Mehmet Âkif Ersoy

Mehmet Âkif Ersoy

Mehmed Akif, 1873 yılında İstanbul’da, sade ve geleneksel bir hayatın yaşandığı Fatih’in Sarıgüzel semtinin Nasuh mahallesinde 12 numaralı evde (Büyük bir yangında harap olan bu semtin ortasından bugün Vatan Caddesi geçmektedir) dünyaya geldi. Asıl adı Mehmet Ragif’tir. Ragif, ebced hesabıyla hicri 1290 rakamına karşılık gelmektedir ve bu rakam Akif’in doğum tarihidir.

Akif, Osmanlı devletinin hasta adam ilan edildiği ve bu görüşün dönemin devlet adamlarına ve aydınlarına uğursuz bir hastalık gibi bulaştığı, çöküş şartlarının hemen herkeste çözülme, umutsuzluk, panik yarattığı, buna rağmen hemen herkesin bir şeyler yapma çabasında olduğu bir dönemdir. 

İkinci Mahmut’un, 3. Selim’in başlattığı yenileşme hareketleri, Tanzimat doruk noktasına varıyor ve bugüne kadar devam eden aydın- halk yabancılaşmasını, milletle devlet arasındaki problemli doğuruyor, toplumsal yarılmalara yol açıyordu. Yenileşme ile başkalaşma arasındaki farklar sık sık belirsizleşiyor atılan her adım ciddi sosyal ve siyasi maliyetler getiriyor, kendinden ve kendi köklerinden beslenen bir yenilenme gerçekleştirilemiyordu. 

Korkuyla umut, ataletle hamle çabası, teslimiyetle yiğitçe direniş, çözülüşle yeniden toparlanış aynı anda ve çok zaman kol kola denecek kadar birbirine yakın duruyordu. 

Avrupa ülkelerinin Osmanlıyı tasfiyesi politikası bütün hızıyla ve kararlılığı ile devam ediyordu. Daha Akif 6 yaşında iken Ruslar İstanbul’a kadar ilerliyor Ayestefanos Abidesini dikiyordu. Yine 5 yaşında iken Abdulhamid, Meclis-i Mebusan’ı kapatıyor, devletin ve milletin varlığını korumak için politik dehasına ve çöküş endişesinin yarattığı bir haleti ruhiyeyle baskıcı bir politikaya yöneliyordu.

Babası Fatih Medresesi müderris ve mücizlerinden (icazet veren) İpek’li Temiz lakabıyla anılan Tahir Efendi’dir. Annesi ise Buharalı Mehmed Efendi’nin kızı H. Emine Şerife hanımdır. Babası Rumelili (Arnavut) annesi ise Buhara’dan hacca giderken Amasya’da vefat eden Buharalı Şirvani Rüştü Efendi’nin kızıdır. Tahir Efendi, ilk kocası vefat eden Emine Şerife Hanım’ın ikinci eşidir. Akif’in ailesi sade ve orta halli ama bir inanç ikliminin bütün olgunluğu ve güzelliği ile yaşadığı bir aile idi.

Akif babasını,
“Beyaz sarıklı, temiz, yaşça ellibeş ancak
Vücudu zinde fakat saç sakal ziyadece ak.”

diye tasvir eder.

Hoca Tahir Efendi erkenden kalkar, çocuklarını (Akif ve kız kardeşi Nuriye) kendi eliyle yıkar, kızının saçlarını tarar, pişirdiği salepleri içirerek onları mekteplerine gönderirdi… Çocuklarını bir kere bile dövmemişti. (Kuntay, s.157)

Akif, Annesini ise şöyle anlatır:
“Annem çok âbid (ibadetine düşkün) bir hanımdı. Babam da öyle.
Her ikisinin de dinî selabetleri vardı. İbadetin verdiği zevkleri heyecanla tadmışlardı.”

Ünlü düşünür ve şair Sezai Karakoç, Akif’in ailesi ve kökeni ile ilgili şu nefis yorumu ile yapar: “Baba soyu Rumelili, ana soyu Buharalı, doğuş yeri Fatih: Yani tam bir Doğu İslâmlığının, Batı İslâmlığının ve Merkez İslamlığının bir sentezi bir çocuk” Anne çizgisi, duyarlığı, sağduyuyu, kendini bir ülküye adayışı, şairliği getirecek; baba çizgisi, ataklığı, savaşkanlığı, yılmaz ve her vuruşmada daha da çelikleşen bir savaş adamını, gözüpekliği, korkmazlığı, ürkmezliği, umutsuzluğa sürekli olarak düşülmemeyi getirecektir. Doğuş yeri ise, ümüslü ve verimli bir topraktır ki, tabiatta nice saçılıp da kaybolan iyi tohumların bir gramını bile ihmal etmez, değerlendirir, yemişlendirir.”  Akif’in doğduğu Fatih semtini Sezai Karakoç şöyle tasvir ediyor” “Fatih semti, İstanbul’un içinde ikinci bir İstanbul’dur. Yüzde yüz Fatih şehridir. Fatih camii, İslâm-Türk kültürünün bu ölmez abidesinin çevresinde halka halka fatih medreseleri ve semti, en saf Müslüman Türk heyacanının ördüğü bir toplumdur.” Akif, İstanbul’un bu en Türk, en yerli ve en yoksul mahallelerinden birin de doğdu ve yaşadı. Hayatı burada tanıdı ve keşfetti, toplumsal dokuyu burada ve onun bir parçası olarak tanıdı. Bir inanç ikliminin güzelliği ile birlikte toplumun yazılı olmayan mutabakatlarını, modern hayatın yerli ve geleneksel olana nasıl nüfuz ettiğini, hangi çelişkilere, trajedilere yol açtığını, neleri çürüttüğünü, nelerin eskidiğini ve nelerin yenilenmesi gerektiğini bu mahalle hayatında gözlemledi. Yenilenmekle, yerli kalmak, kendi olmak arasındaki tercihlerinin ilk çizgilerini burada idrak etti.

Ve Akif burada bir şey daha öğrendi. Her türlü kirlenmeye açık bir yoksulluğun, sade ve onurlu bir hayata nasıl dönüştürülebileceğini. Erdemli yoksulluk helal kazanç ve emek demektir, fedekarlık demektir, dayanışma demektir, karşılıksız sevmek demektir, hırs ve rekabeti ayaklar altına almak demektir. Erdemli yoksulluuğun tek sigortası vardır. Çalışmak, Ölene kadar çalışmak, onurunu kaybetmeden çalışmak. Akif kendi mahallesinin yoksulluğunu, kendi haline terkedilmişliğini şöyle anlatır.

Bizim mahalleye poyraz kışın da uğrayamaz
Erir erir akarız semtimize geldi mi yaz!
Bahârı görmeyiz ala lâtif olur, derler…
Çiçeklenirmiş ağaçlar, yeşillenirmiş yer.
Demek şu arsada ot bitse nevbahâr olacak?
Ne var gidip Yakacık’larda demgüzâr olacak
Fusulü dörde çıkarmaz bizim sokaklarımız;
Kurak, çamur. İki mevsim tanır ayaklarımız!

Akif bu mahallede bu inaç ve gelenek ikliminin ortasında mahalle hayatını bütün renk ve çizgileriyle yaşadı.

Babası O’nu sekiz yaşından itibaren Fatih camiine götürdü. Bunu bir şiirinde şöyle anlatır.

Sekiz yaşında kadardım. Babam gelir:
“Bu gece, Sizinle camîe gitsek çocuklar erkence.
Giderseniz gelin amma namazda uslu durun;
Merâmınız yaramazlıksa işte ev, oturun!”
Deyip alırdı beraber benimle kardeşimi
Namaza durdu mu, naliyle koyverir peşimi
Dalar giderdi, ben atık kalınca âzade
Ne âşıkane koşardım hasırlar üstünde.”

