Mehmed Âkif’e Dair-4: Hesaba Çekiliyoruz-1

 

Prof.Dr. Saadettin YILDIZ

1.Giriş: 

Safahat’ı inceleyenler, onun bir “tesbitler kitabı” olduğunu kolaylıkla görmüşlerdir. Sosyal bünyeyi teşhir ederken etraflı bir “müşahede süzgeci” kullanan Mehmet Akif, Realist, hatta Natüralist romancılarda olduğu gibi, inceleyici, sebep-sonuç araştırıcı bir sanatkâr olarak karşımıza çıkar. 

Dış çevre tespitlerini böylesine dikkatle yapan ve onları nazma çeken bir sanatkâr, elbette, riskli bir yola girmiş olur; çünkü tespitler ne kadar ilgi çekici ve gerçekçi olursa olsun, şiir kılığına sokulamazsa, vezinli-kafiyeli bir “düsturlar manzumesi” ortaya çıkar; fakat şiir ölür. 

Safahat hiç şüphesiz, kuru bir düsturlar kitabı değildir. Onda, okuyucuyu derinden duygulandıran, tüylerini ürperten fevkalâde güzel ve etkileyici bölümler vardır. 

Bu yazı Safahat’ın ancak belli bir yönünü ele almamıza müsaade ettiği için, konumuzu, ‘Safahat’ta insanımızın hesaba çekilişi ve Asım’ olarak sınırlandıracağız. 

Şairler, hayaldan gerçeğe(objeye) ve objeden hayâle kolaylıkla geçebilen, bu suretle bizim iç dünyamıza ve çevremize bakışımızı şekillendiren sanatkârlardır. Onların model(iyi veya kötü yönüyle örnek) gösterdikleri kişiler, toplum tarafından kolay benimsenir. Bu, şiire düşkün olması bakımından, Türk milleti için daha da geçerlidir. 

Mehmet Akif’le aynı dönemde yaşayan şair Mehmed Emin Yurdakul; “Şairleri haykırmayan bir millet, sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir” diyor. “Haykıran şair” tabiri, bir bakıma, başkalarının dertleri ile, umumî ıztırapla muztarip olan ve bu acıyla şiir söyleyen şair manasına gelir. Akif Türk milletinin sıkıntılarını, zaman zaman çok yükselen bir üslûpla haykırmış bir şairdir. O, aynı zamanda bir “aksiyoner”dir. Türk tarihinin en buhranlı bir dönemini görüp yaşamış, o hengâme içinde hem kuvvetli bir şair, hem de mücadele adamı olarak yer almıştır. 

Milletin topyekun yaşadığı sıkıntılar, bizi, geçmişin eksikliğini teşhise ve geleceğin ihtiyaçlarını tespite mecbur bırakan öğretici, fakat acı derslerdir. Akif hayatı boyunca içinde yaşadığı sırsıntılardan, felâketlerden esaslı dersler çıkaran, sezgisi kuvvetli bir şairdi. Onun tespitleri, onları yaşamış biri olması, yani sadece hayallerini söylemekle kalmaması sebebiyle daha mühimdir. 

Şairin ilgi sahası, umumî bir bakışla, iki ana daire teşkil ediyor: 1.Türk milleti(ve onun umumî hayatındaki sarsıntı), 2. İslâm dünyası(ve onun umumî durumundaki dağılma)

Akif, bu iki ilgi sahasını birbirinden kesin çizgilerle ayırmamakla beraber, Türk milletini bilhassa “insanın kalitesi” açısından, İslâm dünyasını ise “vahdet-birlik” açısından ele almıştır. Biz, burada, birinci madde üzerinde duracağız. 

2. Akif’in Tespit Ettiği Aksaklıklar ve Teklifleri 

Mehmet Akif, Türk milletinin bir kıskaç içine düştüğü ve karşı karşıya geldiği en büyük tehlikenin de “insanımızın aşınması” olduğu kanaatindedir. Ona göre, aşınmış insanımızda görülen eksiklikler, aksaklıklar, yani aşınmanın başlıca tezahürleri şunlardır: 

a) Tembellik, b) Cahillik ve ilme karşı kayıtsızlık, c) Genel manada sorumsuzluk, d) Tedbirsizlik, e) İnanç eksikliği, f) Gelenek ve göreneklere itaatsizlik, g) Ahlâkî zayıflık, h) Batıyı yanlış anlama/Taklitçilik, i) Birlik ve dayanışma şuuru eksikliği, k) Maziye itaatsizlik, l) Aydınların yabancılaşması, m) Aile bağlarının zayıflaması… 

Ana başlıklar hâlinde toplamaya çalıştığımız bu aksaklıklar, Safahat’ın çeşitli bölümlerinde ve çeşitli vesilelerle dile getirilmiştir. Bunların bir kısmını kısaca gözden geçirelim:

a) Tembellik: 

Akif’e göre, Türk milleti tembelleşmiştir. Yeni nesil, atalarının gayret ve çalışkanlığından uzaktır: 

O kahraman babalardan doğan bu nesl-i cebîn

Ne girûdâr-ı maîşet bilir, ne kedd-i yemîn.

Azâb içinde kalır sa’yi görse rüyada!

Niçin yorulmalı zaten “ölümlü dünya”da?[1]    

                                   

Demek ki, yeni nesil tembel ve korkaktır; geçim mücadelesi, kol emeği gibi gayret ve meziyetlerden nasiplenmemiştir; çalışmayı rüyasında görse azap duymaktadır; “nasıl olsa dünya ölümlü, niye çalışmalı” anlayışındadır. 

Rüyada bile çalışmaya tahammülü olmayan bir neslin yaşadığı bu memleketin umumî manzarası ise şudur: 

Kanalların izi yok, köprüler harap olmuş;

Sebillerin başı boş, çeşmeler serap oymuş;

                                                        (s. 119)

 

Tembelliği yüzünden memleketi kanalsız, köprüsüz bırakan, çeşmelerin harap olmasına seyirci kalan ve aile hayatını hemen tamamen unutan, adeta eve sığmaz hâle gelen yeni nesil, kendi zihniyetine uygun bir mekân da bulmuştur: Kahvehane… 

Kahvehane, “şarkın bakılmayan yarası” ve “yurda yüz karası”dır. Milletteki gayret ruhunu emen, frengi hastalığından daha fecî bir “karha”(ülser)dır. Damarlardan kan yerine şehâmet (akıllılara mahsus cesaret)in dolaştığı ecdâdın yaptıklarını yıkan yeni nesil, şunu yapmıştır:

 

Fakat biz onlara ait ne varsa elde, yazık,

Birer birer yıkarak kahvehaneler yaptık.

 

Şairin, tembel yuvası olarak düşündüğü kahvehaneler hakkındaki hükmü oldukça nettir. Kahvehane ahırdır, orada kaygısızca vakit öldürenler ise “ahırdakiler”den farksızdır: 

Şu gördüğün yer için her ne söylesen câiz;

Ahırla farkı: O, yemliklidir; bu yemliksiz!

 

Bu durum böyle devam edemez. Millet mutlaka uyanmalı, çalışmalı; zamanın ilerleme ve gelişme hızına ayak uydurmalıdır. Bunun çaresinin başında çalışmak gelir. Şair, milleti çalışmaya teşvik ederken oldukça sert bir ifade kullanıyor: 

Ey, bütün dünya ve mâfihâ ayaktayken yatan!

Leş misin, davranmıyorsun? Bari Allah’tan utan.

                                                       (s. 31)

 

Fakat, geride kaldık, perişan olduk diye hayıflanmanın, ağlayıp sızlamanın faydası da, manası yoktur. Gözyaşı dökmek yerine alınteri dökmek ve geleceği kurtarmaya azmetmek lâzımdır. Ayrıca, bizim mâtem etmeye bile vaktimiz yoktur; âleme gülünç olan bir neslin tez elden harekete geçmesi, yeniden kuvvetlenmek için davranması şarttır: 

Gözyaşından ne çıkarmış? Niye ter dökmediniz?

Bâri müstakbeli kurtarmaya bir azmediniz!

                                                       (s. 181)

 

Zevke dalmak şöyle dursun, vaktimiz yok mâteme!

Davranın, zirâ gülünç olduk bütün bir âleme,

                                                        (s. 312)

Milletin içine düştüğü bu tembellik hastalığını azdıran cahillik, kayıtsızlık, taklitçilik mikrobudur. Onun öldürülmesi, yok edilmesi lâzımdır.

b) Cahillik, İlme Karşı Kayıtsızlık, Aydınlar ve Taklitçilik: 

Akif, Türk milletinin koyu bir cehalet içine düştüğü, ilme gereken önemi vermediğini düşünmektedir. İlim ve fen, memlekette yerleşmek için önce hürmet, sonra da rahat bir ortam arar; fakat biz de bu ortam da mevcut değildir. 

Dünya teknikte, medeniyette, sanatta başını almış giderken biz aldırış etmiyor, hatta uyuyoruz. Uyanmak lâzımdır, ayağa kalkmak ve etrafı saran karanlığı alt etmek lâzımdır: 

Yıllarca, asırlarca süren uykudan artık,

Silkin de: muhitindeki zulmetleri yak, yık;

Bir baksana, gökler uyanık, yer uyanıktır;

Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır!

                                                (s. 218)

 

Pıhtı hâlinde yürekler, cevelânsız kanlar;

Çevirip yastığı tekrar uyuyor kalkanlar!

                                               (s. 410)

 

Yukarıdaki her iki örnek de gösteriyor ki, Mehmet Akif, Türk milletinin uykuda olduğu düşüncesinde ısrarlıdır. Ona göre bu uyku, çok uzun bir zamandan beri sürmektedir; yüreklerimiz aktiviteden ve heyecandan yoksundur. Fakat başkaları uyumuyor; yer-gök uyanık!… Yer-gök uyanıkken, yani dünya metodlu ve azimli… zalışıp dururken yatmak, uyumak ise “maskaralık”tır. Bunun arkasından pişmanlık gelir; amma iş işten geçmiş olur: 

Ey cemâat, uyanın! Yoksa, hemen gün batacak.

Uyanın, korkuyorum: Leyl-i nedâmet çatacak!

                                                             (s. 179)

 

Akif cehaletten kurtulmak için onunla doğrudan mücadele edilmesi gerektiğini de söyler: 

Ey hasm-ı hakikî, seni öldürmeli evvel:

Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el!

                                                    (s. 218)

 

Bütün bunların çaresi, aydınların uyanması ve geniş kitleleri uyandırmasıdır. Fakat aydınlarla halk arasında derin bir uçurum, uzun bir mesafe vardır. Çünkü aydınlar düşüncelerinde halkın özelliklerini, istek ve ihtiyaçlarını pek dikkate almamışlardır:

 

Mütefekkirlerimiz tuttuğu yanlış izde,

Öyle saplandı ki aldırmadı bir başkasına.

                                                    (s. 182)

Akif’in “bir başkası” dediği millettir, “kamu”dur. Aydın böylesine saplantı içine girerse, halk da tabiî olarak ondan soğuyacak, uzaklaşacaktır. Şair bu hususu şöyle dile getiriyor:

 

Öyle müdhiş ki husûmet; mütefekkir tabaka,

Her ne söylerse fenâ gelmede artık halka;

Hem onun zıddını yapmak ebedî mutâdı.

Bir felâket bu gidiş…

                                                      (s. 182)

 

Akif’in tespit ettiği bu durum, sıkıntıları günümüze kadar sürüp gelen, son derece önemli bir sosyal hastalığın umumî çerçevesidir. Aydınların halkı kulak ardı ettiği, halkın ise aydınların doğrularına bile şüphe ile batktığı bir memleketin, huzur ve refaha ulaşması elbette zordur; hatta mümkün değildir. Aydın kendi sorumluluğunu idrâk edemez ve tayin edici aktivitesini ifâda kayıtsız kalırsa “menzil-i maksûd”a erişilemez. 

Şair, “yollarda kalan, yarı yolda dermanı kesilen şahıs veya milletleri gözden geçirirseniz, uyanık olanların yolları aşıp geçtiğini, kalanların ise uyuyanlar olduğunu görürsünüz” diyor:

 

Menzil-i maksûda varmazsın uyanmazsan eğer…

Var mı bak, yollarda hiç bîdâr olanlardan eser?

                                                                   (s. 29)

 

mısralarının asıl muhatabı, muhakkak ki, görevi aydınlatmak, yol göstermek, çare teklif edip bu çareleri uygulamak olan aydın kesimdir. 

Aydınlar kendilerine düşeni yapmazlarsa karşılaşacağımız bunaltıcı sonuçlardan biri de “tefrika”dır. Milletin unsurları arasında irtibat kopukluğu, aynı noktaya vuramamak, küçük meseleleri de büyüterek düşmanlıklar yeşertmek demek olan tefrika, elbette, milleti zayıflatan, hatta çöküşe götüren amansız bir hastalıktır. Akif’in dillerde dolaşan bir beyti, bu fikri net bir şekilde ifade etmektedir: 

Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;

Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.

                                                               (s. 178)

 

Aynı mealde şu mısraları da bir ata nasihati olarak ezberlemeye ihtiyacımız vardır:

Eğer yürekleriniz aynı hisle çarparsa;

Eğer o his gibi tek, bir de gayeniz varsa;

Düşer düşer yine kalkarsınız, emîn olunuz!

Demek ki birliği temin edince kurtuluruz.

                                                        (s. 284)

 

Mehmet Akif’e göre, aydınlarımızın en büyük yanlışlarından biri de “taklitçilik” tir; Batı’yı özde değil kabukta, sözde takip ediştir: 

Hayır, mehâsin-i Garb’ın birinde yok hevesi,

Rezâil oldu mu lâkin, şiârıdır hepsi!

                                                   (s. 288)

 

Şair, batılılaşma meselesinin tamamen yanlış anlaşıldığnı, batılı milletlerin günlük hayatındaki bazı köksüz, dejenere zevk ve davranışların taklit edildiğini; halbuki batıda ilim, fen, sanayi vb. “dünya kadar bedâyi” bulunduğunu, her gidenin bunlardan birer avuç getirmesi gerektiğini düşünmektedir: 

Giden birer avuç getirse memlekete;

Döner muhîtimiz elbet muhît-i marifete.

 

Fakat gidenler “bir avuç bedayi” getirmemekle; aksine, sathî taklit unsurlarını günlük hayata taşımaktadır. Üstelik, “Batının faziletleri yok mu?” diyenlere “müverrihlik etmedim!”, “gidenler biraz da maarif getirse…” diyenlere “hamallık etmedim!” diyerek… 

Batının müspet ilimde, teknite gösterdiği ilerlemeye itibar etmemek, fakat ondaki ahlakî çözülüşe, modaya ve şaşaaya düşkünlük… Halbuki, taklikçilik yerine ilme, bilhassa yarının ilmine sarılmak lâzımdır: 

Yârının ilmi nedir, halbuki? Gayit müdhiş:

“Maddenin kuvve-i zerriyyesi” uğraştığı iş.

O yaman kudrete hakim olabilsem diyerek,

Sarf edip durmada bir çok kafa, binlerce emek.

Onu bir buldu mu, artık, bu zemîn başka zemîn

Çünkü bir damla kömürden edecekler temîn

Öyle milyonla değil, nâmütenâhî kudret…

                                                       (s. 443)

 

Demek ki, yarının ilmi, atomu parçalayacak ve ondan nâmütenâhî bir enerji elde edecek olan ilimdir.

 

(Devamı var.)

 

 

[1] Mahalle Kahvesi, Safahât, 119 (Safahât’a ait sayfa numaraları, İnkılâp ve Aka Kitabevleri tarafından 1966’da yapılan 7. baskıya göredir.)

Yazar
Saadettin YILDIZ

Saadettin Yıldız, 1946 yılında Sivas Şarkışla Demirköprü köyünde doğdu. Yedi sekiz yaşlarındayken, öğrenim için köyünden ayrıldı. İlkokuldan sonra hep yatılı okudu. Pamukpınar İlköğretmen Okulu'nu, Ankara Yüksek Öğretme... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen