Muhtelif şehirlerde şiir şölenleri yapılır. Rasim Köroğlu Elbistan’daki bir şiir toplantısından geldiğinde şöyle söylemişti; “Şiir şöleninde en büyük kazancım Ragıp Karcı Ağabey’i tanımak oldu.
Ragıp Karcı Ağabey benim hayatımda tanıdığım en renkli kişilerden biri idi. İnternete girseniz şunları okursunuz:
“Mehmet Ragıp Karcı (d. 1945, Siverek), Türk sinema yönetmeni ve şair.
Erzincan’da Askerî Lisede okudu. Ziya Gökalp Lisesi ve Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden mezun oldu. Devlet memuru olarak çalıştı. TRT’ye kamera asistanı olarak girdi ve stüdyo kamera servisinde çalıştı. Daha sonra yapımcı-yönetmen olarak Eğitim-Kültür Programları Müdürlüğü’nde görev aldı ve bu görevindeyken emekliye ayrıldı.
Alevi camiasında “Yezid Dede” adıyla da anılan Mehmet Ragıp Karcı (TRT’de kameramanlık yaptığı yıllarda, bir gün cemleri görüntülemeye gittiğinde, daha çok toy olan bir dedenin birçok cem erkanını bilmediğini ve yanlış yaptığını görünce, müdahale edip cemi kendisi yönetmiş, o günden sonra da, hem yeni cemler yönetmiş, hem de musahipleri olmuştur), şairliğinin ve yönetmeliğinin yanı sıra, bir saz yapım ustasıdır. Ahmet Dinç’in yazdığına göre (bkz. Kaynaklar bölümü), “Karcı, ‘sağ’ cenahın dar edebi çevresi ve medya camiası haricinde fazla tanınan biri değildir. Oysa kendisine yüklediği misyon, şöhretiyle kıyas edilemeyecek kadar büyüktür.” Karcı’yı kimileri saz ve türkü ustası, kimileri Osmanlıca hocası, kimileri şair, yazar, kimileri Sünni ve Nakşi, hatta Risale-i Nur talebesi, Alevi dedesi, kimileri de film yönetmeni olarak tanımaktadır.”
Daha bunlar yetmez, şunları da görürsünüz;
“-Gençliğinde saz çalma yarışmasına katılmış, ilk dörde girmiş. Diğerleri Arif Sağ, Cinucen Tanrıkorur, Orhan Gencebay.
-Aynı zamanda saz yapım ustasıdır. (iki tane de bana saz yaptı ama kısa saplı olanı bir programa giderken aldı, geri gelmedi, uzun saplı olan duruyor )
-TRT de program hazırlarken bir cem ‘de dedenin yanlışını işaret edince adı Yezit Dede’ye çıkmış .
-Kemal Tahir’in bazı romanlarını 16-19 yüzyıl Anadolu Türkçesi’nden günümüz Türkçe’sine aktarmış.
-Necip Fazıl Kısakürek bir sırrını emanet etmiş ve o evlendirmiş.
-Hanımını çok sever, yemekleri o yapar.
-Binlerce divan edebiyatı şairi tespit etmiş ve bunları on iki cilt olarak hazırlamış. vs.”
Kendisine saz çalma yarışmasını sorduğumda, öyle bir şeyin olmadığını, güzel saz çaldığı için arkadaşlarının böyle bir yakıştırma yaptıklarını söylemişti.
Hakikaten güzel saz çalar ve güzel saz yapardı.
Bir şiir şöleni için Eskişehir’e davet ettik. Şehir dışından gelenler Şeker Fabrikası’nın misafirhanesinde toplanmaya başladılar. Biz de Ragıp Ağabey’in sohbetini dinliyoruz. O sırada arkadaşın biri sazı ile geldi. Sazı görünce hemen istedi Ragıp Ağabey. Arkadaş da Ragıp Ağabey’i tanımıyor tabi, sazını verirken biraz naz etti. Hatta istemeye istemeye verdi.
