Sait BAŞER
Bugün göçmüş. O çok sevdiği Rabbine kavuşmuş...
Bu kadar mı mükemmel, bu kadar mı mü’min, bu kadar mı Türk olunur!..
Uğruna bin canı olsa fedâdan çekinmeyeceği devletinin âcizliklerine, her bir ferdinin çilesini iliklerinde duyduğu milyonların tembelliğine, şuursuzluğuna karşı bir lutf-i İlâhî, bir kefâret gibiydi.
İnsandı, insan-ı kâmil idi…
O, hiç bir zaman, hediyelerini çamura bulayanlara küsüp giden bir “Gâv-i Bahrî” olmadı…
İrfan yoksulu bir kuşağı irşâd ile vazifeli olduğunu son hücresine kadar duya duya yaşadı.
Hiç bir karşılık beklemedi, hiç bir rüşvet türüyle çizgisini terk etmedi…
Âh Niyâzi Ağabey…
Cenâb-ı Hakk’ın hazinesi zengindir. İnşaallah o müstesnâ güzel ruhunun benzerlerinden bizi mahrum etmez!
Bu “yaşayan ölü”, “canlı şehid”e arkasından ne denir şimdi?
Rabbim hepimize sabırlar versin. Hizmetleri milletine maya olsun ki, onun da rûhu şâd olsun…
Eminim ki, Hz. Rasûl’ün âğûşunu açarak beklediklerindendi…
İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn…
Tesellîmiz Mağfiret-i İlâhi’dir…
Aziz milletimiz ne kaybettiğini eserleriyle öğrenir inşaallah…
Başımız sağ olsun…
***
EY DEDE KORKUT RUHLU ÂBİDE ADAM!..
Onu kâh bir savaş yorgunu Çanakkale gâzisi tasvîrine oturtabilirsiniz, kâh elinde demir asâ, ayağında demir çarık efsâne kahramanı bir Yunus rolüne koyabilirsiniz. Âkif’in ızdırapları içerisinde bulduğunuz bir hali de olur, Akşemsettin uyanıklığında yahut Ulubatlı Hasan rolünde gördüğünüz de… Onu Türk medeniyetinin taşıyıcı kahramanlarından herhangi birinin yerinde bulabilirsiniz. Ama suflîliklerin, riyâkâr politikaların, aydın ihanetlerinin, korkakların, bencillerin arasında hiç gören olmamıştır.
Seksenli, doksanlı yıllarda soğuk kış akşamlarında yalnızca gözlerini açıkta bırakan gri, tüyleri düğüm düğüm eski ve uzun bir atkıyla bütün başını sarmış, astarı çekmiş paltosuyla, gözleri içine dönük Bayezid Devlet Kütüphanesinden dönerken görürdünüz. Sabah kaçta gittiğini bilmiyoruz. Herhalde üşürdü. Belki aç da olurdu. Dişleri iltihap kapmıştı. Atkısını öylece dolaması sancıyı biraz azaltmak içindi. Bu dal gibi, elinin erdiğine imdada koşan güzel adamın kimseden yardım istediğini duyan gören olmadı. Hasta annesine İstanbul’un metruk bir semtinde edindiği evinde bakıyordu. Bu hal yıllarca sürdü.
Onun gözü milletinin yakın geçmişinde geçirdiği kıyametin kahramanlarına takılı kalmıştı. Yemen’de, Suriye’de, Filistin’de, Çanakkale’de yaşananları bizzat birinci derece belgelerden okumakta; yaşananlar yanında, akıl almaz acılara rağmen bir vatan ve değerler mücadelesinde bin canı olsa baş koyan son kahramanlıklar yanında, kendi şartlarının hikâyesini değil öne sürmek, düşünmekten bile utandığından bin defa eminim. İlk gençlik yıllarından itibaren bütün varlığı milletinin dertlerine merhem olmak düşüncesine adanmış bu destan adam, aslında son derece mâhir bir müteşebbis, yaratıcı bir fikir adamı, çevresini daimâ nefsine tercih etmiş gerçek bir toplum önderiydi. Ancak onu harekete geçirmenin tek yolu, fikrinizi millî bir davaya ilişkilendirmektir. Bu açıdan bakmayı unutmazsak, arkasında bıraktığı yolda onun teşebbüsleriyle kurulmuş gayet başarılı şirketler, organizasyonlar, yayın kuruluşları vardır. Ama bunların herbiri başında, bu kuruluşlar dünyevî bir değere ulaştıkça beliren, nice iktidar ve bölüşüm cidâli yaşanmaya başlandığında, o derhâl demir âsâsını alıp yeniden yola koyulmuştu.
Hani şu Gâv-ı Bahrî denen deniz ejderinin, derinlerden çıkardığı incileri sahilde kapışan ademoğlunu görüp, tekrar kendi dünyasına dönerek yeni inciler peşine düşmesi gibi, o da her defâsında yeni bir mücevher değerinde proje yahut yaratıcılıkla yoluna devam ediyordu. Gâv-ı Bahrî efsânesinde, bu mahir inci dalgıcının sonunda küsüp bir daha sâhile uğramadığı anlatılır.
