Osmanlı medreselerinde hâkim İslam anlayışı, nakilci Eşari anlayış yerine, akılcı Maturidi anlayış olsaydı, Darulfünun’a gerek kalmadan bilimsel gelişmeler medreselerin bünyesinde yürüyebilir miydi, bu kurumlar kendilerini yenileyebilir miydi? Çok zor görünüyor.
Bu yeni durumun medreselerin bir kısmına, bir çeşit yatılı okul hüviyeti kazandırmada etkisinin olduğu söylenebilir. Nihayetinde bir medeniyetin ortaçağdan beri süren tarihi bir eğitim kurumu çağın gelişmeleri karşısında fazla ayakta kalmayı başaramıyor ve Cumhuriyet döneminde (Tevhid-i Tedrisat, 1924) kapatılmadan önce zaten zamanını doldurmuş, varlığı ve yokluğu Birinci Dünya savaşı öncesinde tartışılır bir konuma geldiği biliniyor.
*****
Prof. Dr. Cemil ÇELİK
18. yüzyıl Avrupa’sında eğitim, bilim ve araştırma, daha önceki yıllardan başlayan yüzlerce bilim insanının gayretli çalışması ve azmi ile kilise egemenliğinin dışına çıkmayı başardı. Çoğu kilise temelli okullar değişerek ve dönüşerek gelişti. Oysa bizde ise değişim ve dönüşüm medreselerin dışında ayrı bir kulvarda devam etti.
Avrupa’da (Almanya, Fransa, İngiltere ve diğer ülkeler ) dini merkezli kilise eğitiminin yerini bilimsel yöntemlerin, daha çok araştırma ve gözleme dayalı yeni bir anlayış aldı. Bilim ve eğitimdeki Batı’daki gelişmelerde sömürgeci zenginleşmenin şüphesiz payı vardı.
Avrupa’da eğitim anlayışı bu süreçlerin sonunda farklılaştı ve bir değişim ve dönüşüm geçirdi. Böylece aydınlanma ve bilimde ve teknolojide gelişmelerin olduğu bir çağ başlamış oldu.
Erdal İnönü, İlhan Tekeli ve daha birçok bilim insanımız yazdıklarıyla, Avrupa’nın bu dönüşümünü vurguladılar. Bizim bu ülkelerden üç yüzyıl geri kalışımızın hikâyesi uzun uzun anlatıldı.
Avrupa bu dönüşümü yaşarken, Osmanlı toplumunda geleneksel eğitimi üstlenen kurumlar olarak medreseler, enderun ve tekkeler vardı.
Kendini değiştirmesi mümkün görünmeyen bu kurumlarla yol alınamayacağı, fazla bir ilerlemenin olamayacağı ve yeni kurumlara ihtiyaç olduğu 18.Yüzyıl’ın ikinci çeyreğinden itibaren düşünüldü.
Gerçi 17. yüzyıl’ın son çeyreğinden itibaren Osmanlı sistemi içerisinde mühendishane, harbiye, tıbbiye ve mülkiye gibi okullar kurulmuş olsa da henüz bir üniversite anlayışı ve algısından söz etmek kabil değildir.
Darulfünun’un (fen bilimleri evi) açılması fikri ilk kez Mustafa Reşit Paşa tarafından gündeme getirildi. Mustafa Reşit Paşa Paris ve Londra’da sefirlik yapmış ve Batı’da eğitimin ve uygulamaların nasıl geliştiğini görmüştü. Bu yıllar Tanzimat Fermanının ilan edildiği 1830’ lara denk düşer.
Daha sonra bilimin önemini fark eden bir grup insan 1845’te Beşiktaş Cemiyeti’ni kurdu. 1845 yılından itibaren Almanya ve Fransa’daki yükseköğretimi araştırmak üzere elemanlar görevlendirildi. 1857 yılında, riyaziyat (matematik bilimleri) ve tabiat bilimleri alanında eğitim almak üzere Batı’ya ilk kez öğrenci gönderildiği biliniyor.
1846’ da Mustafa Reşit Paşanın Sadrazamlığı döneminde Darulfünun’un kurulması için hazırlanan bir rapor Padişah Sultan Abdulmecid’e sunuldu ve kabul gördü. Böyle bir kurumun hayata geçirilmesi için bağımsız bir bina yapılmasına rağmen, daha sonra bu yapı başka bir amaç için kullanıldı. Dönemin koşulları, bu kurumun hemen hayata geçirilmesine imkan tanımadı. Diğer bir sorun ise böyle bir kurumda ders verecek yeterli öğretim elemanının bulunması oldu.
Özellikle 1845’ de Meclis-i Maarif Muvakkat (Geçici Kurul) kuruluyor. Darulfünun’da okutulacak dersleri belirlemek ve kitapları Türkçeye çevirmek için ise, 1851-1862 yılları arasında Encümem-i Daniş, sonrasında da 1861 yılında Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye kuruluyor. Bu teşebbüsler, o zaman için üniversite anlayışından söz edilmese de yüksek eğitimin gelişmesine temel oluşturan adımlar olarak görülebilir. Telif eserlerin ortaya çıkması, Türkçe olarak bilim kitaplarının hazırlanmasına bu dönemde başlanıyor. Hatta ilk kez “ Mecmua-i Funun” adında bir bilim dergisi 1862’ de yayımlanıyor.
1867 yılına gelindiğinde Darulfünün’un açılması ve eğitim faaliyetiyle ilgili altyapının hazırlanması ve yükseköğrenim algısı biraz daha olgunlaşıyor. Darülfünun; üç bölüm olarak eğitime başlıyor. Hikmet ve Edebiyat, İlm-i Hukuk, Ulum-u Tabiiye ve Riyaziye olmak üzere. Teoloji (ilahiyat) alanı medreseye bırakılıyor. 1871’ den 1881’e kadar öğrenci kabul eden Darulfünun eğitim faaliyetlerini sürdürüyor. Zaman zaman duraklamalar geçirse de, 1900 yılı başında bu kurum yeniden eğitim vermeye başlıyor.
I8. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren ortaya konulan bu çabalara rağmen henüz üniversite adı telaffuz edilmiyor. Hristiyanlık temelli eğitim sisteminden gelen tanımların (üniversite, rektör, dekan ve diğer adlandırmalar) Osmanlı yüksek eğitim sistemi içinde kullanılmasının tepkilere yol açacağı düşünülmüş olabilir.
Açılan bu kurum, üniversite fonksiyonu görmesine rağmen üniversite yerine Darülfünun denilmeye, fakülte yerine medrese (hukuk medresesi gibi) denilmeye devam ediliyor.
Üniversite anlayışının alt yapısının oluştuğu gelişmeler 1900 yılından itibaren yeniden hızlanıyor.
Bu arada klasik medreseler de ister istemez gönülsüz de olsa bu dönemlerde bir miktar dönüşüm geçiriyor. Medreselerde görev yapan bazı müderrislerin sayıları az da olsa batıdan çevriler yaptıkları, hepsi olmasa bile, bazı medreselerin müfredatlarında bu yeni bilgilerin verildiği biliniyor. Ancak bu dönüşüm istenilen seviyede medrese eğitimine yansıtıldığını söyleyemeyiz (Cevat İzgi, Osmanlı Medreselerinde İlim, Riyazi İlimler, İz Yayıncılık,1997).
Osmanlı medreselerinde hâkim İslam anlayışı, nakilci Eşari anlayış yerine, akılcı Maturidi anlayış olsaydı, Darulfünun’a gerek kalmadan bilimsel gelişmeler medreselerin bünyesinde yürüyebilir miydi, bu kurumlar kendilerini yenileyebilir miydi? Çok zor görünüyor.
Bu yeni durumun medreselerin bir kısmına, bir çeşit yatılı okul hüviyeti kazandırmada etkisinin olduğu söylenebilir. Nihayetinde bir medeniyetin ortaçağdan beri süren tarihi bir eğitim kurumu çağın gelişmeleri karşısında fazla ayakta kalmayı başaramıyor ve Cumhuriyet döneminde (Tevhid-i Tedrisat, 1924) kapatılmadan önce zaten zamanını doldurmuş, varlığı ve yokluğu Birinci Dünya savaşı öncesinde tartışılır bir konuma geldiği biliniyor.
Özetle ilköğretim kademesi kabul edilen sübyan ve rüştiye, okullarını takip eden idadi, sultaniler ve yükseköğretim okulları olan mülkiye, tıp gibiler ve en üstte de Darulfünun’un olduğu okul bir tarafta, İstanbul Medreselerinin ve onun altında yer alan vilayetlerde faaliyet gösteren medreseler ise diğer tarafta yer alıyor.
Osmanlı toplumunda bu süreçlerin sonunda iki ayrı eğitim kurumundan yetişen iki ayrı tipte eğitim gören insan profili ortaya çıkıyor. Batı modernitesi ve aydınlanmasına bağlı olarak yoluna devam eden kurumların yetiştirdikleri ile medreseden neşet eden moderniteye karşı olanlar, ya da yavaş uyum gösterenler olmak üzere. Bu iki farklı insan unsuru arasındaki zıtlaşma ve mücadele epey sürecek, bu süreç Cumhuriyet döneminde de devam edecek.
Sadece bu farklılaşma Osmanlıda değil diğer İslam topluluklarında da oldu. Batı yanlıları, batı karşısında geleneğe sarılanlar ve üçüncü bir grupta ise batıdan ilim alalım ancak irfanı bizim değerlerimiz oluştursun diyenler olmak üzere. Bu yaşananlar daha sonra Türk toplumunda hala karşılıklarını gördüğümüz aydın farklılaşmasının temellerinin atıldığı dönemler olarak kabul edilmekte.
II. Meşrutiyetin ilanından sonra Darulfün biraz daha canlandı. İlk kez Darulfünun’un yürüttüğü eğitim ve öğretim işlerine, yönetici ve müderris tayinlerine o günkü siyasi iktidarların karışmasının doğru olmadığı açıkça dillendirildi. Ziya Gökalp, o günün siyasilerine “Ele mülkün dizginini alınız, bırakınız ilmi yapsın muallim” diye şiir diliyle seslenebildi. Bugünkü anlamıyla bu üniversite özerk olmalıdır anlamına geliyor. Sahiden de kısa bir dönem de olsa, Darulfünun’da değişik kademede müderrisler yöneticilerini kendileri seçti. Buna siyaset kurumu müdahil olmadı.
1914’ de Darulfünun’un öğrenci sayısı üç bin civarında öğretim üyesi sayısı ise yüze yaklaştı.
O günkü Osmanlı siyasetinin yakınlaştığı Almanlar askeri alanda olduğu gibi bilim alanında da Darilfünun’a destek için Almanya’nın saygın üniversitelerinden( Van Humbolt gibi) öğretim üyesi gönderdiler. I. Dünya Savaşı öncesi Darulfünun’da ondokuzu Alman, bir’i Macar olmak üzere yirmi öğretim üyesinin görev yaptığı bilinmekte. Çoğu sosyal bilimci olan bu öğretim üyelerinin arasında sadece dört kimyacının olduğu bilinir. Cumhuriyet Türkiye’sinde sadece 1933 yılında yapılan Üniversite Reformundan sonra değil, bu dönemde de Batı’dan öğretim üyelerinin gelip ders verdiği fazla bilinmez. Bu arada yurtdışında eğitim görmüş Türk öğretim üyelerinin Darulfünun’daki varlıklarını da unutmamak gerekir. Neredeyse Darulfünun’daki öğretim üyelerinin yüzde yirmi, yirmi beşini yabancı öğretim üylerinin oluşturduğu da bir gerçek. Ancak I. Dünya Savaşı döneminde işler sıkıntıya girdi ve Almanlarla birlikte savaş kaybedilince, savaş sonrası yabancı öğretim üyeleri tamamen İstanbul’dan ayrılmak durumunda kaldılar.
Osmanlı yükseköğretiminde erkek öğrencilerin yanında kadınların da katılması önemlidir. Darulfünun’da 1921 yılına kadar ayrı sınıflarda eğitim gören kadın öğrenciler, bu tarihten sonra dersleri erkek öğrencilerle birlikte almaları dikkat çekici bir gelişme olarak görülebilir. Bugün Taliban yönetimindeki Afgan Üniversitelerinde kadınların eğitimine izin verilmediğini düşünecek olursak, yüz on, yüz yirmi yıl önce Müslüman bir toplum olarak kadınların eğitimi konusundaki anlayışın ve uygulamanın ne kadar ileride olduğunu inkâr edemeyiz. Tarihi çok gerilere saracak olursak, Faslı bir Seyyah olan İbn Battuta, 13. Yüzyılda Şam’da kaldığı bir dönemde iki kadın müderristen ders aldığını anlatır. Bu kadın müderrislerin kendisine ne kadar kibar davrandıklarından ve ilimlerinden ziyadesiyle istifade ettiğini Seyahatnamesinde bahseder( İbn Batuda Seyahatnamesi, Yapı Kredi Yayınları, 2019). İnsan düşünmeden edemiyor, 13. yüzyılda bile kadınların müderris olabildiği bir İslam dünyasının dünden bugüne bu inanılmaz savruluşunu.
1915 yılında Darulfünun’da yapılan yenileştirme ve Almanya’dan getirilen yabancı bilim insanlarının katkısının, Cumhuriyet döneminde, 1933 yılında yapılan Üniversite reformunun bir prototipi olduğu, konuyu araştıran birçok bilim insanlarımız tarafından dile getirildi (Prof. Dr. İlhan Tekeli).
Buradan çıkan sonuç şu ki, Cumhuriyetin oluşturduğu yeni kurumları ve 1933 üniversite reformunu yapanlar hattı zatında, Osmanlı eğitim kurumlarında yetişmiş olan aydın kuşaklardan oluştu.
Cumhuriyetinin kuruluşundan sonra 1925-29 yıllarda Milli Eğitim Bakanı (Maarif Vekili) olarak görev yapmış olan Mustafa Necati bey “Darulfünun’un gelişmesi ve ilerlemesi gene Darulfünun’dan beklenebilir. Politikacıların düzeltmek için karışması eldeki durumu daha da kötüleştirir” demektedir( Hareld E.Wilson, İlhan Başgöz, Türkiye Cumhuriyetinde Eğitim ve Atatürk, Dost Yayınları, 1968). Üniversite özerkliğine Mustafa Necati Bey bu sözleriyle dikkat çekiyor.
Mustafa Necati’nin bu tespitinin yanında, yeni Cumhuriyetin fikirlerinin, yani devrimlerin yeterince bu kurum mensupları tarafından savunulmadığı Falih Rıfkı Atay ve Şevket Süreyya Aydemir gibi dönemin aydınları tarafından eleştiri konusu da ediliyor.
