Prof.Dr. Sadettin YILDIZ
1.Giriş:
1.1.Millî Mücadele’nin Ana Karakteri
Millî Mücadele, Türk milletinin “varlık-yokluk mücadelesi”dir. Kazandığımız halde yıllarca eziyetini çektik; kaybetseydik her şey biterdi. Balkan Harbi’nden başlayıp 1922’ye kadar süren, farklı safhalarına farklı adlar da verilse, o, milletin varlığını sona erdirmeyi hedefleyen “yedi düvel”e karşı verilmiş bir haysiyet mücadelesidir.
Osmanlı devleti, yaşama ümidi hemen tümüyle tükenmiş bir “anne”ydi. O hasta bünyenin içindeki cevher, iyi bir ekibin elinde dirilebilir, doğrulup yürüyebilirdi. Mustafa Kemal ve silâh arkadaşları, ölmekte olan annenin karnından Türkiye Cumhuriyeti’ni sağ salim ayağa kaldırdılar. Bizim Millî Mücadelemizin asıl mânâsı ve mahiyeti budur.
Millî Mücadele yılları, Türk milletinin uzun tarihi içinde hiç de az olmayan zor zamanların başında gelir.
1.2.”Zor zaman”
Âkif, bu zor zamanda yaşadı: 93 Harbi dünyamızı alt üst ettiği zaman daha beş yaşını doldurmamıştı. Yirmi yaşını henüz geçmişken 1897 Yunan Harbi çıktı. Trablus, Balkan ve Birinci Dünya savaşlarında, artık, olgun bir şairdi. Millî Mücadele boyunca oradan oraya koştururken 50’sini doldurmamıştı. 63 yıllık ömrünün 45 yılı savaş veya savaş tehdidi içinde geçti. Bir imparatorluğun yıkıldığını gördü; yıkılmasın diye çok uğraşmıştı. Bir devletin kurulduğunu gördü; kuruluşun gerçekleşmesi için çok çalıştı. Kurtuluşun ve kuruluşun marşını yazmak da ona nasip oldu.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
diye haykırdığı 1921 yılı Martında, savaşın kazanılacağına dair hiçbir maddî belirti yoktu. Fakat o, bu savaştan zaferle çıkacağımıza, ta baştan beri, inanmıştı. Ruhen hazırdı.
Bu elli yıllık sancılı zamanda, asker-sivil, genç-ihtiyar, kadın-erkek kaç insanımız toprağa düştü, ne kadar toprak kaybettik, kaç çocuk yetim kaldı, kaç hane harab, kaç köy viran oldu? Bunları bilmemize imkân yok. Çünkü başımıza gelenleri karşılamaktan, geride bıraktıklarımızı düşünüp irdelemeye, hesap çıkarmaya fırsatımız olmadı. Trablus, Balkan, Birinci Dünya ve İstiklâl harplerinin arasında birer yıl bile boşluk yoktur.
1.3.Zor zaman, edebiyatı besler
Zor zaman can yakar; fakat insanoğlunun direncini, bediî yaratıcılığını ve insanlığını besler. Her şey güllük-gülistanlıkken beklemek mümkündür de hava bulutlanıp ortalık karıştığı zaman bekleyemezsiniz. Edebiyat, bunalan insanın elinde daha seri ve sert adımlar atar. Zor zaman, Âkif’i “Safahât şairi” yaptı. Manzara öyle olmasaydı Safahât böyle doğmazdı.
Tabiî, bazı karakter sahipleri de, zor şartlarda tümüyle kendi iç dünyalarına çekilebilirler. Dışarıda olup bitenleri yok saymak, onlardan kurtulma hayaline dönüşebilir. “Sanat şahsî ve muhteremdir” diyerek, 1909-1913 yılları arasında olup biten birçok büyük hadiseyi görmezlikten gelen sanatçılarımız da olmuştur.
1.4.Âkif, hassasiyeti olan adamdı
Âkif, hassasiyeti olan bir adamdı: Milletinin, vatanının ve özellikle inançlarının tehlikede olduğunu çabuk anladı; kalemini bu tehlikenin defedilmesi mücadelesinin emrine vermekte tereddüt etmedi. Hiçbir şahsî menfaatin boyun eğdiremeyeceği kadar müstağnî (doygun) yaşayan bu adam, inandığı değerler uğruna yapılan mücadelede tam teslimiyet tavrı içinde olmuştur. Şahsî menfaatlerini gururla kenara iterken, milletin menfaatini temin yolunda taviz vermeyen bir karakter… Onun hassasiyeti “etraf”a yönelen, “herkes”in derdini dert edinmeyi emreden ve “Nasıl tahammül eder hür olan esâretine? / Kör olsun ağlamayan, ey vatan, felâketine!” mısralarını söyleten bir hassasiyet idi.
Günlük hayatında sakin, sabırlı ve hoşgörü sahibi bir insan olan Âkif, millet ve memleketin başı üstünde dolanan belâ bulutlarının dağılması/dağıtılması konusunda sabırsızlanıyordu. İstiyordu ki bir an evvel huzura kavuşalım.
Süleyman Nazîf’in Malta sürgünündeyken yazmış olduğu “Son Nefesimle Hasbihâl” şiirine verdiği cevap, ondaki sabırsızlığı çok güzel ifade etmektedir. Nazîf, Rûhum benim oldukça bu îmanla berâber / Üç yüz sene.. dört yüz sene… beş yüz sene bekler. demişti.[1] Yaklaşık on yıldır aralıksız savaşan, savaş ortamının bütün sıkıntılarını –fazlasıyla- çeken bir milletin mensubu olarak, Âkif, şu karşılığı verdi:
Beş yüz sene bekler mi? Nasıl bekleyeceksin?
Rûhun da asırlarca bu hüsrânı mı çeksin?…
Kaç yüz senedir bekliyoruz, doğmadı ferdâ;
Artık yetişir çektiğimiz leyle-i yeldâ.
Bu yakınma ve nazlanmalardan sonra şiirini şu tok sesli ve kararlı mısralarla bitiriyordu:
Saldırsa da kaç Ehl-i Salîb ordusu, kol kol,
Dört yüz bu kadar milyon esîr olmaz, emîn ol.
Bu mısraların tarihi, 15 Nisan 1337 (1921) idi ve savaşın kazanılacağına dair herhangi bir belirti de yoktur. Fakat Âkif’in karakteri, başka türlü düşünmesine izin vermezdi.
2.Millî Mücadele ve Mehmed Âkif
Türk milleti, 1919-1922 arasında, bir cihan devletin yıkıntıları arasında kendi çekirdeğini yeşerterek devleti yeniden kurma mücadelesi verdi. Yukarıda adlarını andığımız önceki savaşlar, mevcut devleti yaşatmak içindi; Millî Mücadele ise, tekrar ayağa kalkma, yeniden doğma mücadelesidir. Tarihin kaydettiği en büyük var olma kavgalarından biridir.
Âkif, bunun ne büyük bir felâket olduğunu iyi bildiği için, İstanbul’dayken de millî kuvvetlerin yanında yer almıştır. Başyazarı bulunduğu Sebilürreşad, tavizsiz bir şekilde mücadeleye destek vermektedir. Âkif’in halk üzerinde bariz tesirinin olduğunu bildiğimiz Balıkesir hutbesi, 1920 Ocak ayındadır. Yani Ankara’ya geçişinden dört ay önce, Âkif bütün samimiyetiyle ortaya atılmış ve vatan müdafaasının kavgasını cesaretle yürütmüştür. “Âkif’in hayatını yazanlar, Ankara’ya gelerek Millî Mücadeleye katıldığını överler ama, bu Balıkesir seyahatinden ya hiç bahsetmezler, yahut birkaç satırla geçerler. Meydandadır ki, onun Balıkesir’e gidişi ve Zağnos Paşa Cami’inde vaazı, hayatında en önemli ve en şerefli olaydır. İstanbul’dan Ankara’ya gidenler arasında o sırada istilâ kuvveti tarafından takibe uğrayanlar, aç kaldığı için iltica edecek yer arayanlar da vardı.”[2]
Onun bu faaliyetleri yürüttüğü 1920 yılının başlarında, İstanbul İngiliz işgali altındaydı; İstanbul Hükûmeti de çaresizce çırpınıyordu. İngilizler, direnen ve hattâ direnme fikrine sahip olduğunu düşündükleri aydınları Malta’ya sürüyordu. Nitekim, Ziya Gökalp, Süleyman Nazif, Ağaoğlu Ahmet Bey, Ahmet Emin Yalman, Aka Gündüz, Hüseyin Cahit gibi eli kalem tutan, fikir sahibi ve mücadele ruhuna sahip birçok aydın Malta sürgünleri arasında yerlerini almışlardı. Âkif de her an böyle bir muameleyle karşılaşabilirdi.
