osmanlı da aynı onun gibi. Ne denizi var ne karası var ama talih mi diyeyim veya hadiseyi doğru okuma mı diyeyim veya doğru rüzgara yelken açma mı diyeyim onu bilemem, bir vizyon hadisesi alıp götürüyor.

Ekrem Hakkı Ayverdi diyor ki “Süleymaniye’nin büyük babasını görmek isterseniz Bursa’da Orhan Camiine bakın.” Orhan Camii teknik olarak sakat bir camidir. Niye, işçilik yok, ölçüleri doğru değil, mesela gönye köşeler tam doğru gönye değil, şakuller tam şakul değil, doğru dürüst usta yok ama orada bir üslup var diyor. Yani medeniyetin size söyleyecek sözü var ama söyleyemiyor fakat hissediyorsunuz onu. Ama Süleymaniye’ye geldiğiniz zaman, Selimiye’ye geldiğiniz zaman, Sultan Ahmed’e geldiğiniz zaman her şey bitmiş, ne bir taş çıkarabilirsin, ne bir taş koyabilirsin, aynı Fuzulî şiiri gibi, aynı Itrî musikisi gibi, aynı Karaisalı yazısı gibi… Demek ki medeniyetle olan ilişki böyle bir hadise…

Bir mimari esere nasıl bakacağız o çok önemli. Bir mimari eser bir hanım gibidir, romantiktir, her zaman sır vermez. Onun sır verdiği zamanlar vardır, o zamanları kollayacaksınız, siz de o zamanlara kendinizi hazır bulunduracaksınız; bir defa olmaz, birkaç defa, üç defa beş defa onu fark edebileceksin ki onunla bir iletişime geçebilesiniz. Neden? O mimari eseri yapan mimar, toplumsal büyük bir birikim almış, yoğurmuş, taşları da yoğurmuş ve biçimlendirmiştir, o toplumsal büyük birikimi bir anda algılamak mümkün değildir.

http://www.gonuldergisi.com/medeniyet-tasavvuru-prof-dr-saadettin-okten.html

 

Yazar
Sadettin ÖKTEN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen