Yıl 1915… Ordumuz Çanakkale’de İngiliz’in nâmert saldırısını püskürtmekle meşgul. Aslan gibi bir nesil, bir yüksek tahsil gençliği, İstanbul’u gözüne kestirmiş kahpe İngiliz’in karşısında şehit olmayı göze alarak dövüşüyor. Müttefiki, güya dostu, önce benim askerim korunsun diyerek Mehmetçiği öne sürme hesabını taktik edinmiş bir Almanya… Her cepheden kuşatılmış bir vatan toprağı… Balkanlardaki kan gölünden canını zor kurtarmış, İstanbul sokaklarını ve câmilerini aç, yaralı, perişan bir hâlde doldurmuş talihsiz vatandaşlarımızın acısı daha çok taze. İttihat Terakki hükümeti yaptığı, ihanete varan hatâların içine gömülmüş…
İşte tam bu korkunç Çanakkale Savaşının arifesinde Almanya, İttihat Terakki Hükûmeti’nden Berlin’e bir heyet göndermesini istiyor. Heyetin kimlerden ibâret olacağını gene Almanya’nın tavsiyesiyle kurulmuş “Teşkilât-ı Mahsusa” adını taşıyan gizli teşkilât belirleyecek, O kişilerden istenen, Almanya’nın İngiliz’den, Fransız’dan ve Rus’tan aldıkları esir Müslümanlara Almanya’nın İstanbul’u işgal edip Halifeyi esir ettiğinin İngiliz ve Fransızlarca uydurulan bir yalan olduğunu, Cihad-ı Mukaddes’in bizzat Halife tarafından ilân edildiğini anlatmalarıydı. İttihat Terakki Hükümeti’nin kendisine yakın davranmayan, hatta şiirleriyle onlara karşı duran, inzivâya çekilmiş bir Mehmed Âkif’i heyete dâhil etmekten başka çaresi yoktu. Çünkü Âkif, Teşkilât-ı Mahsusa’nın ileri gelenlerince sevilen, tercih edilen kişi olduğu kadar müttefikimiz Almanya tarafından da istenen kişiydi. O bu vazifeyi İttihat Terakki’ye kızdığı, Enver Paşa’ya yakınlık duymadığı için biraz da zorla kabul etmişti. Teşkilâttaki çok sevdiği, vatanperverliklerine inandığı birkaç kişinin ısrarıyla, âilesini düşünmeden, para pul bahsini konuşmaya tenezzül bile etmeden çıktığı Berlin seyahati üç ay sürecekti. Vatandan gelen haberler ise hep Çanakkale Savaşıyla ilgiliydi. Âkif, Berlin’de Çanakkale’den başka bir şey düşünemez olmuştu. Gurbet diyarında bir dostla, binbaşı Ömer Bey ile karşılaşınca çok sevinmiş, bu cesur yiğit subay’a gönlünün yangınını ifade eden bir sual ile âdeta haykırırcasına “Ömer Bey Çanakkale Harbi ne olacak” diye sormuştu. Âkif’in bu konudaki hassasiyetinin derecesini bilmeyen Ömer Bey uzun uzun harp kaidelerini anlattıktan sonra “İnsan kudreti haricinde bir sebep olmazsa biz orada tutunamayız” deyivermişti. Âkif “Aman Ömer Bey, ne diyorsun sen, Çanakkale bizim tek dayanağımız, o yıkılırsa hâlimiz ne olur” diyerek ağlamaya başlamıştı. Ömer Bey çok şaşırmış, bundan sonra Âkif ile artık başka türlü konuşmaya karar vermişti. “Şöyle böyle olursa kazanırız” diyerek onu teselli etmeye başlamıştı. Hâlbuki Âkif, dostundan “Bütün dünya toplanıp gelse merek etme Çanakkale düşmez” demesini bekliyordu.
Ömer Bey ile Berlin’i de gezeceklerdi. O diyarın kahvelerini, sokaklarını, otellerini gören Âkif, memleketinin bir kumar mekânı ve tembelhâne olan kahvelerini, perişan otellerini ve sokaklarını düşününce de “İşleri dinimize, dinleri ise işimize benziyor” diyerek çok üzülecekti. Ama bu seyahatte onu en derinden yaralayan kendilerini dâvet eden Almanya hükümetinin söyledikleriydi. Âkif’in de içinde bulunduğu heyetten “Almanlar gibi mütemeddin bir millet nasıl olur da Müslümanlar gibi, Türkler gibi vahşilerle ittifak ediyorlar? Bu bizim için bir zül değil midir” diye kıyameti koparan Katolik mebusları yatıştırmak için de makaleler yazmaları istenmişti. Bu makaleler Almancaya tercüme edilecek Müslümanlığın da bir din, Müslümanların da bir insan olduğu onlara izah edilecekti. İşte Müttefikimiz Almanya buydu. Âkif vatana döndükten sonra “Taassubları yaman… İşte bütün Avrupalılar böyledir. Müslümanları taassubla itham ederler. Heyhat! Dünyada mutaassıb bir millet varsa Avrupalılardır.” dedikten sonra “Gerçek, Avrupalılardan daha mutaassıb bir cemaat vardır ki, o da Amerikalılardır” diye de ilâve edecekti.