Cami, masal, oyun ve yaramazlık. Cami içinde baba ve çocuklar. Camii içinde inanç ve coşku. Camii içinde ciddiyet ve oyun. Cami içinde inanç ve çocuksuluğun sınırsızlığı. Cami içinde yetişkin ve çocuk samimiliği. Ve cami ile içiçe bir ev. Camii ile içiçe bir mahalle hayatı. Camii ile içiçe düşünce, duyarlık ve yaşama iklimi. İşte yetişkin Akif’in portresinin temel çizgilerini belirginleştiren çocuk Akif’in dünyası ya da Âkif’in içinde kendini bulduğu dünya…

Ve Akif’in mizacı.. ele avuca sığmayan bir çocuk. Çalışkan ama haşarı. Okuldan döner dönmez sokağa fırlayan, ağaçlara tırmanan, kabına sımayan bir mizaç. Masal dinlemeden uyumayan bir ruh. Uyuması için kendisine masal anlatırken anlatırken uyuyakalan Saime Hanım’ın eline mangalda kızdırdığı cevizi bırakarak yakan bir yarım kalmışlığı kabullenememezlik. Akif böyle bir ortam içinde o günün geleneğine uyularak 4.5 yaşlarında iken Emir Buhari Mahalle Mektebine başladı. Yaklaşık iki sene sonra Fatih İptidaisi’ne (ilkokul) girdi. Üç yıllık bu okulu bitirdikten sonra girdiği Fatih Merkez Rüştiyesi’ni (ortaokulunu) 1895 yılında bitirdi. Bu mezunuyet aile içinde görüş ayrılığına yol açtı. Emine Şerife Hanım, Hocazade’sinin (Annesi Âkif’e Hocazadem diye hitabederdi) sarıklı olmasını, medresede tahsiline devam etmesini istiyordu. Babası Tahir Efendi ise medresede okuyacağı şeyleri, oğluna kendisinin de öğretebileceğini ileri sürüyor, yeni açılan ve revaçta olan mekteplerden birine gitmesini istiyordu. Akif’in anne ve babası arasındaki bu görüş ayrılığı Dönemin toplumsal tercihlerindeki farklılaşmayı da ortaya koyuyordu. Bir tarafta geleneğin bütün çizgileriyle yaşadığı Fatih’te, evladını bir inanç ve ilim adamının saygınlığı içinde görmek isteyen anne diğer yanda değişen dünyanın gereklerini farkeden kendisi de bir inanç ve ilim adamı olan baba. Ne inanç ihmal edilebilirdi ne yeni gelen ve kendi şartlarını dayatan dünya. Bu açıdan bakıldığında Akif annesiyle babasının özlemini kendi şahsında bütünlemiş ve uygun bir senteze kavuşturmuş gibidir.  Sonunda Tahir Efendi’nin dediği olur. Ancak Tahir Efendi mektep ve meslek tercihini oğluna bırakır. Akif dönemin en gözde okullarından biri olan Mülkiye’yi tercih ettiği için ve babasıyla birlikte kaydını yaptırır. Kayıt tamamlandıktan sonra kâtip kayıt harcı ister, Tahir efendi, Âkif’i bir köşeye çeker, kesesini çıkarır ama istenen miktarda para yoktur. Tahir efendi rehin bırakmak üzere gümüş saatini çıkarınca kâtip almaz ve kayıt harcını ertesi gün getirebileceklerini söyler. İlk gençlik yılları da çocukluğu gibi. Taşkın, ele avuca sığmaz, güçlü, sıhhatli ve enerjik. Pehlivanlarla güreşen, boğazda karşıdan karşıyla yüzen, taş yarıştıran bir ilk gençlik. Ama hep çalışkan, hep erdemli.  Mülkiye’nin İ’dâdî bölümünde üç sene okuduktan sonra şehadet-nâme (diploma) aldı ve yüksek kısmına kaydoldu. Bir sene süre sonra (H.1305/1887-88) babası vefat etti. Aynı yıl evleri yanınca Mülkiye’ye nehari (gündüzlü öğrenci) olarak devam etmesi imkansız hale geldi. Mezunlarına hemen iş verileceği için o yıl açılan ve ilk sivil veteriner yüksek okulu olan Mülkiye’nin Baytar Mektebi’ne (Halkalı Baytar ve Ziraat Mektebi) leyl-i (yatılı) öğrenci olarak geçti.

