Mehmet GENÇ: Kendimizi yüceltmek için değil, düzeltmek için tarih bilmeliyiz
Kendi tarihimiz diye kendimize yontarak değil, olup bitenleri çıplak aklın ve ilmin gerektirdiği şekilde analiz ederek anlamamız lazım. Bu çok zor bir iştir. Biz henüz yapmadık, yapamadık, yapamıyoruz. Ben kendi tarihçiliğimizi hiçbir şekilde yeterli bulmuyorum. Bir kere sırf ilim olarak yapmaya pek yanaşmıyoruz. Osmanlı tarihini kötülemek için yapan Türkler de var. Ama çoğunluğu yüceltmek için yapıyor ve yüceltmek için giriştiğiniz işten bir hayır çıkmaz.
Osmanlı Devleti ne tür bir devletti ve bizim neyimiz olur?
Osmanlı Devleti’ni kuranlar Asya’dan gelen, Türkçe konuşan, İslam’ı benimsemiş bir etnik grup olarak Türklerdir. Bu etnik grup, daha sonra o çekirdeği çok genişletti biliyorsunuz, sonunda Türkçe konuşan Müslümanların hâkim olduğu, tarihin bildiği en büyük çeşitliliği kontrol eden bir büyük imparatorluğa dönüştürdü. Osmanlı, Türklerin meydana getirdiği siyasî sistemlerden biridir. En büyüğüdür. Dünya tarihinde büyük ölçekte rol oynadığımız bir dönemdir Osmanlı dönemi.
Dışarıdan gelip Avrupa kıtasını kolonize etmekte Osmanlılar kadar başarılı başka bir millet yoktur. Avrupa’nın çok zayıf olduğu bir dönemde Endülüs Müslümanlarının kıtanın batı ucunda gerçekleştirdiği kolonizasyonun çok daha büyüğünü Osmanlılar başardılar; hem de Avrupa’nın Rönesans, Reform, Ticaret Devrimi, İletişim Devrimi, Bilim Devrimi ve Coğrafî Keşifler gibi sayısız dönüşümler içinde, dünya hakimiyetine doğru yola çıktığı kudretli döneminde, Avrupa kıtasında 1 milyon km2 den daha fazla bir alanı kendi kontrollerine alabildiler. İstanbul’un fethinden Karlofça’ya, yani 1453’ten 1700’e kadar 250 yıl boyunca birinci derecede hegemonik güç olarak kalmayı başarmış bir devlettir Osmanlı. İlk devletlerin doğuşundan günümüze kadar geçen yaklaşık 7000 yıl içinde, sayısı binleri aşan devletlerin içinde bu kadar uzun süre bu mertebeyi muhafaza edebilen devletlerin sayısı 10’u bile bulmaz. Osmanlı Devleti, aynı zamanda Türk Tarihi’nde uzun ömürlülükte birincidir. O kadar ki, ikinci olan Osmanlı’nın yarı ömrüne varabilmiş değildir. Tek hanedan olarak dünya tarihinde en uzun ömürlü siyasî yapıdır. Osmanlı kontrol ettiği alanda din, mezhep, dil ve ırk bakımından dünya tarihinde bilinen en büyük çeşitliliği bünyesinde barındırarak yönetmeyi başarmış bir devlettir. Günümüzde de canlılığını koruduğu görünen Osmanlı aleyhtarlığının da kaynağını oluşturan bunca performansı nasıl başardılar? Osmanlı tarihçiliğinin analiz edip çözmesi gereken kompleks yumak işte budur.
Tarih konusunda aklımızda bazı karışıklıklar var. Osmanlı bizim atamızdır, dedemizdir diyoruz. Ya da Osmanlı’yı hamasi bir anlayışla ele alıyoruz. Tarih söz konusu olduğunda sanki tüm sahiplenişlerin kusurlu yanları var. Bu seçmeci anlayışla ilgili neler söylersiniz?
Bunun için ciddi tarih yapmalı. Sosyal ilim olarak tarih yapmalı. Osmanlıların bize bıraktıkları çok muazzam bir belge okyanusu var. Arşivler var. Onları hamasetle geçmişi yüceltmek, hayranlık uyandırmak için değil, geçmişi analiz edebilmek için, kendimizi tanımak için, ilimle araştırmamız lazım. O ilim henüz girmedi bizim dünyamıza. Yalnız o ilim değil, biz bütün ilimleri tanıyoruz, öğreniyoruz ama yapmak zahmetine pek katlanmıyoruz. Onu yapanlar başkalarıdır. Cenaze namazını biliyorsunuz başkası kılıyorsa sizin kılmanız gerekmiyor, biz ilmi biraz da cenaze namazı gibi düşünüyoruz. Avrupalılar, Amerikalılar şimdi Japonlar da yapıyorlar ya, biz onlardan öğrenmekle yetiniyor, ayrıca ilmi bizzat kendimiz yapma zahmetine pek katlanmak istemiyoruz.
Avrupalı ya da Japonların yaptığı arşiv çalışmaları benim gibi tarih doktorası yapan bir öğrenciyi şöyle bir ikilemde bırakıyor; bir yanda meselenin özüne inmeyen, milliyetçi ve hamasi bir söylem var. Bir yanda da meseleye bir böcek inceler hassasiyetiyle bakan ama konuyu da hiç anlamayan bir ilmi bakış var. Bu ikisi arasında çok kalıyoruz. Aradaki dengeyi nasıl kuracağız?
Yani Oryantalistlere ileri geri söylemek çok moda. Onların içinde Osmanlı tarihini deforme etmek için değil, hakikaten bilim olarak anlamak için yapmaya çalışanlar da var. Ama onların çalışma aletleri Osmanlı gerçeğini çok iyi analiz etmeye maalesef pek elverişli değil. Bir kere dilini, kültürünü ve özellikle değerlerini tanımak lazım. Onun için çok gayret ister, buna rağmen çok iyi Osmanlı tarihi yapanlar var. Fakat Osmanlı tarihçiliği bizim işimiz olmalı. Şöyle diyelim, Fransız tarihini yapanlar kimler? En iyi Fransızlar. Alman tarihini Almanlardan daha iyi bilen ve araştıran bir Amerikalı veya İtalyan olmaz. Bizim tarihimizi bir kere bizim bilmemiz ve yapabilmemiz lazım. Biz de yapmıyoruz, yapamadık. Neden yapamadık? Bir kere sırf ilim olarak yapmaya pek yanaşmıyoruz. Osmanlı tarihini kötülemek için yapan Türkler de var. Ama çoğunluğu yüceltmek için yapıyor ve yüceltmek için giriştiğiniz işten bir hayır çıkmaz. Ne olup bittiğini bir kere analiz edebilmek lazım, tarih geçmişin toplumunu incelemektir. Onun için yalnız tarih disiplini yetmez, toplumu inceleyen diğer ilimleri de bilmek gerekir. Sosyolojiyi, siyaset bilimini, ekonomiyi, demografiyi de bileceksiniz yani. Bunların hepsini bir adamın bilmesi hiçbir yerde mümkün değil. Türkiye’de hamdolsun hiçbirini bilmeden tarih yapmaya çalışanlar bile var. Tarih araştırması, bu ilimlerin bir veya birkaçında uzmanlaşmış bir grup insanın bir araya gelerek ortaklaşa çalışmalarıyla yapılabilir. Bizde bu tür araştırma faaliyeti örgütlenmesi henüz yok, herkes tek başına uğraşıyor. Tek başına bir adam ne öğrenebilir ve ne yapabilir ki!
Sizin “Osmanlı sisteminde insan ekonomi için değil, ekonomi insan içindir” diye bir değerlendirmeniz var; buradan başlayarak Osmanlı iktisadi hayatını nasıl tanımlıyorsunuz? Bugünden bakarsak genel olarak ne görüyoruz Osmanlı iktisadi hayatında?
Osmanlı devleti ziraî toplum içinde doğdu. Ve ziraî toplum olmaktan çıkıp sanayi toplumuna dönüşmeden ortadan kalktı. Dönüşmeyi başarmayı da tam olarak istemedi diyebiliriz. Mesela sanayi kurmak istedi, ama kapitalist olmadan sanayi olmazdı. Fakat Sovyetler yaptı diyeceksiniz, ama Sovyetler yalnız silah yaptılar. Sanayi yapmadılar. Ziraî toplumda doğdular. Ziraî toplum ne demek? Nüfusun yüzde 70’ten fazlası ziraatta çalışıyor demek. Gelirin önemli kısmı orada üretiliyor demek. Ziraat yalnız ekonominin değil, bütün faaliyetlerin temeli idi. Osmanlı tarihini araştıranların içinde ziraatta uzmanlaşan yok gibi; şimdi Osmanlı tarihini nasıl yapacaksınız?
Bu ziraî ekonomide toprak ve bir de onu işleyen kollar var. Toprağı biliyoruz, siyasî sınırlara göre, diyelim boyutu tahmin edilebilir; ama ne kadar insan yaşıyordu Osmanlı topraklarında? Onu maalesef hiç bilmiyoruz; çünkü demografi tarihi yapan kimse yok. Bu sebepten bilgilerimiz henüz çok eksik ve yüzeysel kalıyor.
Taşradaki sosyal hayata dair de çok az şey biliyoruz sanırım…
Evet, onda da çok az şey biliyoruz. Çeşitli alanlarda ne gibi teknolojiler kullandıklarını da bilmiyoruz. Böyle bir toplumu nasıl tanıyacaksınız? İşte bu, benim yaptığım gibi, mevcut sınırlı verilere dayanarak anlamaya ve yorumlamaya çalışıyoruz. Ben Osmanlı yönetim elitinin ekonomiye nasıl baktığını, onu düzenlerken ne gibi prensip ve değerlere dayanarak hareket ettiklerini tahmin etmeye çalıştım. Bir nevi hipotezlerdir benim çalışmalarım. Bu hipotezler, henüz çürütülmedi. Yani Osmanlı hakkındaki ampirik gözlemleri analize kalktığımız zaman, benim hipotezlerimin orada halen geçerli olduğu görülüyor. Osmanlı ekonomisini çok daha derin araştırıp, tanıdığımız zaman muhtemelen benim hipotezlerime yenilerini eklemek, yahut onları değiştirmek gerekebilir.
Osmanlılar, yönetimi altındaki insanlara yaşama imkânı sağlayacak şekilde düzenlemeler yaptılar. Osmanlı yönetim elitinin iktisat anlayışı, ihtiyaç kavramında temelleniyordu. Onların zihin dünyasında iktisadi faaliyetin özü, bütün katmanlarıyla toplumun ve devletin ihtiyaçlarını gidermekten ibaretti. Bu anlayışla iktisadi hayatı düzenlerken birkaç ana ilkeye göre hareket ettiler. Dikkate aldıkları en önemli ilke ‘provizyonizm’ (iaşecilik) idi. Buna göre iktisadi faaliyetin amacı, ülke içinde mal ve hizmet arzının mümkün olduğu kadar bol, kaliteli ve ucuz olmasını sağlamaktı. Mal ve hizmet üretenler, önce kendi ihtiyaçlarını karşılamalı, ondan sonra da kademe kademe bütün toplumun ihtiyaçlarına cevap vermeliydiler. Provizyonizm ilkesine dayanan Osmanlı iktisadî anlayışında ihracat, üretim faaliyetinin hedefi değildir. Hedef, ülke içinde ihtiyaçların karşılanmasıdır. İhracat, bu ihtiyaçlar karşılandıktan sonra kalan malların, yani ülke bakımından iktisadî deyimi ile marjinal faydası adeta sıfırlanmış olanların satılması demektir. İhraç edilenlerin gerçekten bu nitelikte olması için devlet, en sıkı müdahaleyi bu alanda gösterir ve hangi maldan, ne miktarda ihracat yapılacağı özel bir dikkatle izlenir, ayrıca zamanla artırılabilen bir gümrük vergisine tabi tutulurdu. Buna karşılık ithalatın pek yüksek olmayan bir gümrük vergisi dışında, herhangi bir sınırlamaya tabi tutulmadan serbestçe yapılmasına müsaade edilirdi.
Verimliliğin düşük ve artırılmasının son derece zor olduğu, ulaştırma maliyetinin çok yüksek bulunduğu bir iktisadî muhitte, provizyonizmin icaplarına cevap verebilmek için, üretim ve mübadele üzerinde ziraattan başlayarak sanayi ve ticareti de içine alan kapsamlı bir düzenlemeler dünyası inşa edildi.
Osmanlı köylülerinin, çiftçilerinin ürettiği mallar kademe kademe içeride tüketilmeli. İçerinin ihtiyaçları karşılandıktan sonra fazla kalan mal varsa, onları ihraç etmeli. Yani arzın seviyesini koruması lazım. Yapılan üretimin, ihracattan önce ihtiyaçları karşılaması lazım. Yalnız zenginlerin ihtiyaçları değil, herkesin ihtiyacı; zaruri ve lüks ihtiyaçlar da dahil olmak üzere. Mesela Müslüman erkeklere yasak olan ipek, kadınlar için serbesttir. Eğer üretilen ipek iç talebe yetmiyorsa pekâlâ ihracı yasaklanırdı. Osmanlı yöneticilerinin bunları yaparken İslam inancı içinde hareket ettiklerine şüphe yok. Ama yapıp ettiklerine baktığımız zaman esnek hareket ettikleri de görülüyor. Mesela Osmanlı öncesi İslam ülkelerinde kâr hadlerine pek müdahale edilmediği görülüyor. Emeviler’de, Abbasiler’de diğer İslam ülkelerinde hatta Hz. Peygamber’in uygulamaları da onu gösteriyor. Tüccar kâr ediyorsa edebilir, buna engel yok. Oysa Osmanlılar, bu kârları sınırlandırdılar. Kâr tahdidinin Osmanlı yönetiminde baştan beri uygulandığı anlaşılıyor. Osmanlılara göre öyle ulu orta kâr yapamazsın. Bir yerden ucuza aldın, onu iki, üç, beş misline satamazsın. Bu uygulama, çok önemli bir eşitlikçi yapının oluşmasına katkı sağladı.
Peki, tüm bunları yaparken denetim mekanizmasını nasıl işletiyorlardı?
Kârların tahdidi konusunda denetim mekanizmasına geçmeden önce, klasik İslam’daki uygulamalardan çok farklı olarak, Osmanlıların getirdikleri bir başka önemli yeniliği de belirtmemiz lazım. Bu da faiz yasağı ile alakalıdır. Osmanlılar, İslam’ın faiz yasağını hissedilir ölçüde yumuşattılar. Kendileri pek bahsetmiyor ama mesela Gazali İhyau ‘ulumi’d-din adlı eserinde “Boğazınıza bir şey kaçtı ve boğuluyorsunuz, yanınızda sıvı olarak sadece şarap varsa, boğulmamak için o şarabı içebilirsin” diye ifade eder. Bu örneği verdiklerini ben görmedim. Ama faizi kesinlikle ve tam olarak yasaklamış olsalardı, çok daha büyük felaketlerin doğacağını görmüş oldukları tahmin edilebilir. Kredi ihtiyacının çok yaygın olduğu bir ortamda faizi devreye sokmadan bu ihtiyaçların tümünün karşılanması çok zordu. Kesin yasak altında çok yüksek faizlerle el altından tefecilik yapılırdı. Her yerde var, önlenmesi mümkün olmayan bir şey, ama Osmanlı onu önlemek adına yüzde 10-15 arasında sınırlı bir had içinde kalmak şartıyla faizi İslam hukukuna göre meşruiyeti şüphe götürmeyen birkaç mukavele sayesinde fiilen uygulamaya koymayı başardı. Bu, faizi serbest bırakmak değildi. Şeriata çok saygılı oldular hep. Ne yaptılar, mesela benim paraya ihtiyacım var, sizin de 100 bin liranız var, ama vermezsiniz bana. Ben de evimi size satıyorum, 100 bin lira alıyorum. Ondan sonra diyorum ki, evden çıkmayayım ben size kira ödeyeyim. Peki diyorsunuz, 100 bin liranın faizi mesela 12 bin lira diyelim, ayda biner liradan oturuyorum. Bunu yaptılar. Burada şeriata aykırı bir şey görüyor musunuz? Evi sattım, satış meşru. Ondan sonra kira mukavelesi ile oturuyorum, o da meşru. Ev sizin, bana kiralıyorsunuz. Yalnız bir kural koydular, satışı belli bir süre ile sınırladılar. Yani satıyorum evi, ama diyorum ki, 10 sene içinde eğer paranızı ödersem evi geri alacağım, siz de olur diyorsunuz. Bunda da şeriata aykırı bir şey yok. Bu zaten bey’-i bi’l-vefa adı ile İslam fıkhında yeri olan meşru bir mukavele türüdür. Bu akitleşmelerle hallettiler faiz meselesini. Ondan sonra para vakıfları ve yetim malları konusunda da daha esnek davrandılar. Sanayi öncesi nüfusta yetim çoktu. İnsanların ortalama ömrü 30 yıl kadardı. Bu sebepten erken ölmüş olanlardan kalan yetimlerin sayısı az değildi. Yetimler konusunda Kuran’da, hadislerde de çok üzerinde durulduğunu biliyoruz. Müslüman olarak Osmanlılar da yetimlerin mallarına zarar gelmesin diye, yetimlerin miras haklarını paraya dönüştürüp, yüzde 15’i geçmeyen bir oranda faizle işletilmesine izin verdiler. Bu sayede yetim, büyüdüğü zaman bu sayede birikmiş olan paranın tamamı kendisine veriliyordu. Bunu çok iyi kontrol ediyorlardı. Çok namuslu, dürüst vasiler seçerek yetim malını korumayı garanti altına alıyorlardı. Yetim malını korumak, devlet için çok önemli bir görevdi.
Osmanlıların faiz konusundaki esnekliklerinin belki bunların hepsinden daha önemli bir gerekçesi de vardı. Bugün Türkiye’de 780 bin km2de 80 milyon insan yaşıyor. Osmanlılar zamanında aynı coğrafyada bugünkünün onda biri kadar en fazla 8-10 milyon insan yaşıyordu. Bugün 80 milyonun 2-2,5 trilyon TL civarında geliri var. Yani fert başına geliri, 30 bin lira civarındadır. Geçmiş yüzyıllarda bu gelir de onda birinden fazla değildi. Bu durumda aynı coğrafyada elde edilen gelirin tamamı da bugünkünün ancak yüzde biri kadardı. Kısaca geliri düşük, yaygın ve seyrek bir nüfusu vergilendirmek gerekiyordu. Dolayısıyla vergi potansiyeli de çok düşüktü; vergi toplama işi de zor ve pahalı idi. Vergiyi toplamak için büyük bir maliyeci ordusuna ihtiyaç vardı. Devlet, bu işi kendi maaşlı memurları vasıtasıyla yapmaya kalkmış olsa, vergi yükünü birkaç kat artırması gerekirdi. Nitekim şimdi bakanlıklar içinde Maliye Bakanlığı en büyük harcama yapan bakanlıktır. Osmanlıların baştan beri yaygın vergi politikaları, hep az vergi almak üzerine kurulu idi. Mümkün olduğu kadar düşük vergi. Avrupa’yı kolonize etmek meselesinde mesela, Rumeli’ye ayak bastılar 1350’de. Ve yaklaşık 50 yılda Tuna’ya ve Adriyatik denizinin kıyılarındaki dağların eteklerine nasıl ulaştılar? İnsanlar Osmanlı yönetiminden çok memnun oluyorlardı. Çünkü düşük vergi veriyor, karşılığında güvenlik ve adalete kavuşuyorlardı. Nitekim bunu Grek tarihçilerin araştırmalarından öğreniyoruz. Mesela Osmanlılar, Bizans’tan Selanik’i 1380’de aldılar. 20 sene kaldı ellerinde. Timur savaşında tekrar Bizans’a geri verildi. Ama 20 sene sonra Çelebi Mehmet veya II. Murat tekrar aldı. Bir Grek tarihçi, Selanik’in bu 20’şer yıllık, önce Bizans, sonra Osmanlı, tekrar Bizans, tekrar Osmanlı dönemlerini karşılaştırdı ve şunu buldu; Osmanlılar gelince vergi yükünü yarıya indirdiler. 20 sene öyle kaldı. Tekrar Bizans geri alınca eski düzeye çıkarmaya cesaret edemedi ve Osmanlı vergi düzeyini ve rejimini muhafaza ettiler.
Osmanlı ekonomisinin insana yakın olan tarafı bu diyorsunuz…
Evet, düşük vergi. Herkese ekebileceği kadar toprak veriliyordu. Ekebileceği ve kendisini geçindirecek ve bu düşük vergileri ödeyebilecek kadar üretim yapacak şekilde. Verginin düşük kalmasını sağlamak üzere vergi toplama işini özelleştirdiler. Çok pahalıya mal olacak devlet memurları yerine özel olarak, kâr ve zararı kendine ait olacak şekilde hareket eden mültezimlere verdiler, vergi toplama işini. Onlar da mümkün olduğu kadar az masrafla maliyetini düşürerek hallettiler vergilendirme işini. Özelleştirmeyi nasıl yapacaksınız, faizle yapabilirsiniz. Faiz yoksa özelleştirme yapamazsınız. Mültezimler sarraflardan ve kredi verebilenlerden kredi alabildikleri oranda sistem işleyebildi. Mültezimlerin ödedikleri faiz yüzde 20 faiz civarında idi. O faiz dolayısıyla çıkan ihtilaflara ait davalar, hiçbir zaman kadı mahkemelerine getirilmedi; idarî mahkemelerde hallettiler bu davaları. Bu alanda faiz konusu esnetilmemiş olsa idi bu sistem işlemez, çökerdi. O zaman da maaşlı memurlar vasıtasıyla toplanacak vergileri çok artırmaktan başka çare bulunamazdı. Yüzeysel araştırmalara dayanarak iddia edildiği gibi iltizam rejimi vergiyi ağırlaştırmamış, aksine mümkün olduğu kadar düşük düzeyde kalmasına vesile olmuş bir uygulamadır.
Denetleme bölümüne dönelim mi, orası yarım kaldı çünkü…
Ziraatta biliyorsunuz, mîrî toprak rejimi var ve köylülere ekebileceği kadar toprak parçası veriliyor dediğimiz gibi. O da bölgenin verimine göre. Köylüler, üretim yapıyorlar ve düşük vergi ödüyorlar; kalanını ise çocuklarıyla tüketiyorlar. Bu, o zamana kadar Balkanlarda görülmemiş bir şey. Neyi, ne kadar yerde ekeceğini biliyor köylü. Elde edeceği üründen ödeyeceği vergiyi de önceden biliyor. Osmanlılar, angaryayı da kaldırdılar tamamen. Ve Osmanlıların hâkim olduğu her yerde halk hür ilan edildi. Kölelik kalktı diye düşünmeyin. Osmanlı reayası, hürdür tabiatı itibariyle. Ama kölelik rejimi ayrıca yaşıyordu. Bu hür insanlar, emeklerinin kendilerine ait olduğunu bildiler. Onun için meşhur Fransız tarihçisi Braudel, Osmanlıların Rumeli’deki genişlemesini ‘sosyal devrim’ olarak nitelendiriyor. Bu şekilde birbirine yakın büyüklükte ve mümkün olan azami refaha mazhar köylülerin ürettikleri mallar, şehirlere geliyor ve pazarlarda satılıyordu. Şehirlerde bunları satın alan esnaf, bu malları işleyerek çeşitli mamuller olarak yeniden halka satıyordu. Şehirlerde hammaddeyi alıp işleyen esnaf da, köylüler gibi birbirine yakın büyüklükte iş yerlerinden oluşan birimler halindeydi. Devlet, toprağı köylülere kendi dağıttı ve bu toprağın mülkiyeti benimdir dedi. Ama kendisi işletmeye normal olarak girişmedi, reayaya bıraktı. Mülkiyeti kendi nezdinde tutmasının iki önemli fonksiyonu vardı: Birincisi, üreticiler arasında toprak dağılımının değişmesini önlemek, ikincisi de toprağın atıl kalmadan sürekli işletilmesini devam ettirmek. “Eğer toprağını işlemezsen, o toprağı senden alır ve işleyecek bir başka köylüye veririm” diyor devlet. Şehirlerdeki esnafı da bu şekilde birbirine yakın büyüklükte iş yerlerinden oluşan loncalar halinde örgütlenmiş görüyoruz baştan beri ve bu hep devam etti. Birbirlerinden çok farklılaşmalarına devlet izin vermedi. Esnaf da bir kere cemaatçi yapı oluştuktan sonra aralarından birilerinin sivrilerek eşitlikçi yapının bozulmasına razı olmadı.
Öyle bir eşitlik ve adalet sistemi var yani…
Ziraî toplumda üretim azlığı var. Üretim fazlalığı, kapitalizmin dünyaya tanıttığı bir kriz türüdür. Ondan evvel kriz kaynağı hep mal kıtlığıdır. Diyelim dokumacılar; pamuk o kadar çok değil, tüccar bir ton pamuk getiriyor. 10 dokumacı varsa 100’er kilo düşüyor. Birisi 300 kilo alırsa, dur diyorlar. Benim hiç pamuğum yok, ne yapıyorsun? Onun için eşitlikçi bir yapı yerleşti ve esnaf lonca yapılanması şöyle idi: Üretimin her teknik aşaması ayrı bir esnafın alanına girerdi. Yalnız her aşaması değil, aynı zamanda her mal türü de ayrı bir loncanın uzmanlığına giriyordu. Bu sebepten çok dallı budaklı bir lonca sistemi oluştu. Bugünkü gibi vertical entegrasyon örnekleri hemen hiç yok. Yani pamuğu alan hallaç onu iplikçiye veriyor. İplik üretenler, o ipliği satın alan dokumacılar; onlar ayrı ayrı esnaflardır, onlardan alan basmacı ayrıdır, boyacı ayrıdır. Ayrıntıya girmemin sebebi şu: Malları ilk üreten köylüden alan esnaf, hemen nihai tüketiciye satmıyor. Birbirlerine satıyor esnaf. Tüccar hallaca, hallaç iplikçiye, iplikçi dokumacıya, dokumacı basmacıya, basmacı terziye, terzi nihayet tüketiciye… Bu sistem sayesinde kârları kontrol etmeyi başardı devlet. Pamuk tüccarı, satış fiyatını artırdığı zaman iplikçi buna itiraz eder, zira onun da dokumacıya satış fiyatını artırması gerekir. Bu zincirleme bağlantı sayesinde loncalar birbirlerini frenleyerek fiyatı ve dolayısıyla kârı artırmayı engelliyorlardı.
Osmanlı döneminde enflasyon yok denecek kadar düşüktür. 1500’den 1800’e kadar yıllık enflasyon yüzde birden fazla değildir. O sayede yetim mallarını hep paraya dönüştürebiliyorlardı. Bugünkü gibi enflasyon olsa yetim mahvolur. Onun için para sağlam, fiyatlar hızlı bir şekilde değişmiyor ve lonca sistemi birbirini denetliyor. Ama insanlar birbirini her zaman dinlemiyor tabii. Aralarında ihtilaf çıktığı zaman kadıya gelirler. Kadı ayrıntılı bir maliyet hesabı yapar ve bu hesaba göre, yüzde 10’u pek geçmeyen bir net kâr ilavesi ile meseleyi halleder. Fiyat kontrolü yüzde 10 kâr sınırlaması böyle uygulanır. Buna rağmen arada uymayanlar olabilir, ama sistem eşitliğe doğru güçlü bir vektörle hareket ediyordu.