Evet, Türk, kaç cepheden sıkıştırılmış vatanını ölmek pahasına müdafaaya çalışırken Anadolu’yu 17 merkezden idare edilen 174 misyoner teşkilâtıyla kuşatan Amerika… Çoğunluğu Ermeni çocukları olan 25000 öğrencisiyle, 25 i Sıvas’ta olmak üzere 426 okul ve 9 hastahâne açan Amerika…
Amerikalı Prof. Earle’ ün itirafıyla Amerika efkâr-ı umumiyesini bu misyonerlik ağı vasıtasıyla yönlendiren, Türk’ü “Hıristiyan kıyımlarına girişen, kan emici barbar Türk” diye tanıtan, Anadolu’nun bağrında bir müstakil Ermenistan kurmak isteyen, bu isteğini bize kabul ettirmek için Generali Harbord başkanlığında “ American Military Mission of Armenia” adını taşıyan bir heyetle Anadolu’yu bir müfettiş gibi gezip Ermeniler hesabına tetkik etmeye kalkışan Amerika…
Mehmed Âkif Avrupa’nın kara yüzünü Viyana’da da görecek, kahrolacak ve bu acı hâdiseyi daha sonra şöyle anlatacaktı “Birinci Dünya Savaşı’nda bir aralık Viyana’da idim. Baktım devamlı kilise çanları çalıyor. Bir sürü adam ellerinde mum bağırıp duruyorlar. Eh dedim mutlaka müttefikimiz Avusturyalıların ordusu büyük bir zafer kazanmış olacak. Hemen dışarı çıktım, önüme gelen birine sordum bir zafer haberi mi var diye. O adam zafer de söz mü? İngilizler Kudüs’ü Müslümanlardan aldılar. Şu dakikada General Allenby Kudüs’tedir Artık İsa’nın doğduğu şehir haça kavuşmuştur.”
Müttefikimiz Avusturya, savaştaki müşterek düşmanımız İngiltere’nin zaferine taassubunun olanca azgınlığıyla işte böyle seviniyordu. Âkif’in “Tek dişi kalmış canavar” dediği Avrupa medeniyeti buydu. Kilise ile okulun, kilise ile Avrupa aydınının birliği, bizdeki gibi o müesseselerle feci bir kopukluk ve parçalanmışlık yaşamayan bu coğrafyada ne olursa olsun hepsini haçın etrafında toplayabiliyordu. Âkif, Hilâlin etrafında toplanamayan, Avrupa’nın “Parçala ve böl” oyununa mâni olamayan, İslâm Âlemine ve onun içinden çıkan, Batıya hiçbir şart koşmadan bakan köksüz aydın tipine kızgındı. O şaşkın bunalımlı aydınlardan birinin söylediği “Milletim nev’i beşer, vatanım rûy-i zemin” sözünü gözlerinden ateş fışkırararak tekrarlarken hep “Biz bu söze inanırsak, ne milletimiz kalır, ne rûy-i zeminimiz kalır” der, dururdu.
Âkif, Avrupa’nın bu karanlık yüzünü bir Mısır seyahatinde de görecekti. Mısır 15 Eylül 1882 den beri Hidiv İsmail Paşa’nın İngiltere ve Fransa’ya akıl almaz bir şekilde borçlanıp, ödeyememesi sebebiyle, mülk olarak Osmanlı’ya bağlı olduğu, ona yıllık bir vergi ödediği hâlde fiilî bir İngiliz işgali yaşıyordu. Ama 15 milyon nüfuslu Mısır’da işgalcilerin askeri çok azdı. Âkif, aklı başında bir Mısırlı dostuna, dikkatine takılan bu meseleden bahsetmiş, aldığı cevapla Berlin’de, Viyana’da olduğu gibi kahrolmuştu. Dostu, “Sizin merak ettiğiniz bu hususu bir yabancı devlet mensubuna ben de “Günün birinde Osmanlı hükümeti 40-50 bin kişilik bir kuvvet toplayıp Mısır’a sevketse ne yaparsınız?” diyerek sordum. Adam ‘Mısır’ı Osmanlı’ya hemen teslim ederiz’ dedikten sonra ilâve etti ‘Yalnız şunu biliniz ki Osmanlı Mısır’a 40 bin değil 40 kişi bile sevkedemez. Çünkü bizler onları öyle meselelerle uğraştırırız ki, yakalarını paçalarını toplayıp buna fırsat bulamazlar. Onları birbirleriyle öyle kapıştırırız ki, Mısır’a dönüp bakamazlar’” demişti…
Büyük Âkif’in Ölümünün 72. yılında gene o eski oyunların sahneye koyucusu Avrupa ve onun destekçisi hâlâ nesli tükenmemiş o köksüz ve hain aydın tipi gündemde. Aynı oyun hiç perde indirmeden oynanıyor. Seyretmekten bıkıp usandığımız bir türlü sahneden kalkmayan o kalleş oyun…
Aynı başrol oyuncuları ve figüranlarıyla…
İşte bu oyunu tekrar tekrar seyreden Mehmed Âkif’in Kastamonu Nasrullah Câmii’nde vatan aşkıyla dolu göğsünden fışkıran Avrupa’nın ne olup ne olmadığını haykıran o muhteşem çığlığı…
“Lâkin bu heriflere karşı olan buğzumuzu hiçbir vakit onların ilimlerine, fenlerine, sanatlarına sıçratmamalıyız. Çünkü medeniyetin bu kısımlarında onlara yetişmezsek yaşamamıza, bize emânetullah olan din-i İslâm’ı yaşatmamıza imkân yoktur.”… “Avrupalılarla birleşebiliriz. Ama bu birleşmek bize hiçbir vakit onların ezelî ve ebedî düşmanımız olduğunu, her fırsattan bilistifâde bizi mahvetmek en başlıca emelleri bulunduğunu unutturmamalıdır. Yâni vatanımızın, dînimizin menfaati, ticâretimizin, servetimizin, refâhımızın terakkisi nâmına icap ederse, mümkün olursa mütekabil, müşterek menfaatler üzerine bunlarla çekişe çekişe pazarlık ederek ittifak ederiz. Ancak bu pazarlıklarda son derece açıkgözlü bulunmamız lâzım gelir.”
Hicran GÖZE