Ragıp Ağabey sazı eline aldı, baktı akort bozuk. Saz sahibine sordu . “Acaba hangi düzende akort ediyorsunuz, ona göre yapayım?” Arkadaş ne bilsin düzeni falan, şaşırdı tabi. “Ne düzeni?” falan deyince, ” Abdal düzeni mi, bağlama düzeni mi, kara düzen mi, misket düzeni mi, müstezat düzeni mi?” diye saymaya başlayınca arkadaşta ses soluk kesildi, “siz bilirsiniz” diyebildi sadece.
O gün bize kısa bir konser vermişti. Yozgat Sürmelisi’ni beş ayrı tavırla çaldığı aklımda kalmış.
Aynı zamanda saz yapım ustasıydı.
Sazın göğüs kısmını bir ipe asar rüzgarın çarpmasıyla göğüsün sesini dinlediğini, ondan sonra saza monte ettiğini söylemişti.
Türküleri çok iyi bilir ve anlatırdı. Davut Sulari, İsmail Daimi, Terzi Fehmi gibi saz ustalardan saz çalmayı ve türküyü öğrenenmiş Ragıp Ağabey. Şöyle demişti türküler için;
“Melâl, her millete Allah tarafından bütün ruhların belâ demesi üzerine ihsan edilmiş hususi bir hâldir. Duygu değildir. Allah bu hâl mucibince kullarına yaklaşır. Uzaklaşmaz denilemez: çünkü O her an kuluna yakındır. İnsan uzaklaşır.
Melâlin ortaya çıkması bir sebebe mebnî değildir, kendiliğindendir. Yani melâl ümmîdir.
Allah kendisiyle kavilleşen her kuluna melâli ilk hediye olarak vermiştir.
Türküler bu yüzden hem sesleriyle hem de sözleriyle ümmî ve melûldürler. İrticâli oldukları için kalbin tam aynasından çıkarlar. Musikî ile aralarındaki fark ise îmâ ettikleriyledir. Musiki genellikle haber verir. Hesaplı kitaplıdır. Hesaplı kitaplı olduğu için de sadece bir heyecanı uyandırır; türkü ise hesap kitap yapmadığı için cezbeyi. Buna en iyi örnek olarak Bayburt’lu Zihni’nin Kerem ayağında okunan türkü haliyle, sarayda Şehnaz makamında bestelenmiş şarkı gösterilebilir. Anlatmakla olmaz, dinlemek lazım.”
Türküleri yanlış okuyanlara kızardı halkı olarak. Şu örneği vermişti;
“Solmazsa dünyada güzeller solmaz,
Bu dünya fanidir kimseye kalmaz,
Yalan dolan ile sofuluk olmaz,
Mümin olan bekler ……. gönül.”
Nokta nokta olan yerleri “berayı” diye okuyan da vardı, “ferahı” diyen de, “sırayı” diyen de.
Mehmet Ragıp Karcı Ağabey “vera’nın ne olduğunu bilmeyenler kafalarına göre bir şeyler söyler ” demişti.
Süleyman Uludağ bu konuyu şöyle izah etmişti;
“Sözlükte sakınmak, kaçınmak, çekinmek anlamındaki ‘vera’ kelimesi terim olarak haram olup olmadığı şüpheli hususlardan özenle kaçınıp helâl ve mubahların bir kısmından feragat etmek anlamında kullanılır. Bu sebeple vera, takvânın ileri ve özel bir şekli kabul edilir.
O zaman mısra şöyle olmalıydı;
“Mümin olan bekler verayı gönül.”
…
TRT de uzun yıllar kameramanlık, belgesel yönetmenliği yapmıştı. Belgesel çektiği Van dağlarındaki bir çobandan aldığı kilimi hediye etmişti bana.