Ama Niyâzi ağabey küsmedi…
Efsâneyi yendi!…
Sonunda küsmedi ama, bu devirde insanların dünya hırsıyla başedilemeyeceğini görünce yalnızca kalemine dayanmaktan gayrı bir yol da bulamadı. Yazdı ve söyledi. Özellikle hâlis bir gençlik gurubu onda kendi devam ve beka sırrını keşfetti. O da hiçbir çağrıyı ikiletmeden, iki kişilik gruplarla canlı TV programları arasında fark gözetmeden, her yerde medeniyetimizin şâhikalarından ve ruh iniltilerinden sahifeler açtı.
“Çanakkale Mahşeri” ile toplumunun hissen ona en yakın tabakası onu nihayet farketti. O da Çanakkale ile dikkatleri uyanan bu kitleye bir de Yemen’in (Yemen Ah Yemen) kayıp kahramanlarının bir asırdır gaybûbet alemine sırrolmuş hıçkırıklarını, dâvâlarını dinletti. Toplum bu reklamsız eserleri, derin bir sezişle tanıdı ve sanki bayrak edindi. Çanakkale ruhu, diriltici bir rüzgâr gibi, bir nefha-i ilâhî gibi memleket üzerinde yeniden esmeye başladı.
Onun özel bir hayatı var mıydı? Şahsî sevdaları, özlemleri olmadı mı hiç?.. Belki oldu. Elbette oldu. Bu kadar hassas bir kalbin mukadderatında aşk olmaz mı? Ama anlaşılan o ki, bu masum ve şahsî tecrübesini dahî toplumuna hediye etti. O yolunu kaybetmiş, sevmek sevilmek kavramlarının ezelî güzergâhından çok uzaklara fırlatılması sebebiyle, adını bildiği bu değeri yer yer ezip büzen, bazen istemeden kirleten milletinin zavallı gençliğine bir numûne-i imtisâl olmak üzere hediye eyledi. Adını da bir özeleştiri çeşnisiyle “Çağımızın Âşıkları” koydu. Romanlaştırdı. Onun kalem hayatı sadece milletine fayda ilkesine sadıktı. Edebî türün önemi yoktu. Gerekirse roman, gerekirse hikâye, gerekirse günlük gazete yazısı, gerekirse târih, gerekirse felsefe olabilirdi. Önemli olan varolabilmekti. “Var Olmak Kavgası” bu çağda yaşayan bir müslüman Türk delikanlısı için dünyanın en güç, en mesuliyetli, en şerefli mücâdelesiydi.
Madem ki bu varoluş mücâdelesini birileri bir yerden başlatacaktı, o kavganın zaman zaman farklı bataklıklara savrulan canlarına mukabil bir de hasbîlik örneğine ihtiyacı vardı. Çünkü mücadele çok kirletilmiş bir alanda cereyan ediyordu. Kavgaya girip paçasına pislik bulaşmayan çok az insan vardı. Temiz ve hasbî kalabilmenin mücadelenin devamı bakımından, ümitlerin tükenmemesi bakımından hayâtî önemi vardı. O bu doğru örneğin ta kendisiydi. Ne var ki, hiç kimse ondan böyle bir iddia da duymadı. O rahmetli Hilmi Oflaz’ı şeyh ilan edip, “şeyhi ıslah tarikatinin tek müridi” olduğunu söylerken, belli bir nükte içinde nefsine karşı teyakkuzu elden bırakmamıştır. Ama o, bu medeniyetin ve yoluna baş koyduğu davanın can evinde duran, o büyük ve iddiasız iddiayı, kendinde kendi oluşunu öz varlığında buldu, yazdı, söyledi… Türk Devlet Felsefesi’nden İslâm Devlet anlayışı’na kadar en ciddî kulvarlara dahî aynı iddiasız ve eleştiriye açık iradeyle ışık tuttu, görebildiğini göstermeye çalıştı.
Bu adam hiç bir zaman sabit fikirli olmadı. Pekâlâ bıyıkları yeni terlemekte olan bir delikanlıya kulak verdiği sahneler biliriz. Göstermelik pedagojik numaralara tenezzül etmeden…
Bu toprak meşrepli, çelik iradeli, haysiyyet, dostluk, sadakat ve vefa âbidesi, Dede Korkut ruhlu adam, bu eli bırakılıp ayağı öpülesi kahraman kişi, bu kâmil bilge yine aynı tevâzu zırhına bürünüp, hastalığını şehirden ayrı bir köşecikte geçirme kararı vermiş.
Ey yârenler, ey canlar!…
Duyan gören oldu mu?
Ah sevgili Mehmet Niyâzi ağabey!
Bir defa olsun şahsîleşmeden o engin arslan vekarınla, o büyük ufku nasıl buldun, bir ömür tuttun, korudun, kaldırdın, göndere çektin?!..
Bir uyanık gönüllü kalem ehli, ölü nakışlardaki destanı canlandıran bu destancının efsanesini mutlaka yazmalıdır. Senin görüp gösterdiklerinin, sendeki mahşerî gönülde sırlı olduğunu da birisi mutlaka söylemeli. Okuduğumuz, kaleminden dökülen metinlerin bir ulu gönlün deşifresi olduğunu milletinin çocukları bilmeli. Yüceliğin yüce bir gönül demek olduğunu…
O çok sevdiğin Allah’ından kalıcı, hayırlı şifâlar niyaz ediyor, daha nice destanlar yazacağın bereketli bir ömür ihsan etmesi için dua ediyoruz.
Ellerinden öpüyoruz.