Ankara’dan kendisine davet geldiği zaman hiçbir tereddüt emaresi göstermeksizin yol hazırlıklarına girişmesi de gösteriyor ki Âkif zaten bu mücadele yüzünden başına gelebilecek her türlü dert ve sıkıntıyı göze almış bulunmaktadır.
O, Millî Mücadele’nin vatan müdafaası, din müdafaası, namus ve haysiyet müdafaası olduğunu biliyordu. Bu yüzdendir ki, Balıkesir hitabesinin ana fikrini Yalnız müdafaa-yı dîn ü vatan olarak belirlemiştir.
Âkif, Millî Mücadeleye şair, hatip, seyyah, gazeteci, siyasetçi olarak katıldı. Onun çabaları çok yönlü ve çok verimli olmuştur.
2.1.Şair Âkif ve Millî Mücadele
Âkif, Balıkesir’de ziyaretine gittiği Öğretmen Okulunda öğrencilerin sorusu üzerine, San’at san’at içindir düstûru iflâs etmiştir cevabını vermişti.[3] Bu beyanatından sekiz yıl kadar önce Sebilürreşad’da yayınlanan Edebiyat başlıklı yazısında (8 Mart 1912) “ …bizim gibi aç, çıplak milletlere süsten, çerezden evvel giyecek, yiyecek lâzım. Onun için ne kadar süslü, ne kadar tatlı olursa olsun, libas hizmetini, gıda vazifesini görmeyen edebiyat bize hiç söylemez.” diyerek, bu konudaki görüşünü ortaya koymuştu. Âkif karakterindeki bir sanatçının, o şartlarda, başka türlü düşünmesi de beklenemezdi.
Safahât’ı okuyanlar, orada mevcut 108 manzumenin tamamının bu temel ilkeye uygun olduğunu göreceklerdir.
Âkif, Millî Mücadele’yle doğrudan ilgili çok fazla şiir yazmamıştır. Ankara’da yazdığı İstiklâl Marşı (17 Şubat 1337), Süleyman Nazif’e (15 Nisan 1337/1921), Bülbül (17 Mayıs 1337/1921), Leylâ (8 Nisan 1338) şiirleri ise, her biri o şanlı mücadelenin bir tarafını destanlaştıran birer şaheserdir.
Çanakkale’nin destanın o yazmıştı. Çanakkale hakkında bugüne kadar yazılanların hiçbiri, Sen bu âvîzenin altında bürünmüş kanına, / Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına, /Türbedârın gib tâ fecre kadar bekletsem; / Gündüzün fecr ile âvîzeni lebrîz etsem; /Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana… mısralarında dile getirdiği samimiyete ulaşamamıştır.
Sadece İstiklâl Marşı’nı yazmış olsaydı bile Millî Mücadele adı verilen o destanî duruş tebcil edilmiş olurdu.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.
haykırışı, o şahane duruşun söze dökülmüş şeklinden başka bir şey değildir.
Fakat Âkif, zorluklar karşısında yılmayan karakterine rağmen, son derece duygulu bir insandı. Bursa’nın işgali ve Yunan askerlerinin ecdat kabirlerine hakaret eden davranışları onu çok fazla üzmüş ve şu acılı mısraları söyletmiştir:
Eşin var, âşiyânın var, bahârın var ki beklerdin;
Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül,nedir derdin?
………
Tesellîden nasîbim yok, hazân ağlar bahârımda;
Bugün bir hânümânsız serserîyim öz diyârımda!
Ne hüsrândır ki: Şark’ın ben vefâsız kansız evlâdı,
Serâpâ Garb’a çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!
……
Yıkılmış hânümânlar yerde işkenceyle kıvransın;
Serilmiş gövdeler, binlerce, yüzbinlerce doğransın!
Dolaşsın, sonra, İslâm’ın harem-gâhında nâ-mahrem…
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!
Şiirindeki inanmışlıkla ve samimiyetle milletin her kesimine hitâb edebilmiş kaç şair gösterilebilir? Âkif, muhakkak ki bu mazhariyete erebilmiş birkaç şairden birisidir.
[1] Nazîf şiirini Ankara’ya göndermiş, 1 Aralık 1920 tarihli Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde yayınlanmıştır.
[2] Mehmet Emin Erişirgil’den nakleden M.Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Âkif Ersoy, Kaynak Kitaplığı, İstanbul, 2004, s.89
[3] Bk.M.Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Âkif Ersoy, Işık Yayınevi Kaynak Kitaplığı, İstanbul, 2004, s.88 vd.