Cem Töreni çekmek için geliyor Eskişehir’e. Genç bir arkadaş yönetiyor töreni. Bir yerde yanlış yapıyor, ikaz ediyor Ragıp Ağabey. Az sonra bir yanlış daha, yine ikaz ediyor ama bu sefer kızıyorlar. “O kadar biliyorsan sen yönet” diyorlar. Yönetiyor Ragıp Ağabey. Adı da Yezit Dede olarak kalıyor ondan sonra.
Bir mektubunda şöyle yazmıştı;
“
“Sevgili Mehmet Ali,
Rasim, İbrahim ağabey ve senin yapıp ettiklerinizi takdir makamında elbet değilim. Benim takdir makamında olduğum hiç bir yer ve zaman olmadı. Olanlar ayrıca takdir-i ilâhÎ olduğu için benim teberrük bâbında takdirimin her hangi bir kıymeti olamaz. Her milletin iyisi iyi kötüsü kötüdür buyurulmuştur. Ancak bir Rus yazar’ın söylediği, bizim değerli yazarımız Kemal Tahir’in de tekrar ettiği, Kemal Tahir bizim olduğu için
ondan nakletmeyi uygun bulduğum bir cümle vardır: “Mensubu bulunduğunuz toplum içerisinde fertleri iyi veya kötü diye ayırmaktansa, bu insanların bir toplum olarak ortaya çıkardıkları değerlere bakmak lazım.” Bizim milletimizin de iyisi iyi kötüsü kötüdür elbet. Ancak mektep tahsili için Ankara’ya gelip de sanat ve edebiyat ve sanat ehliyle tanışınca tefekkür sahası diye üleştikleri sahanın aslında arazi-arsa çekişmesi olduğunu anlamam uzun sürdü. Yâni sanatçı veya yazar diye bilinen insanların millet fertlerinin bir arada ortaya koydukları eserlerden çok ortadaki hercümerçten koparabilecekleri pay dı bütün gayretleri. Edebî muhalefet gibi görünen gayretlerinin çoğunun altında, siyasî arenada belli bir oy sınırını aşmış partilerin aldığı hazine yardımından, muhalefete çıkan paydan nasiplenmek olduğunu anlamam hayli gecikti. Halisâne gayretlerin bir çırpıda olmasa da ikinci üçüncüde çöküp gittiklerine şimdi yanıyorum ama, şimdi de elimizden bir şey gelmez; o zaman da gelmiyordu. Şimdi ancak o hazine yardımına dönüp bakmayan halisane gayret sahiplerinin başlarında taşıdıkları ak alınlarına gösterdiğimiz saygıyla yetiniyoruz. Hâ sonradan başlarında taşıdıkları o ak alınlarının da yeni ve bu defa daha büyük paylara medar olanlar da var ve çeşitli iktidarlar zamanında devletin cebinden özellikle şu sıralar ellerini çekmedikleri görülüyor. Geçelim,
Konuşma sırasında ortaya çıkan şiir idrâki meselesi yıllardır tartışılıyor. Şiir idrâki sözü benim şiiri okurken benim içime verdiği dağdağayı fehmetmek için sarf ettiğim bir ifadeydi. Sonradan bu ifadenin de aslında yetmediği ortaya çıktı. Çünkü şiiri idrâk düşünüp üzerinde fikir veya tahassüslerini beyan etmekle görevini tamamlıyordu. Oysa şiirin idrak merkezi olan akıl ve akıl melekesini harekete geçirecek ötede daha ötede bir aleme ihtiyaç vardı. İşte idrâkin bittiği yerde şiirin imâ ettiği öteyi taarrüf edecek bir başka sahaya ihtiyaç vardı: İrfan.
Bilginin insanda belli makamları vardır. İlm-el yakîn. Bilgi yoluyla ateşin varlığını bilmek Ayn-el yakîn: Ateşin olduğunu görerek bilmek. Hakk-el yakîn: Ateşte yanarak bilmek. Bizim tasavvuf mektebinden devşirdiğimiz hayat macerası bu şekilde özetlenebilir. Nesîmî:
Çün gide ortadan hicâb ayne mübeddel ola ilm
Biline anda kim kimin kalb-i selÎm içindedir.
Diyor. Sıralama böyle. Bir de şöyle bir belâ:
Şöhret olmuş sahrâ-yı cünûnda Kays ile Kûhken
Gelsinler huzûr-ı aşkda imtihân olalım.
Kays (Mecnûn) ile Kuhken (Ferhat) ilm-el yakîni ayn-el yakîni geçtiler ve şöhret oldular: Peki aşkın huzuruna erdiler mi. Eğer erdilerse huzurda imtihan olalım. İşte sevgili Mehmet Ali şiir okumak ve türkü dinlemek böyle belâlı bir iştir. Şiir nasıl irfan için ötede daha da ötede bir yürek arıyorsa, türkü bu öteyi üçe dörde katlayarak taleb eder. Bazı adına sanatçı denilen şahısların (bayan-erkek) türküleri ağızlarını eğip bükerek, bir de meselâ Romalı imiş de türküyü Romalı şivesiyle icra etmeye çalışanlar türküyü bir müzik parçası haline getirmeye çalışanlardır. Bağıra bağıra, sesimizin çıktığı kadar haykıralım: Türkü bir müzik parçası değildir; bir şiir metni de değildir. Onların daha üzerinde, istediği zaman iki unsuru da kullanarak kendini belli eden bir hayatiyettir. İşte tam bunu söylerken türküleri sırtlayıp dağa çıkma zamanıdır.
Eskişehir’e Rasim’e İbrahim Ağabey’e selam.”
Divan edebiyatında yetmiş bin civarında şair tespit ettiğini, bunları on iki ciltte topladığını, Kültür Bakanlığı’na ilettiğini söylemişti. Kültür Bakanlığı’nın da “bunları üç cilde indir yayımlayalım” dediğini anlatmıştı.
…
Eskişehir’e geldiği bir gün trenden aldım kahvaltı yapmaya gittik. Ben çay da söyledim, itiraz etti, dediği şu; “Çay bir şeyle içilmez. Çay yalnız içilir, çayın haysiyeti var.” Dilaver Cebeci Ağabey de öyleydi.
…
“Müzik evrensel değildir, insandır evrensel olan” diye yazmıştı.” Yurdumun gurbetlerini sırtlarında taşıyan müzik ve hüzün ustaları” diyordu.
Bir şûh-i sitemkar yine saldı beni derde
Koydu nitekim başımı bin türlü kederde
“Türkülerin mahzun gönül yapısının bu eserin tam da ortasında kanat çırptığını” ifade etmişti.
Bir şiirine Erciş’li Emrah’tan şu mısraları almıştı;
Kefen yetişmezmiş garip ölene,
Meğer yarin yazmasına saralar.
Şiir kitabında şu satırları işaretlemişim;
Hangi göktür kuşağının altından geçip geldiğimiz
Hangi incilerdir üstünde parlayıp duran ellerinin
Sen nerden geliyorsun böyle üstün başın deniz
Çok eski bir ceylanı hatırlatıyor hüznü gözlerinin.
Bir başka şiirindeki mısralar şöyleydi;
Hangi türküyü söylersen içindedir yüreğim
Hangi buluta çevirsen şiirini
Yağmuruna sinmiş kederdeyim.
…
Sayfama köyden bir fotoğraf koydum, “yalnız ve çay içerken” diye az sonra cevap verdi; “Yalnızlık diye bir şey yoktur. İnsan önce kendisiyle, aslında Allah’ladır. Kendin ve Allah’la barışık olmama karanlığının adına yalnızlık diyorlar. Çayını kendinle ve Allah’ın rahmet eliyle içersen ne kadar kalabalık olduğunu anlayacaksın. Afiyet olsun, ”
…
Yine bir gün bir dörtlük koydum;
“Canım” dedim can evimde sakladım,
Her âhımda yıldızları okladım,
Bulut oldum
öptüm
, sevdim, kokladım,
Dağ dedim de yüreğime sardım yâr.