Bütün bununla birlikte şüphesiz diğer devlet kurumlarının olduğu gibi Darulfünun’un da iyileştirilmesine ihtiyaç olduğu şüphesizdi. Darulfünun’un iyileştirilmesi amacıyla 1927 yılından itibaren yurtdışına öğrenci yollandı. Devletin dışında kendi imkânlarıyla yurt dışına yüksek eğitime gidenler önceden olduğu gibi bu dönemde de vardı.
I. Dünya Savaşı öncesi ve sırasında yurtdışından gelen öğretim elemanlarının tamamına yakını Alman bilim insanlarından oluşurken, savaş sonrasında, daha doğrusu Cumhuriyetin ilk döneminde bu sefer rota Fransa’ya çevrildi. Bu sefer gelen yabancı bilim insanlarının tamamına yakını Fransız’lardan oluştu. Bunların çoğunluğu doktorasız olmalarına rağmen o dönemde müderris muamelesi gördü.
Yabancı uyruklu bilim insanı kabulünde Darulfünun’un görüşü; ülkenin bilim ihtiyacına göre, tek bir ülkeye bağımlı kalmaksızın, farklı ülkelerden eleman getirtilmesi yönünde olmasına karşılık, uygulama böyle gelişmedi (İlhan Tekeli).
Türk Yüksek Öğretimine bir çeki düzen verilmesi fikri 1930‘lu yıllarda gündeme geldi. Bu maksatla Prof. Albert Malche’e (İsviçre) mevcut durumumuzu değerlendirip bir rapor hazırlatılmak amacıyla Türkiye’ye davet edildi. 1932 de bu İsviçreli bilim insanı Darulfünun’da incelemeler yaptı. Mevcut öğretim üyeleri ile görüştü ve sonunda hazırladığı raporu Milli Eğitim Bakanı Esat Sagay’a sundu. O dönemde, konunun uzmanı olan yabancı bir bilim insanına objektif bir yükseköğretim raporu hazırlatılırken. Bu girişim ve yaklaşım hiçbir zaman “mandacı bir zihniyet” olarak algılanmadı.
1933 ÜNİVERSİTE REFORMUNDAN BUGÜNE YÜKSEK ÖĞRETİMİMİZ
II. BÖLÜM
Prof Albert Malche’nin (Cenevre, İsviçre) raporu da dikkate alınarak, 1933’de, yapılan üniversite reformu ile Darulfünun’dan üniversiteye geçildi. İstanbul Üniversitesi kuruldu. Daha doğrusu Darulfünun tabelası İstanbul Üniversitesi olarak değişti.
Cumhuriyet döneminde reform yapanlar işe, öğretim üyesi tasfiyesi ile başladı. Darulfünun’da görevli öğretim üyelerinin yaklaşık 2/3’ i tasfiye olundu ( Durmuş Günay, Türkiye’nin Üniversite Sorunu, Büyüyen Ay Yayınları, 2019).Konuyu detaylı öğrenmek isteyenler Türkiye Bilimler Akademisinin “Türkiye’de Üniversite Anlayışının Gelişimi I, 1861-1961, TÜBA, 2007” yayınına bakabilirler. Tasfiye olunanlar arasında çok değerli bilim insanlarının bulunduğunu göreceklerdir. Hatta bunlardan bir öğretim üyesinin bu tasfiyeyi gururuna yediremeyip intihar ettiği bilinir. Akademik müktesebatlarına bakılmaksızın maalesef yeni rejimin hoşuna gitmeyenlerin tasfiye edildiği anlaşılıyor.
Tasfiye edilen Darulfünun mensuplarının bazıları İslam coğrafyasının değişik yerlerine Mısır, Afganistan ve Hindistan gibi ülkelerin yükseköğretim kurumlarına muhaceret etti. Belli bir süre araştırmacı olarak Hindistan’da bulunduğum dönemde, Aligarh İslam Üniversitesi’ni 1993’te ziyaret ettim. Bu üniversite de İstanbul’dan(Darulfünun) giden müderrislerin görev yaptıklarını öğrendim. Babasının bu üniversiteden mezun olduğunu söyleyen Hind’li bir bilim insanı arkadaşım üniversitenin akademik giysisinin 1965 yılına kadar Osmanlı döneminin akademik giysisi olduğundan da söz etti.
1933 Üniversite reformundan sonra, Türk Yüksek Öğretiminin yeniden yapılandırılmasında görev yapan çoğu Alman vatandaşı bilim insanı, Cumhuriyet Türkiye’sindeki üniversitelerin gelişimini daha objektif değerlendirdiler diye düşünüyorum. Bu anlamda TÜBİTAK Yayınları arasında yer alan Ticaret hukuku hocası olan Prof. Dr. Ernst E. Hirsch’in Anıları, 1997, iyi bir kaynak sayılabilir. Prof. Hirsch Hatıratı’nın Türkiye ile ilgili bölümünde, kuruluş dönemini bir yabancı bilim insanı olarak ( İstanbul Üniversitesi, Hukuk Fakültesi,1933 – 43, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi 1943-52) yaşananları ve nereden nereye gelindiğini anlatır. Öğrencilerin performansından akademik algılarının yetersizliğinden söz eder.
1933 Üniversite reformu sonrası gelen yabancı bilim insanlarının Cumhuriyet üniversitelerine bir altın çağ yaşattığı söylenmekte ise de, Prof. Dr. Hirsc, 1950’ler de katıldığı Berlin’deki bilimsel bir toplantıda Türkiye’de geçirdiği on beş yıllık dönemde ne kadar alanının uzağında kalmış olduğunu fark eder, tartışılan konulara Fransız kalışından üzülerek söz eder.
İstanbul Üniversitesinin 1933 de kuruluşunu aynı dönemde Yüksek Ziraat Enstitüsü, Ankara, (1933) takip eder, daha sonra bu Enstitüden Ziraat ve Veteriner Fakülteleri çıkacak ve Ankara Üniversitesi bünyesine alınacaktır. Sonra sırasıyla İstanbul Teknik Üniversitesi(1944), Ankara Üniversitesi(1946) kurulacak ve Türk Yüksek Öğretiminin temelini bu üç üniversite oluşturacaktır.
Reform sonrası kurulan İstanbul Üniversitesinde Profesör öğretim üyelerinin asli görevleri arasında henüz araştırma yapmadan söz edilmiyordu. 1934 yılında çıkan İstanbul Üniversitesi Talimatnamesin’de doçent olmak için doktora yapma şartının aranmadığı, sadece Batı dillerinden birisini bilme şartı yer alıyordu (Feza Günergun, Kaan Ata, Türkiye’de Üniversite Anlayışının Gelişimi, TUBA, 2007).
1946 yılında çıkartılan Üniversite Yasasın’da doçent olmak için ilk kez doktora ön şartı getirildi. Profesör öğretim üyeleri için bilimsel araştırma yapmak ve yaptırmaktan söz edildi. Ancak doktora öğrencilerinin lisansüstü ders almaları henüz söz konusu değildi (Alman ekolü etkisi).
İlk doktora 1936’ da yaptırıldı.1946 Üniversite Kanunu’ndan sonra birçok alanda doktora yapan öğrencilerin sayısı artmaya başladı “Türkiye’de Üniversite Anlayışının Gelişimi, TÜBA Yayını, 2009 ”. 1936-1960 yıllarını kapsayan dönemde, Fen Fakültesinde yaptırılan doktora sayılarının, sosyal alanlardan daha fazla olduğu hemen fark ediliyor. Sebebi fen bilimleri alanında doktora yaptıran hocaların tamamına yakınının yabancı olmasından kaynaklanıyordu. Edebiyat ve tarih alanında doktora yaptıranların ise Türk hocalar olduğu görülüyor.
Gerek Darülfünun döneminde ve gerekse de Cumhuriyetin ilk döneminde Batı ülkelerine eğitim için öğrenciler gönderildiyse de, bunların çoğu lisans eğitimi sonrası ihtiyaca binaen geri çağrılıp üniversite de görev veriliyor. İlk üniversite kuruluşunda Almanya kaynaklı üniversitelerden getirilen öğretim üyelerinin önemli bir boşluğu doldurduğu bilinir. Yabancı hocaların Türkiye’de kalma süreleri aynı olmadı. Bunlardan İstanbul Tıp Fakültesinde en uzun süre çalışanlardan Prof. Dr. Schwartz on sekiz yıl kalıyor. Türkiye’den ayrılmadan önce, Türkçe hazırladığı bir raporu Hükümete sunuyor(İstanbul Üniversitesinin Bugünkü Durumu ve İstikbali,1950-51,Türkiye’de Üniversite Anlayışının Gelişimi,474-497,TÜBA,2007). Schwartz bu raporunda özelde İstanbul Üniversitesini anlatmakla birlikte, genelde Türkiye için bilim ve üniversitenin ne anlama geldiğini çok iyi tahlil eder. Dikkatli okunduğunda bu raporun bugün bile geçerli önerileri içerdiği anlaşılır.
1950-1960 yıları arasında sırasıyla KTÜ, Ege, Atatürk ve ODTÜ kurularak, üniversite sayısı yediye,1975’e kadar on üniversite daha kurulup sayı on yediye çıkartılıyor. 1999 yılında yirmisi vakıf olmak üzere üniversite sayısı yetmiş üç iken, bugün itibariyle (2022) yüz yirmi dokuzu devlet, yetmiş altısı vakıf olmak üzere iki yüz beş üniversitemiz bulunuyor (YÖK İstatistikleri).
Özellikle 2004 – 2020 yılları arasında yirmi yılda her şehre bir üniversite sloganıyla üniversite sayısı iki katına çıkartıldı. Bazı Anadolu şehirlerinin nüfusundan daha çok üniversite öğrencisini barındıracak devasa kampüsler inşa olundu. Nüfusu az, üniversite eğitimini kaldırmada yeterli alt yapının olmadığı birçok şehirde üniversite açma fikri doğru bir yaklaşım oldu mu? Bu soruyu sormanın yanında, şehirlerin sosyal değişiminde ve modernleşmesinde açılan üniversitenin katkısının olduğu da ayrı bir gerçek.