Âkif bu okulda kendisini derinden etkileyecek bir öğretmenle karşılaştı. İnançlı bir Türk Hekimi olan, Türkiye’ye mikrop bilimini getiren Rifat Hüsamettin Hoca. Pasteur’un öğrencisi olan bu öğretmeninden Pasteur sevgisini aldı. Mithat Cemal, Akif’in Pasteur’ün fotoğrafına bakıp hayranlıkla “Bu ne ilâhi yüzdür” dediğini, fotoğrafı öptüğünü ve ardından “Mu’tekid de! (İnançlı) eklediğini kaydeder.  Çoğu kendisi gibi babasız ve yoksul öğrencilerden oluşan bu okul Âkif’e sağlam ve bir ömür boyu sürecek dostluklar kazandırdı. Yine bu okul, Akif’in sağlam bir dini bilgi ve sarsılmaz bir imanla, müspet bilimin harika bir uyumunu sağlayan zihini yapısını oluşturdu. Akif bu dönemde de Kıyıcı Osman Pehlivandan güreş öğreniyor, Çatalca köylerinde yağlı güreş tutuyor, taş yarıştırıyor, yüzüyor ve çok sevdiği mektebin “Doru” isimli atına biniyor, uzun yürüyüşlere çıkıyor Şiire ilgisi de bu yıllarda başlıyor ve okulun son iki senesinde başladı. Bunlar dönemin yaygın kanaatlerinin izlerini yansıtır ve divan şiirlerine nazireler şeklindedir. 22 Aralık 1893’te okuldan birincilikle mezun olur ve 26 Aralık’ta “Orman ve NMa’adin ve Ziraat Nezare’Baytar Müfettiş Muavini” olarak tayin edilir.

Görev yeri İstanbul olmasına rağmen Akif, 4 yıl Rumeli, Anadolu ve Arabistan’ın çeşitli bölgelerinde görev yapmıştır. Bu seyahatler Akif’in gözlem gücünü, toplumu daha yakından tanımasını sağlamış olmalıdır. Akif bu dönemdeki gözlemlerini şiirlerinde son derece gerçekçi bir şekilde kullanır. Yine bu ve bundan sonraki seyahatler Akif’in hem düşünce tarzını hem de şiir anlayışını temellendirir.

Mezuniyetinden 6 gün sonra 28 Aralık 1893’te İlk eseri olan 7 beyitlik gazeli “Servet-i Fünun’da yayınlanır. Buarada çocuk yaşlarda başladığı Kur’an’ı Hıfzetme (Ezberleme) çabalarını yoğunlaştırır ve Hafız olur. 1 Eylül 1898’de 25 yaşında iken Tophane-i Amire veznedarı Mehmed Emin Bey’in kızı İsmet Hanım ile evlendi. Akif’in bu yıllarda da Maarif mecmuasında, Resimli Gazete’de şiir yazıları ile Arapça, Farsça ve Fransızca’dan yaptığı çevrilerini yayınlamaya devam eder. 17 Ekim 1906’da mevcut görevine ilâveten “Halkalı Ziraat Mektebi Mektebi’ne “Kitabet-i Resmiye Muallimi ve 25 Ağustos 1907’de Çiftlik Makinist Mektebi’ne Türkçe Muallimi olarak atanır. 23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrutiyet ilan edilir. Akif, bu sırada İstanbul’da Umur-i Baytariye Dairesi Müdür Muavin’dir. Akif’in hemen hiçbir dönemde siyasetle doğrudan ilişkisi olmamakla beraber toplumsal sorunlarla ciddi ve yoğun bir ilgisi olmuştur. Dönemin bütün aydınları gibi çöküş şartlarının yol açtığı acıları derin bir şekilde yüreğinde hissediyor ve bir çıkış yolu arıyordu.  Meşrutiyetin ilanından 10 gün sonra daha önceleri gizli bir cemiyet olarak faaliyet gösteren ve daha sonra partileşecek olan İttihat ve Terakki Cemiyetine üye olur. Ancak Akif, cemiyete üyeliğe girişin gereklerinden biri olan “Cemiyetin bütün emirlerine, bilâ kayd ü şart (kayıtsız şartsız) ittaat edeceğim” şeklindeki yemindeki “kayıtsız şartsız itaat “itiraz eder ve sadece iyi ve doğru olanlarına şeklinde düzeltilmesi şartıyla yemin edebileceğini söyler. Ve cemiyetin yemini Akif’le değişir. Akif’in karekterinin tipik bir yansıması olan bu tutum hayatı boyunca ve herkese karşı korunan bir ilkeli anlayışın tezahürüdür.

OKUDUĞU KİTAPLAR
Mesnevi Hafız Divanı Gülistan Leyla ve Mecnun (Fuzuli) Victor Hugd, Lamartine, Zola, Daudet.

 

Yukarıdaki metin hazırlanırken:
Dücane Cündioğlu, Âkif’e Dair, Kapı Yayınları, İstanbul 2013.
http://www.mehmetakifersoy.com/html_sayfa.php?sayfaid=1,
http://www.izu.edu.tr/tr-TR/mehmet-%C3%A2kif-ersoy-kimdir/1232/Page.aspx,
http://www.antoloji.com/mehmet-akif-ersoy/
dan yararlanılmıştır.

Mehmet Akif Ersoy ’un Şiirlerinden Örnekler

Bir Gece

On dört asır evvel, yine bir böyle geceydi, 
Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi! 
Lâkin o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler; 
Kaç bin senedir, halbuki, bekleşmedelerdi! 
Nerden görecekler? Göremezlerdi tabî’î: 
Bir kere, zuhûr ettiği çöl en sapa yerdi; 
Bir kere de, ma’mure-i dünyâ, o zamanlar, 
Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi. 
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta; 
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi! 
Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zemînin 
Salgındı, bugün Şark’ı yıkan, tefrika derdi.

Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz, 
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi! 
Bir nefhada kurtardı insanlığı o ma’sum, 
Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi! 
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi; 
Zulmün ki, zevâl akılına gelmezdi, geberdi! 
Âlemlere, rahmetti, evet, Şer’-i mübîni, 
Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi. 
Dünya neye sâhipse, onun vergisidir hep; 
Medyûn ona cem’iyyeti, medyûn ona ferdi. 
Medyûndur o ma’sûma bütün bir beşeriyyet… 
Y
â Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret.

Şehitler Abidesi İçin

Gök kubbenin altında yatar, al kan içinde, 
Ey yolcu, şu topraklar için can veren erler. 
Hakk’ın bu veli kulları taş türbeye girmez; 
Gufrana bürünmüş, yalınız Fatiha bekler.

Secde

Şuhûdundan cüdâdır, çok zamanlar var ki, îmânım; 
Bu vahdet-zâra – gûyâ! – geldim amma bin peşîmânım: 
Huzûr imkânı yok dünyâyı etmiş cezben istîlâ; 
Ne hüsrandır, İlâhî, ma’bedim, çepçevre, vâveylâ! 
Derinlikler, kovuklar, kuytular, şellâleler, yarlar, 
Bulutlar, yıldırımlar, çöller, enginler, sular, karlar, 
Güneşler, gölgeler, aylar, şafaklar… Hepsi çığlıkta; 
Gelir tarrâkalar çaktıkça ecrâmın karanlıkta! 
Sabâ dağlarda Sûr üfler, coşar vâdîde bin mahşer; 
Denizler yükselir, seller döner, taşlar semâ’ eyler. 
Ufuklar çalkanır, kaynar ziyâ girdâbı göklerde; 
Asırlar devrilir. Çamlar, çınarlar, çırpınır yerde. 
Bütün zerrâtı sun’un bir müebbed neşveden serhoş; 
Sağım serhoş, solum serhoş, İlâhî, ben ne yapsam boş! 
Ömürlerdir, gözüm yollarda, hâlâ beklerim, hâlâ, 
Şuhûd imkânı yok coştukça hilkatten bu vâveylâ. 
Hayır! Bir başka rûh esmiş ki, akşam, sermediyyette: 
Uyandım, fecre baktım, titriyor par par meşiyyette. 
O coşkun na’ralar bî-tâb; o taşkın zerreler mahmûr; 
O tûfanlardan ancak terliyor, maşrıkta tek bir nûr. 
O gömgök kubbe, Sînâ-rengi tutmuş, bir avuç toprak: 
Işıklar püskürürken, şimdi haşyetlerle müstağrak! 
O ecrâm, ah o gözler öyle fânîler ki Mevlâ’da, 
Dönüp bir kerre olsun bakmıyorlar artık eb’âda. 
Denizler, dalgalar, dağlar, ağaçlar, gölgeler dalgın… 
İlâhî! Ürperen tek gölge yok bağrında âfâkın. 
Sabâ durgun, sular durgun, gölün durgun hayâlinde, 
Ne ma’nîdâr o gökler, kudretin bir vahyi hâlinde! 
Bu vahdet-zâra dün baktım: Ne meyhâneydi cûşâcûş! 
Bugün rindânı gördüm: Başka bir peymâneden bî-hûş. 
Bütün dünyâ serilmiş sunduğun vahdet şarâbından; 
Ben’im mest olmıyan meczûbun, Allah’ım, benim meydan! 
Bırak, hâsir kalan seyrinde mi’râcım devâm etsin; 
Rükû’um yerde titrerken, huşû’um Arş’ı titretsin! 
İlâhî! Serserî bir damlanım, yetmez mi hüsrânım? 
Bırak taşsın da coştursun şu vahdet-zârı îmânım. 
Bırak hilkatte hiç ses yok bırak meczûbunun feryâd… 
Bırak tehlîlim artık dalgalansın, herçi-bâd-âbâd!  
Kıyılmaz lâkin, Allah’ım, bu gaşyolmuş yatan vecde… 
Bırak, “hilkat”le olsun varlığım yek-pâre bir secde! 