Aradı hemen “bulut geçer de sevda geçmez. O ifade yanlış” diye.
…
Baypas ameliyatı olacaktı. Ben de sekiz ay kadar önce olmuştum, ameliyatı , ameliyatın safahatını anlattım. 31 Ekim 2019 da ameliyat olmuş, hastaneden o haliyle fotoğrafını göndermişti.
Sadece fotoğraf göndermez dinlemem için türkü de gönderirdi. Son gönderdiği türkü şu idi;
Gül yüzlü sultanım beni ağlatma
Aşığı ağlatmak ar değil midir
Yüreğimi aşk oduna dağlatma
Bu sinemde yanan nar değil midir
Dost hü hü
Her nereye varsam methin eylerim
Senin hayalınla gönlüm eylerim
Senden başka kisb ü kârı neylerim
Cemale baktığım kâr değil midir
Dost hü hü
Ela gözlüm kapınızdan kesilmem
Turab olup her ayağa basılmam
Garip mansur gibi dara asılmam
Zülfün teli bana dar değil midir
Dost hü hü
Dostun muhabbeti derunu dilden
Alem bir yan olsa vazgeçmem senden
Dedim dostum niçin kaçarsın benden
Dertli kemter sana kul değil midir.
…
Divan Edebiyatı söz konusu olunca saatlerce konuşabilir, her şairden şiirler okuyabilirdi.
Talat Aydemir hadisesinde ordudan atılanlardan biri idi Ragıp Ağabey. İbrahim Sağır Ağabey de eski bir ordu mensubu idi. Ragıp Ağabey’e “İyi ki ordudan atılmışsın. Yoksa bu güzel bilgileri, şiirleri sizden dinleyemezdik. Belki de şimdi burnu havada bir albay olurdunuz” diye şaka yapmıştı.
Ragıp Karcı’nın Yeni Bir Sevda Süleyman’ı, Bir Başkasının Kitabı, Yakarış Temrinleri, Tut Elimden Düşmeyelim, Türkü Dinleme Temrinleri adlı kitapları vardı.
Mehmet Ragıp Karcı Ağabey’e rahmetler dileyerek bir şiirini okuyalım.
Yalnız Sana Yazılmış Şiir
Bilmem ne yükünün kervanı geldi
Şiirime düştü kuş ağıtları
Dedi gam dağıdır Kerem yükledi
Al kana boyadı ak kâğıtları
Güvercin pırıltılarından düşler çıkarmanın ustası
adımı bir bakışta değiştiren elem
Yâni dağ gibi yüreklerle söyleşen şiir
çeşmelerden düşler çıkarmanın ustası
Bir buluttan alıp ötekine damlayan hüzün
Ellerini göğsüme uzat al içimi değiştir
Ellerini ellerime almadan
Yüreğinin hallerini sormadan
Düşler görüp huylarını bilmeden
Yoluna düşürdüm sözden atları
Büyüttüğün sevda ağıtlarını unut türküler söyle
Sesini şiirlere söylet, şiirlerine hasretini
Düşlerinde yeni sabahlar gör
yanına ister beni al ister şiirlerimi
Her söz sana uzatır kendini
Şiirdeki her ses senin
Seni söylemeye daha vakit var
Seninle kaldırmaya şiirin duvaklarını
elini arar sabrın kırk düğüm ötesinde yeşeren
Yaşamayı eteklerinden tutar sesindeki ışık
Bir de içimizde hasretin demirden parmaklarını
Ak alnına yazdım hasret sözünü
Söyleyelim aşk halinin azını
Fırsat vermez felek görsek yüzünü
Bin yıla döndürür bir saatleri…
Mekânı cennet olsun. Fatihalarla…