Türkiye’nin bilim ve teknoloji hedeflerine ulaşması için 1963 te TÜBİTAK ‘ın kuruluşu önemli bir hamledir. 1963’ den, 2019 yılına kadar ki Devlet Kalkınma Planlarında bilim ve teknolojik ilerlemeye daima vurgu yapıldı, ancak ayrılan maddi kaynakların yeterli olmayışının yanında kalite ve kantite açısından araştırmacı sayısı istenilen düzeyi yakalayamadı.
Türkiye’nin NATO’ya girmesinden sonra, Amerikan tarzı eğitim veren bir üniversite olarak önce ODTÜ kuruldu. Bunu sonraki yıllarda Hacettepe Üniversitesi aynı tarzı benimseyen üniversite olarak izledi. Artık NATO üyesi olan Türkiye’de, yeni bir üniversite anlayışı olarak Amerikan ekolü devredeydi. Eğitim için yurt dışına giden öğrenciler için tercih edilen en cazip üniversiteler Amerikan üniversiteleri oldu. Bu üniversiteleri daha sonra diğer devlet( Boğaziçi gibi) ve vakıf üniversiteleri (Bilkent, Koç, Sabancı gibi) takip etti. Bunda eğitim kalitesi ve bilimsel çıktıları en üst seviyede olan bir ülkenin üniversitelerinin cazibesinin göz ardı edilemezliği yatıyor. Bugün de bu cazibe diğer Batı Avrupa üniversitelerinin önünde yer alıyor.
Ak partinin göreve geldiği yıllardan itibaren bilim ve teknoloji için ayrılan kaynaklar önceki yıllara göre bir hayli artırılmasına rağmen, maalesef bu kaynakları kullanacak yeterli donatıda bilim insanımızın azlığını o günlerde TÜBİTAK’ta çalışan birisi olarak şahit oldum. Bir örnek verecek olursam, 2005-2008’li yılları arasında, araştırma proje desteği ve yut dışı destekler için ayırılan finansmanın yarısı bile kullanılamadı. Sebebi vasatın üzerinde proje başvurularının azlığının yanında, yurtdışı desteğe başvuranların hem sayılarının azlığı, hem de birçoğunun yeterli bilimsel altyapıya sahip olmayışı oldu.
2006 yılında Almanların Bilim kuruluşları ile birlikte düzenlenen bilimsel desteklerimizi sunduğumuz bir toplantıda, Ülke olarak tüm çabalarımıza rağmen, onlarca Alman kuruluşundan tek birisinin verdiği araştırma desteğinin ancak yarısı kadar maddi desteğe ülkemizin kaynak ayırdığını görünce, bayağı üzüldüğümü bu arada zikretmek isterim.
Yine de bu dönemde (2004-210 yılları), 1990‘lı yıllarda kurulan ” Bilim Teknoloji Üst Kurulu” sıklıkla toplandı. Bu toplantılara Başbakan ve ilgili Bakanlar katılarak gerekli önemi gösterdiler. Maalesef bu heyecan daha sonra kaybedildi. Başkanlık sistemine geçtikten sonra ise her şey merkezden yürütülmeye başlandı. TÜBİTAK ve diğer benzeri kurumlar, üniversiteler artık önceki heyecanını devam ettiremedi. Ekonomik kaynaklar başlangıçtaki kadar artırılamadı.
Ülke için bilim ve teknolojinin hayati oluşu bilinmekte ise de Ar-Ge’ ye ayırılan kaynak 2022 itibariyle milli gelirden (GSMH) ancak % 1.13’ e çıkartılabildi. Oysa birçok saygın ülkede Ar-Ge harcamalarının payı % 3- 5’ler arasında bulunuyor.
2022 yılı verilerine göre bugün Türk Yüksek Öğretiminde kayıtlı öğrenci sayısı sekiz milyon civarında. Bunların yaklaşık üç milyonu ön lisans, dört buçuk milyonu lisans, üç yüz elli bini yüksek lisans ve yüz on bini ise doktora öğrencisi.
Öğretim elemanı sayısı ise toplamda yüz seksen beş binlere yakın olup bunların yirmi dokuz bini vakıf üniversitelerinde çalışıyor( YÖK,2022 verileri). Tam zamanlı Ar-Ge personel sayısı 2006 da on bin kişi başına elli dört iken, 2022 de iki yüz yirmi ikiye çıkartıldı. Bu sayı gelişmiş ekonomi ve bilim düzeyi yüksek ülkelerle kıyaslandığında oldukça gerilerdedir (TÜBİTAK 2022 verileri)
YÜKSEK ÖĞRETİMDE NEREYE GELDİK?
III: BÖLÜM
Buraya kadar özet olarak anlatılanlar bir ülkenin iki yüz yıllık üniversite algı ve anlayışının, uygulamalarının, bilim ve teknoloji alanındaki hamlelerinin kısa bir hikâyesiydi. Ancak geldiğimiz yer itibariyle övünülecek bir seviyede olmadığımızı biliyoruz. Yazının bundan sonraki kısmında yükseköğretimdeki mevcut durum ile ilgili değerlendirmelere yer verilecek.
Ülkemizde üniversite öğretimi, daha öncesini saymazsak, Darulfünun’dan bu güne bir asrı geçen bir süredir devam ediyor. Manzara şu ki, ülke yönetimine egemen olan güç sahipleri başlangıçtan günümüze, bir türlü üniversitenin üstünden ellerini çekip bağımsız ve akademik özerk bir kuruma dönüşmesine izin vermediler. İdeal anlamda akademik özgürlük ortamı tesis olunamadı. Üniversitelerimiz kurumsallaşamadığı gibi bilgi üretiminde de yetersiz kaldı. Defalarca öğretim üyesi tasfiyesi yapıldı ( 1933, 1946, 1961, 1972, 1981 ve 2000 yılı sonrasında olmak üzere). Kabul edilen anlayışın dışında farklı fikir ve görüşleri savunanlar uzaklaştırıldı. Oysa üniversiteler her türlü görüş ve düşüncenin hür ve kimseden çekinmeden savunulduğu yerler olarak tanımlanıyordu. Ülke kalkınması ve ilerlemenin motorunu oluşturan bu kurumlar bir sola bir sağa savruldu. Bir kaçının dışında Dünya ile boy ölçüşecek ülke kalkınmamıza, bilim ve teknoloji üretmemize katkı veren üniversitelerimiz olmadı. Bilim geleneği ve etiği oluşturmada sınıf atlayamadık da diyebiliriz. Oysa daha iyi bir seviyede üniversitelerimiz olabilirdi.
İdeolojik bağnazlıklar geçmişte ve günümüzde maalesef devam ediyor. Muhalefette iken üniversite reformunu dillerinden düşürmeyenler güç ellerine geçince mevcut YÖK yasasının fırsatlarını kendi siyasi anlayışı doğrultusunda kullanmada bir sakınca görmüyorlar. Oysa 2000’ li yılardan itibaren Avrupa Birliği Ülkeleri, Amerika, Çin, Japonya ve daha birçok ülke üniversitelerini yenidünya trendlerine göre reforme ettiler ve etmeye devam ediyorlar. İlgilenenler için Türkiye’de mevcut üniversitenin sorunları ve çözüm yolları hakkında daha fazla bilgiye bu kaynaklardan bakılabilir(Cafer Marangoz, Çağdaş Üniversite Üzerine Düşünceler, Nasıl Bir Üniversite, Coşkun Can Aktan, Editör, 2004, Durmuş Günay, Türkiye’nin Üniversite Sorunu, Büyüyen Ay,2019)
Son yıllarda Dünya’da üstlendiği misyon ve görevler açısından üniversitenin anlamı, düne göre bir hayli değişti. Artık tek tip bir üniversiteden söz edilmiyor. Birçok gelişmiş ülkenin iyi üniversitelerinin uluslararası kampüsleri(denizaşırı) bulunuyor. Bilginin ticarileştiği, ülke ekonomilerine katkı sağlayan onlarca bilim ve teknoloji ürünü üreten araştırma üniversiteleri var. Teknoparkları var. Patent ve faydalı modellerin geliştirildiği, yapılan araştırma ve yayınların ekonomik faydaya dönüşen çıktıları bulunuyor. Profesyonel futbol takımlarının uluslararası futbolcu transferi gibi, iyi bilim insanlarını yapılarına katmak için birbiriyle yarışıyorlar. Dünyanın gelişme yolunda olan ülkelerinden parlak zekâları kapma yarışı sürüyor. Farklı disiplinler bir araya gelerek birlikte muazzam işler çıkartıyorlar. Klasik zevkine yapılan çalışmalarının modası geçmiş durumda. Sadece yayın sayıları ve alınan atıf sayıları ölçüt olarak neredeyse kabul görmemeye başladı. Sosyal alanlarda da öyle, Dünyaca görüşlerine saygı duyulan ekonomistler, felsefeciler, sosyologlar ve diğer sosyal bilimcileri var. Verilen diplomaların uluslararası kabul değeri ve mezunlarının her yerde rahat iş bulduğu üniversite anlayışı öne çıkmış durumda Ayrıca birçok ileri ülkede devletin üniversitelere ödediği paralar gün geçtikçe azaltılıyor, üniversiteler kendi ekonomik kaynaklarının bir kısmını son yirmi, otuz yılda karşılamaya başladılar. Bu üniversitelerin bir kısmı toplumların ihtiyaçlarını belirleyip, değişik meslek gruplarına eğitimler veriyorlar, sosyal sorumluluk projelerine katılıyorlar. Öğretim üyelerine sadece akademik takvim için (8-9 ay) ücret ödeyip, kalan sürede öğretim üyeleri ücretlerini yürüttükleri projelerden alan üniversiteler bile var (Cemil Çelik, Türkiye’de Bilim ve Üniversite, 2022).
Bize gelince, mevcut sıkıntıların başında kalkınmamızın dinamiğini oluşturan üniversite de dâhil, kurumları hep birlikte ileri taşımak varken, siyasete sahip olanların, kurumlar bizim olsun yaklaşımı en büyük zaafı oluşturuyor. Ülkenin değişen iktidarlardan bağımsız mantıklı ve tutarlı uzun vadeli gerçek bir bilim ve üniversite politikası bugüne kadar olamadı. Rövanşist anlayışın yol açtığı politik hırs üniversite algımızda ve uygulamalarımızda etkili olmayı sürdürüyor. Yükseköğretimin sorunlarına sadece günübirlik çözümler getiriliyor.
Modern üniversite kampüslerine sahip olmakla birlikte, akademisyenlerimizin ve eğitim verdiğimiz öğrencilerin standardını istenilen düzeye yükseltmeyi de başaramadık. Her üniversitede dişe dokunur iş yapan akademisyenlerimizin sayısı bir elin parmaklarını geçemiyor. Özellikle Anadolu’da bulunan üniversitelerimiz yerel kabuğu kıramıyor. İlkokuldan, profesör oluncaya kadar yaşadığı şehrin dışarısını görmeyen öğretim üyesi sayımız artıyor.
En yumuşak karnımız, ideolojik farklılık üzerine üniversite algısı oluşturmak ve yapılanmak, hem siyasetin ve hem de zayıf akademik algı düzeyi düşük akademisyenlerimizin işine geliyor. Bugün özellikle üniversitede en verimli çağlarında bilim üretmesi gereken genç akademisyenlerin hedefleri bilim ile uğraşmak bir şeyler üretmek olmaktan uzaklaşıyor. Politika yapmak, bürokratik bir üst görev almak ya da milletvekili olmak birçok akademisyen için cazip hale gelmiş durumda. Maşallah televizyonlarda arz-ı endam eden çoğu boş konuşan yüzlerce akademisyenimiz var. Bilime katkısı olan akademisyen sayımız ise çok sınırlı. Ayrıca başarı düzeyi yüksek, lider bilim insanı olma potansiyeli taşıyan yüzlerce genç beyinlerimizi dışarıya kaçırdık ve hala kaçırmaya devam ediyoruz. Beyin göçünü tersine çevirecek ne ciddi politika ne de onların çalışacağı ve destekleneceği demokratik ve akademik ortamı hazırlayabildik.
Bilim anlayışımıza gelince, önceki yıllarda egemen olan yüzeysel pozitivist dogmatik ve ideolojik anlayışın yerini, 2010 sonrası muhafazakâr gelenekçi bir anlayış doldurmaya başladı. Üniversiteleri teslim ettiğimiz muhafazakâr görünümlü yöneticilerin bir kısmının akademik görgü ve bilgisi maalesef yeterli değil. Uluslararası yayını olmayan onlarca üniversite yöneticimizin olduğu her gün medya haberlerine düşüyor. Bilim ve teknoloji yönetiminden bihaber bu yöneticiler maalesef siyasetin gölgesinden dışarı çıkamıyorlar. Siyasilerin de bundan gocunmak şöyle dursun memnun olduğu anlaşılıyor. Akademisyenin değeri sıradan bürokrat konumunda görülüyor. Rektörler artık özellikle Anadolu’da yerel siyasetçilerin arkasında yürür hale getirildiler. Bu anlayışın baskın olduğu üniversitelerin bir şeyler üretmesi ve ülke kalkınmasına katkı vermesi kolay olmayacak. Geliştirip değiştirilmesi gereken üniversite üst kurumları, ülkenin yükseköğretim politikalarında ve yönetimindeki etkinliği yok mesabesinde. Yeni devlet yönetimi sisteminde her şeye en üstten karar veriliyor. Yapılan atamalardan bile, bu üst kurumların haberi kamuoyu ile birlikte oluyor.
Yükseköğretimimiz başlangıçtan bugüne en sıkıntılı dönemlerinden birini geçiriyor. Öğretim üyeleri maalesef bir çekingenlik içerisindeler. Bağlı olduğu grup mensubiyetini akademisyenlik ile karıştıranlar, akademik dünyalarını kendilerinden oluşanlarla kurmaya çalışanlar bir endişe oluşturmazken, bireysel akademik düşüncelerini açıkladığı için üniversiteden ayrılmak zorunda bırakılan bilim insanları endişe kaynağı görülüyor. Bu yaklaşımın egemen olduğu atmosfer akademik bir atmosfer olabilir mi? Bu ortamda bilim gelişebilir mi?
Bilimin de sermaye gibi, huzurlu ve hür bir ortamda geliştiğini düşünecek olursak, Türk yükseköğretiminde köklü bir değişime ihtiyacın duyulduğu muhakkak. Ancak bu değişim yetkin ve liyakat sahibi bilim insanlarının desteğiyle gerçekleşebilir.
Türkiye’nin saygın ve büyük devlet olması sadece hamasetle sağlanamaz, yükseköğretim de dâhil kurumlarının ehliyet ve liyakatli insanların yönetiminde, dünya gerçeklerini bilerek çalışmasıyla kazanılabilir.
—————————————–
Kaynak:
https://www.karar.com/gorusler/medreseden-universiteye-ne-degisti-1729750