Günümüzdeki popüler tarih algısına ve TV’lerde tarihin bu kadar çok konuşulmasına bakışınız nasıl?
Ben televizyonu sadece yemek yerken açıyorum, başka vakit yok çünkü. Popüler programların hepsi kötü değildir herhalde. Tarihimizin tabii ki çok beğenmeyeceğimiz yanları da var, her tarihte olduğu gibi. Ama çok önemli olayları da var. Örneğin Çanakkale’de olanlar. O başarıyı bilmek gerekir, yalnız ilimle anlatarak olmaz. Tarihimizi bilmemiz lazım. Onun için ilim olarak yapmamız lazım. Kendi tarihimiz diye kendimize yontarak değil, olup bitenleri çıplak aklın ve ilmin gerektirdiği şekilde analiz ederek anlamamız lazım. Bu çok zor bir iştir. Biz henüz yapmadık, yapamadık, yapamıyoruz. Ben kendi tarihçiliğimizi hiçbir şekilde yeterli bulmuyorum. Çok şeye ihtiyacımız var. Acil ihtiyacımız, bir kere disiplinlerarasılığın sağlanması. Yani yalnız tarih yaparak Osmanlı tarihi anlaşılmaz. Siyaset bilimci, sosyolog, psikolog, ekonomist, antropolog, demograf… Hepsinin bir araya gelmesi lazım. Bunların hepsini bir kişi bilemeyeceğine göre araştırma bilimleri oluşmalı. Bugün ilim artık esnaf usulü tek başına yapılan bir şey değil, bir grup çalışmasıdır. Kolektif bir çalışmadır, ama o çalışma henüz başlamadık. Herkes kendi başına gidiyor, bir belge tomarı buluyor, akla estiği gibi onlarla oyalanıyor.
Osmanlı’yı anlamak için ne yapmamız lazım?
Onu anlamak için bugünkü Türkiye sınırları içine kendimizi hapsetmekten kurtarmalıyız. O geniş imparatorluğu ulus devlet anlayışı içinde kalarak İstanbul’da tarihin tanıdığı en büyük çeşitlilikteki imparatorluğun sorumluluğu ile karar veren insanların ufkunu yakalamak hiç de kolay değildir. Amacımız sadece Türkiye tarihini anlamaktan ibaret bulunsa bile, sınırlarımızın dışına bakmak zorunluluğu vardır. Çünkü o tarihi, yarım bin yıl müddetle paylaşmış bulunan Irak, Suriye, Mısır, Kuzey Afrika, Yunanistan, Bulgaristan, Yugoslavya ve Romanya gibi Osmanlı bölgesi ülkelerinin tarihinden ayırarak anlayamayız. Bu ülkelerin tarihine ait kaynakların önemli bölümü Türkçedir ve bizdedir, ama sadece bunlarla yetinmeden bu bölgelerde yerel dillerdeki belge ve yayınları da izleyebilen uzmanlıklar düzeyinde, mümkünse o ülkelerdeki kurumlarla iş birliği içinde araştırmalara yönelmek, Osmanlı tarihini ortaya koyabilmek için gereklidir. Ama Osmanlı tarihini anlamak için bunlar da yetmez. Osmanlı’nın ilişki içinde olduğu Avrupa ve Asya dünyasını da tanımamız lazımdır. Ama asıl yapmamız gereken, 21’inci yüzyılda tarih araştırmalarında bütün dünyada giderek önem kazanmakta olan teknoloji tarihi, entelektüel tarih, tarihi demografi vb. alanlara doğru genişleyen uzmanlıklara ciddi olarak yönelmekle birlikte, asıl önemli eksiğimiz sosyal bilimlerle sıkı temas içinde tarih araştırmalarını yürütebilmektir.
Teşekkür ederiz hocam.
http://www.lacivertdergi.com/dosya/2016/03/01/kendimizi-yuceltmek-icin-degil-duzeltmek-icin-tarih-bilmeliyiz