Cehennem olsa gelen, göğsümüzde söndürürüz. 
Bu yol ki Hak yoludur, dönme bilmeyiz, yürürüz; 
Düşer mi tek taşı sandın harim-i namusun, 
Meğer ki harbe giden son nefer şehid olsun. 
Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa, 
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa, 
Bu altımızdaki yerden bütün yanardağlar 
Taşıp da kaplasa âfakı bir kızıl sarsa, 
Değil mi cephemizin sinesinde iman bir; 
Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir; 
Değil mi ortada bir sine çarpıyor, yılmaz, 
Cihan yıkılsa emin ol bu cephe sarsılmaz! 

Şark

Musallat, hiç göz açtırmaz da Garb’ın kanlı kâbusu, 
Asırlar var ki, İslam’ın muattal, beyni, bâzusu, 
“Ne gördün, Şark’ı çok gezdin? ” diyorlar.
Gördüğüm yer yer
Harap iller, serilmiş hânümanlar, başsız ümmetler, 
Yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, yolcusuz yollar, 
Bükülmüş beller, incelmiş boyunlar, kaynamaz kanlar, 
Düşünmez başlar, aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar; 
Tegallüpler, esaretler, tahakkümler, mezelletler; 
Riyâlar, türlü iğrenç iptilâlar, türlü illetler; 
Örümcek bağlamış, tütmez ocaklar; yanmış ormanlar; 
Ekinsiz tarlalar, ot basmış evler, küflü harmanlar; 
Cemaatsiz imamlar, kirli yüzler, secdesiz başlar; 
“Gazâ” nâmiyle dindaş öldüren biçare dindaşlar; 
Ipıssız âşiyanlar; kimsesiz köyler; çökük damlar; 
Emek mahrumu günler; fikr-i ferdâ bilmez akşamlar! … 
Geçerken, ağladım geçtim; dururken ağladım durdum; 
Duyan yok, ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum. 
Mezarlar, âhiretler, yükselen karşımda dûradûr; 
Ne topraktan güler bir yüz, ne göklerden güler bir nûr? 
Derinlerden gelir feryadı yüz binlerce âlâmin; 
Ufuklar bir kızıl çember, bükük boynunda islâm’ın! 
Göğüsler hırlayıp durmakta, zincirler daralmakta; 
Bunalmış kalmış üç yüz elli milyon, cansa gırtlakta! 
İlâhi! Gördüğüm âlem mi insaniyetin mehdi? 
Bütün umranı tarihin bu çöllerden mi yükseldi? 
Şu zâirsiz bucaklar mıydı Vahdaniyetin yurdu? 
Bu kumlardan mı, Allah’ım, nebiler fışkırıp durdu? 
Henüz tek berk-ı iman çakmadan cevvinde dünyanın, 
Bu göklerden mi, Yârap, coştu, sağnak sağnak, edyanın? 
Serendip’ler şu sahiller mi, cûdiler bu dağlar mı? 
Bu iklimin mi İbrahim’e yol gösterdi ecramı? 
Haremler, beyt-i Makdisler bu topraktan mı yoğruldu? 
Bu vâdiler mi dem tuttukça bihûş etti DÂVÛD’u?  Hirâ’lar,
Tûr-u Sinâ’lar bu afakın mı şehkarı? 
Bu taşlardan mı, yer yer, taştı Ruh-ullah’ın esrarı? 
Cihanın garb’ı vahşet-zâr iken, Şark’ında karnak’lar, 
Haremler, Sedd-i Çinler, Tak-ı Kisrâlar, Havernaklar, 
İrem’ler, Sûr-u Bâbil’ler semâ-peymâ değil miydi? 
O maziler, İlâhi, bir yıkık rüyâ mıdır şimdi? 
Ne yapsın, nâ-ümid olsun mu Şark’ın intibahından? 
Perişan rûhumuz, hâip, dönerken Bâr-gahından? 
Bu haybetten usandık biz, bu hüsran artık el versin! 
İlâhi, nerde bir nefhan ki, donmuş hisler ürpersin, 
Serilmiş sineler, kâbusu artık silkip üstünden. 
“HAYAT ELBETTE HAKKIMDIR! ” desin, dünya “DEĞİL! ” derken- 

