Mefkûre Kaybedilince…[1]
Gustave Le BON
………….
Demokratlık îmânından şüphe edilemeyen milletvekillerinden Spuller’in 1848 Meclisi hakkındaki târihini La Revne Littéraire’den alarak aşağıya yazıyorum. Kitlelerde görülen fazla heyecanlı hisler ve dakikadan dakikaya değişen sebatsızlıklar burada da aynıyla görülmektedir:
“Tefrikler, hasetler, kinler, şüpheler, káh körükörüne itimatlar, káh sonsuz ümitler, Cumhuriyetçi Partiyi felâkete sürükledi. Safdilliliği, iyi niyetliliği ile her şeye karşı gösterdiği itimatsızlık aynı derecede idi. Hiç bir meşruluk hissine, hiç bir itaat fikrine sahip değildi. Yalnız bir takım korkular ve sonsuz hülyalar besliyorlardı. Bu noktada çocuk ve köylüler gibi idiler. Yumuşaklıkları sabırsızlıkları ile at başı giderdi. Vahşilikleri ve itaatli olmaları birbirine denkti, ─ki bu háller, olgunlaşmamış ve terbiye görmemiş bir mizâca mahsustur. Hiç bir şey onları hayrete düşürmez, fakat her şey neşelerini kaçırırdı.
Ürkek, korkak ve cesurdular; alevler içine atılabilirler, yahut da bir gölgeden korkup kaçarlardı. Onlar, eşya arasındaki münasebetleri ve neticeleri aslâ bilmezlerdi. Aynı derecede cesâretlerini kaybederler veya şahlanırlardı. Her nevi panik hâline gelmeye hazırdırlar. Dâima ya fazla yüksek veya çok aşağı perdede idiler. Hiç bir zaman yeter derecede ölçülü değillerdi. Sudan daha sıvı idiler, her renk onlarda aksini bulur, her şekle girerlerdi. Bunlardan nasıl hükümet temeli atılabilirdi?”
****
Çok şükür ki parlamento meclislerinde bulunduğunu gösterdiğimiz bu türlü háller her zaman devamlı olmaz, sık sık görülmez. Onlar bazı hállerde kitle seciyesi gösterirler. Onları terkip eden fertler çoğu defa şahsiyetlerini muhafaza ederler ve bu sebeple bir meclis pek mükemmel teknik kânûnlar çıkarabilir. Gerçi bu kânûnlar kendi odasında huzur içinde çalışan bir mütehassıs tarafından hazırlanmıştır ve meclisten çıkarılan bu kânûn gerçekte meclisin değil bir ferdin eseridir. Ve şüphesiz bu gibi kânûnlar en iyi eserlerdir. Ancak bâzı değişiklikler yapılmak istenildiği zaman kollektif bir eser olur ki, (böyle yapıldığında)[2] çoğu defa kânûn olmaktan çıkar. Kitlelerin eseri her zaman bir fert tarafından yapılan işlerden aşağı seviyede olur. Meclisleri, fazla intizamsız ve tecrübesiz tedbirlerden yalnız mütehassıslar kurtarır. O zaman mütehassıslar geçici birer önder olurlar ve meclisler onların üzerinde değil, onlar meclislerin üzerinde tesirli olurlar.
Meclisler, çalışmalarında görülen bütün zorluklara rağmen, kavimlerin kendi kendilerini yönetmek ve özellikle kişisel baskıların boyunduruğundan mümkün olduğu kadar kurtulmak için bulmuş oldukları şekillerin bugün dahi en iyisidir.
Bu meclisler hiç olmazsa filozoflar, düşünce adamları, yazarlar, sanatkârlar ve alimler, özetle bir uygarlığın zirvesini oluşturan bütün kimseler için en uygun hükümet şeklidir.
Şu kadar ki, bu meclislerde iki büyük tehlike hali vardır: Hazinenin zarûrî olarak israfı, şahsî hürriyetlerin tedricen kısılması.
Birinci tehlike seçimi yapan kitlelerin pek fazla isteklerde bulunmalarının ve basiretsizliklerinin zaruri bir neticedir. Meclis üyesinden biri demokratik fikirleri görünürde okşayan, mesela bütün işçilere emeklilik maaşı verilmesi, yol bekçilerinin veya öğretmenlerin aylıklarının arttırılması gibi bir teklifte bulundu mu, bir başka üye de seçmen korkusundan gelen iç telkinlerle böyle bir teklifi reddederek bu kimselerin menfaatlerini hiçe saymak durumunda kalmaya cesaret edemez. Bununla beraber bütçenin yükünü ağırlaştıracaklarının farkındadırlar, yeni vergiler koymağa vesile olacaklarını iyi bilirler. Yine de, vâki teklifi kabûlde tereddüt etmek onlar için imkánsızdır. Masrafların büyümesinden doğacak neticeler henüz uzaktır ve kendileri için pek zararlı değildir, fakat seçmenlerin önünde tekrar göründükleri zaman, menfi tavır takınmanın neticeleri açıkça belirecektir.
Masrafların fazla kabarmasının bu birinci sebebine bir başka sebep daha katılır ki, o da tamamiyle mahalli ehemmiyette olan işlere tahsis edilmek mecburiyetindedir. Bir milletvekili buna muhalefet edemez, çünkü bu masraflar dahi seçmenlerin isteklerini teşkil eder. Ve her milletvekili kendi seçim dairesi için muhtaç olduğu şeyi arkadaşlarının buna benzer isteklerini kabûl etmiş olmakla elde edebilir.
Yukarıda zikri geçen tehlikelerden ikincisi, parlamento meclislerince hürriyetlerin zorla kısılmasıdır ki, bu hal pek az göze çarparsa da pek ciddidir. Bu tehlike neticelerini basitçi ruhlarıyla parlamento meclislerinin her zaman göremedikleri ve çıkarmaya kendilerini mecbur sandıkları tahdit edici sayısız kânûnların bir neticesidir.
Bununla beraber bâzı hâllerde bu tehlikeden kaçınmak da belki mümkün değildir. Zîrâ, dünyanın en mükemmel parlamentosu sayılan ve milletvekillerinin seçmenlerine karşı serbestliğini muhafaza eden İngiltere’de bile böyle bir tehlikeden tamamiyle uzaklaşılmamıştır. Eski bir tetkikinde Herbert Spencer, zâhirî hürriyetin genişlemesini gerçek hürriyetin kısılması devrinin takip edeceğini göstermişti. Aynı tezi (Devlete Karşı Fert – L’individu contre l’Etat) isimli eserinde tekrar ele alarak İngiliz Parlamentosu hakkında fikrini şöyle açıklar:
“Bu devirden beri teşrî hayâtı önce dediğim yolda ilerledi. Diktatörce tedbirler hızla çoğalarak fert hürriyetleri devamlı surette kısılmaya yöneldi. Bu hál iki tarzda meydana geldi. Her sene daha fazla sayıda tâlimatnâmeler yapıldı. Bunlar vatandaşa evvelce tamamiyle serbest olan hareketlerinde bir takım kısıntılar; kendisinin yapmak veya yapmamak hususlarında serbest olduğu işlerinde de mecburiyetler ortaya koymaktadır. Aynı zamanda umûmî ve bilhassa mahállî masraflar da artmıştır. Bunları karşılamak için vergilere baş vurulmuştur. Vatandaş istediği gibi harcayacağı kazancından fazla miktarda vergi ödemeye mecbur edilmiştir. Ve bu suretle hürriyetler kısılmıştır.”
Hürriyetlerin böyle tedricen kısıntıya uğraması bütün memleketlerde hususi bir tarzda vaki olur ki, Spencer bu noktaya dokunmamıştır. Bir çoğu umumiyetle kısıntılı tedbirler ortaya koyan kânûnlarla birlikte, bunları tatbik edecek memur sayısı ve bu memurların kudret ve nüfuzu artar. Böylece bu memurlar medenî memleketlerin hükümdârı olmaya doğru giderler. Hükümetlerin devamlı değişmelerinde idâre memurları kastı bu değişmelerden uzak kaldığı için nüfuz ve tesirleri gittikçe artar. Sorumsuzluğa, şahsiyetsizliğe ve devamsızlığa yalnız bunlar mâlik olur. Üçlü bir şekilde bulunan bu hâllerdeki istibdat, istibdatların en ağırıdır.
****
Sınırlayıcı Yasalar
Günlük hayatın önemsiz küçük hareketlerini Bizans’a özel resmiyetlerle saran bu kısıntılı kânûnların, düzenlerin sürekli ortaya konması, ahalinin, içinde serbestçe hareket ettiği çevrenin gittikçe daralması sonucunu verir. Kânûnların çoğaltılmasıyla hürriyet ve eşitliğin daha iyi korunacağı hakkında hatâlı vehimlerin kurbanı olan toplumlar[3] her gün daha ağır, daha dayanılması zor boyunduruklara kendilerini teslim etmektedirler.
Milletlerin kabûl ettikleri bu sınırlayıcı yasalar cezâsız kalmaz. Böylece her türlü boyunduruğa dayanmaya alışan milletler boyunduruğu istemeye başlarlar ve bütün yaratılıştan gelen iradelerini ve enerjilerini kaybederler.
Fakat, kendisinde bulamadığı güç kaynaklarını insan başka bir yerde aramaya mecbur kalır.Vatandaşların artan kayıtsızlığı ve acizliği ile hükümetlerin rolü daha fazla büyümeye başlar.hükümetler bireylerin kaybetmiş oldukları girişim ruhunu, yönetim gücünü kendileri elde etmeye mecbur olurlar. Her girişimi, her şeyi başarmaya ve korumaya çalışırlar. Devlet o zaman kesin ve ilâhî bir güç olur. Fakat tecrübe göstermiştir ki, böyle ilâhî iktidarlar hiç bir zaman ne çok süreli ne de çok güçlü olmuşlardır.
Bazı milletlerin herhangi bir rejimde dış şekliyle malik göründükleri bütün özgürlüklerinin kısılması bu rejim kadar onların da ihtiyarlamış olmasının bir sonucu olarak görülmektedir. Özgürlüklerin bu kısıntısı şimdiye kadar hiç bir uygarlığın kurtulamamış olduğu çökme devresinin ilk işaretlerinden birisidir.
****
Geçmişten alınan derslere ve her tarafta görülmekte olan belirtilere bakılırsa, zamanımız uygarlıklarının bir çoğu çökmeden önceki yaşlılık dönemine girmişlerdir. Târihin seyri içinde ortaya çıkışını çoğu defa gördüğümüz şekilde, bütün kavimler belirlenmiş bir olgunluk dönemine erişirler. Bu olgunlaşma safhalarını özet şekilde gözden geçirelim.
Bizden önceki uygarlıkların gelişme ve çökme dönemlerini genel hatlarıyla gözden geçirirsek ne görürüz? Bu uygarlıkların başlangıcında, göçler, istilalar yüzünden çeşitli kavimlerin bir başkanın idâresi altında toplandıklarını görürüz. Değişik inançlara, dillere bağlı bu insanlar arasında bir başkanın ortaya koymuş olduğu yarım yamalak[4] bilinen kânûndan başka hiç bir ortak bağ yoktur. Bu karmakarışık kalabalıklarda kitlelere özel psikolojik karakterler en yüksek derecede bulunur. Kahramanlıklar, zayıflıklar, galeyanlar şiddetler gibi bütün bu karakterler onlarda geçici olarak toplanır. Bunlarda hiç bir şey sâbit değildir ve bu kavimler barbardırlar.
Sonra zaman kendi işini görür. Çevrenin aynı oluşu, birbirleriyle ilişkilerin tekrarı ve devamı, ortak bir hayat sürme gerekliliği, yavaş yavaş etkisini gösterir. Birbirine benzemeyen ünitelerin bir araya yığılması ve birbirinin içinde erimesiyle bir ırk oluşmaya başlar, yani ortak duyguları ve karakterlere sahip ve sonra kalıtımın etkisiyle meydana gelecek bir topluluk ortaya çıkar. O zaman kitleler bir kavim olmuştur ve bu kitle barbarlıktan çıkacaktır.
Bununla beraber, ancak uzun gayretlerden, kesintisiz mücâdelelerden ve bitip tükenmek bilmeyen “silbaştan” yapmalardan sonra[5], bir mefkûre kazanmış olacaktır. Burada mefkûrenin mâhiyeti[6] önemli değildir. Bu mefkûre ister Roma mezhebi, ister Atina dîni, ister başka bir inanç olsun, oluşum yolunda bulunan ırkın bütün dertlerini tam bir duyguyla, bir düşünce ile birlik hâlinde tutacaktır.
İşte o zaman, kurumlarıyla inançlarıyla, sanatlarıyla yeni bir uygarlık doğar. Kendi rüyâsıyla sürüklenerek, debdebe, güç ve büyüklük veren etkenlerin hepsini yavaş yavaş kazanır. Irk bâzı zamanlarda şüphesiz kitle hâline girer. Fakat bu kitlelerin sebatsız ve değişken karakterleri arkasında o sağlam temel, yâni bir kavmin sarsılmasını önleyen ve tesâdüflere egemen olan ırkın ruhu bulunur.
Şimdi bu büyük etkiyi icrâ ettikten sonra zaman, ne insanların ne de daha büyük güçlerin kendilerini kurtaramadığını yıkmaya başlar. Gücün ve karmakarışıklığın belli bir düzeyine eriştiği zaman, uygarlık artık ilerleyemez olur, ilerleyemez olunca da hızla çökmeye başlar. Çok geçmeden ihtiyarlık saati gelip çatacaktır.
Kaçınılması mümkün olmayan bu saatin gelmiş olduğu, ırk ruhunun korunmuş ve devâm ettirilmiş olduğu mefkûrenin zayıflamasıyla anlaşılır. Bu mefkûre solunca, ilhám vermiş olduğu bütün dinî, siyâsî, toplumsal temeller de sarsılmaya başlar.
İdealinin yavaş yavaş sönmesiyle ırk, düzenini, birlik ve gücünü meydana getirmiş olan şeylerin tamâmını kaybeder. Birey kişiliği ve zekâsı ile büyüyebilir, fakat aynı ırkın ortak bencilliği yerine, karakterinin silinmesi ve uygulamadaki yeteneğinin azalmasıyla birlikte, bireysel bencilliğin fazla gelişmesi yer alır.
Bir birlik, bir blok oluşturan kavim, sonunda, “aralarında bağlantı olmayan, bir süre geleneklerin ve kurumların zoruyla varlığını sürdüren bir bireyler yığını” hâline gelir. İşte o zamandır ki, çıkarları ve eğilimleri başka olan, aralarında ayrılık bulunan, kendilerini yönetmekten âciz insanlar, en küçük işlerinde dahi yönetilmeyi isterler. O zaman devlet, yutucu nüfûzuyla işe başlar, ceberrutlaşır[7].
Ve, eski mefkûrenin kesin olarak kaybolmasıyla, ırk, sonunda ruhunu da kaybeder. O artık bireylerin aralarında ilgisi olmayan bir insan sürüsüdür ve başlangıç noktasında ne idiyse tekrar o duruma gelmiştir, bir kitle olmuştur. O zaman kitlenin dayanıksız ve yarınsız bütün geçici karakterini gösterir. Uygarlığın artık hiç bir belirleyiciliği kalmaz, bütün tesadüflerin oyuncağı olmuştur. Orada ayak takımı hükmetmeye başlar ve barbarlar etrafı sarar.
Bu durumda da gerçi uygarlık parlak gibi görünür, çünkü uzun (…)[8] bir mâzinin meydâna getirmiş olduğu dıştan görünüşünü korur. Ancak gerçekte hiç bir şeyin takviye edemeyeceği ilk kasırgada çökecek olan çürümüş bir binâdan başka bir şey değildir. Bir mefkûre etrafında barbarlıktan medeniyete yükselmek, sonra bu mefkûre gücünü kaybedince, çözülmek ve ölmek… İşte bir milletin hayat seyri bundan ibarettir.
Açıklamalar:
Yukarıdaki metin, yazarın “Kitleler Psikolojisi” isimli eserinin son kısmından alıntılanmıştır. Başlık tarafımızdan konulmuştur.
Yazar, metinde “ırk” kavramını ─çoğunlukla─ “millet/ulus/nation” anlamında kullanmıştır
Asıl çeviride “mefkûre” yerine “ideal” tâbiri kullanılmış olmakla birlikte, biz burada ─daha doğru olduğu inancıyla─ “mefkûre” tâbirini kullanmayı tercih ettik.
Asıl çeviride, “uzatma ve inceltme” işlevini gören harfler (í, á, â, î, û) kullanılmamasına karşılık, metin düzenlemesi yapılırken, metnin okunuşunu kolaylaştıran ve kelimelere asıl anlamının verilmesini sağlayan bu harfler tarafımızdan ─yerlerindeki harflerle─ değiştirilmiştir.
Çeviri metnine yapılan müdâhaléler, dipnotlarda gösterilmiştir.
(Kirmizilar.com sayfa yönetimi)
[1] Gustave Le BON, Kitleler Psikolojisi, (Yayına hazırlayan: Yunus Ender), Hayat Yayınları, Birinci Baskı, ISBN/975 8243-07-1, Kasım-1997, İstanbul, Sf. 178-186
[2] Tarafımızdan eklenmiştir.
[3] Asıl çeviri metninde “kavimler” tâbiri kullanılmıştır.
[4] “yamalak” tâbiri, metne tarafımızdan ilâve edilmiştir.
[5] Asıl çeviri metninde, cümlenin bu kısmı şu şekildedir: “…. sonsuz baştan başlamalardan sonra”.
[6] Asıl çeviri metninde “doğası” tâbiri kullanılmıştır.
[7] “ceberrutlaşır” tâbiri asıl çeviri metninde olmamakla birlikte, bir eksiklik olarak görülmüş ve tarafımızdan eklenmiştir.
[8] Asıl çeviride, “çünkü” sözcüğünden sonra gelen “zaman” ibâresi, mükerrerliğe sebebiyet verdiği için, tarafımızdan çıkarılmıştır (Kirmizilar.com).