Baksana kim boynu bükük ağlayan. 
Hakkı hayatındır senin ey müslüman, 
Kurtar artık o biçareyi Allah için. 
Artık ölüm uykularından uyan. 
Bunca zamandır uyudun kanmadın, 
Çekmediğin çile kalmadı, uslanmadın. 
Çiğnediler yurdunu baştan başa. 
Sen yine bir kerre kımıldanmadın. 
Ninni değil dinlediğin velvele, 
Kükreyerek akmada müstakbele. 
Bir ebedi sel ki zamandır adı, 
Haydi katıl sen de o coşkun sele. 
Karşı durulmaz cereyan sine-çak… 
Varsa duranlar olur elbet helak. 
Dalgaların anmadan seyrini, 
Göz göre girdâba nedir inhimak? 
Dehşeti maziyi getir yadına; 
Kimse yetişmez yarın imdadına. 
Merhametin yok diyelim nefsine; 
Merhamet etmez misin evladına? 
Ben onu dünyaya getirdim diye 
Kalkışacaksın demek öldürmeye! 
Sevk ediyormuş meğer insanları, 
Hakkı-ı übüvvet de bu caniliğe! 
Doğru mudur ye’s ile olmak tebah? 
Yok mu gelip gayrete bir intibah? 
Beklediğin subh-i kıyamet midir? 
Gün batıyor sen arıyorsun tebah.! 
Gözleri maziye bakan milletin, 
Ömrü temadisi olur nakbetin. 
Karşına müstakbeli dikmiş Hüdâ, 
Görmeye lakin daha yok niyyetin. 
Ey koca şark! Ey ebedi meskenet! 
Sen de kımıldanmaya bir niyet et. 
Korkuyorum, Garbın elinden yarın, 
Kalmayacak çekmediğin mel’anet. 
Hakk-ı hayatın daha çiğnenmeden, 
Kan dökerek almalısın merd isen. 
Çünkü bugün ortada hak sahibi, 
Bir kişidir: ‘Hakkımı vermem’ diyen.

İstiklâl Marşı

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak 
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak. 
O benim milletimin yıldızıdır parlayacak! 
O benimdir, o benim milletimindir ancak! 

Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilal! 
Kahraman ırkıma bir gül… ne bu şiddet, bu celâl? 
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal. 
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklal. 

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım; 
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım! 
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım. 
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım. 

Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar. 
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var. 
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imânı boğar, 
‘Medeniyet! ‘ dediğin tek dişi kalmış canavar? 

Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın; 
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın. 
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın, 
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın. 

Bastığın yerleri ‘toprak’ diyerek geçme, tanı! 
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı. 
Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı. 
Verme, dünyâları alsan da bu cennet vatanı. 

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? 
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ! 
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ, 
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ. 

Rûhumun senden İlahî, şudur ancak emeli: 
Değmesin ma’ bedimin göğsüne nâ-mahrem eli! 
Bu ezanlar-ki şehâdetleri dinin temeli- 
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli. 

O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım. 
Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım; 
Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na’şım; 
O zaman yükselerek arşa değer belki başım! 

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl! 
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl. 
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl; 
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet, 
Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin istiklâl!

 

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen