Merkezin sağı da solu da kapalı yapıları değil, açık yapıları temsil etmek durumundadır. Açık toplum, bilindiği üzere ulusu; kapalı toplum da cemaati temsil eder. Birinde esas olan aleniyet, diğerinde gizliliktir. Birinde geçişkenlik ve uzlaşma, diğerinde kapalılık ve çatışma; birinde sosyal mutabakat, diğerinde gizli gündemleri dikte etme; birinde kesin inanç, diğerinde hayatın dinamizmi. Birinde sıradan insanlar, diğerinde karizma.
Adı ve sloganı her ne olursa olsun, ulusun tamamını kapsamayan hiçbir söylem ve uygulama, ulus kavramının ne zarfı ne de mazrufu olabilir. Olsa olsa önündeki engel olabilir.
*****
Prof.Dr. Abdulkadir İLGEN
Türkiye’de merkezin sağı çok eskilere gitse de, cumhuriyet devrinde bu damar asıl olarak DP, AP, ANAP, DYP ve AK Parti üzerinde uzlaşan çizgiyle temsil edilmiştir. Şimdilerde bu damar kendini yeniden tanımlama sürecine girdiğinden sahne yeni sahibini bekliyor. Merkezin sağındaki süreç aslında hep şimdiki gibi işlemiş; merkeze oturan parti, zamanla kendi bileşenlerinden bir kısmını dışarıda bırakmış ve yerini başkalarına devretmiştir.
***
Cumhuriyet devrinde merkezin sağındaki ilk parti DP’dir. Bu çizgi her ne kadar aydın despotizmi gibi görünen CHP’nin içinden çıkan modernist ve ittihatçı çizginin devamı olan kadrolarca kurulsa da, tabanın ona biçtiği rol, onu daha çok muhafazakâr ve popülist bir çizgiye çekmiştir.
Çok partili hayattaki bu ilk deneme, başlangıç yıllarında biraz da tek partiye duyulan reaksiyon ve güven eksikliğinin verdiği ürkeklik ve tereddütle onu, demokratik ve halkçı bir çizgide konumlandırmışsa da, zamanla o da içinden çıktığı parti gibi muhalefeti “vatan hainliği” ile eşdeğer bir çizgide gören otoriter ve bütüncü bir çizgiye evirilmiştir. Neticede başlangıç yıllarında merkezin kaygılarını dikkate alan ve çoğulcu politikalar izleyen parti, zamanla tekçi politikalar ve tahkikat komisyonları gibi antidemokratik uygulamalarla bambaşka bir yola girmiştir.
O dönemde bu politikalara sadece Türkiye’yi çok partili hayata sokan İnönü’nün başında bulunduğu CHP değil, aynı zamanda liderliğini Osman Bölükbaşı’nın yaptığı CKMP ve içlerinde Ali Fuat Başgil gibi Anayasa Hukukçularının da bulunduğu sağ liberal aydınlar şiddetle karşı çıkmışlardır.
Ali Fuat Başgil, malum, Hür Fikirleri Yayma Cemiyetinin de kurucularından ve anayasal demokrasiyi savunan ilk anayasa hukukçularımızdan biridir. “Anayasanın üstünlüğüne dayanmayan bir demokrasi er, geç oligarşiye istihale etmeye mahkûmdur” sözü ona aittir. Burada itiraz, “milli irade fetişizmi” de diyebileceğimiz çoğunluğun tahakkümüne karşı hukukun üstünlüğü ve anayasal güvencedir.
O halde yapılması gereken; “Anayasa’da devlet organlarını ve bunlar karşısında vatandaşların hak ve vazifelerini açık bir şekilde tarif ve tespit etmek; Anayasa’nın diğer kanunlar karşısında üstünlüğünü kabul ederek, sert anayasa sistemi yoluyla bu üstünlüğü korumak; Kanunların Anayasa’ya uygunluğunu tarafsız bir yargı organının denetimi altına koymaktır”.
***
Türkiye’de Anayasa Mahkemesi de dâhil birçok anayasal kurumun sonraki yıllarda, bilhassa sağ muhafazakârlar tarafından millî iradeye karşı “vesayet kurumları” şeklinde nitelendirildiği ve bunun üzerinden siyaset yaptığı bu durum; demokrasi talebi ve milli irade mottosunu dillerinden düşürmeyen Türk Merkez sağının içine düştüğü en büyük açmaz ve çelişkilerden biridir.
Neticede DP askeri bir darbeyle iktidardan düştü. Arkadan Adalet Partisi geldi. Oradaki büyük kırılma ise “koca reis” Sadettin Bilgiç (1920-2012) ve arkadaşlarının tasfiyesi; sonrasında ise Ferruh Bozbeyli ve arkadaşlarının ana gövdeden ayrılmalarıdır. Bunu, liderliğini Necmettin Erbakan’ın yaptığı MNP izledi.
Ana gövdeden ayrılan bu büyük kopuşlar her ne kadar merkezin sağını bitirmediyse de, onu koalisyonlara mahkûm etti. 1970-1980 arası Türk sağının toparlanma-dağılma sancılarıyla geçmiştir. Nihayet 12 Eylül’le demokrasi bir kere daha kesintiye uğradı. Merkez sağ bu sefer ANAP çatısında birleşti. Doksanlı yıllardan sonra, bilhassa Özal’ın ve sonrasında Demirel’in Çankaya’ya çıkmasından sonra işler yeniden değişti.
Bilhassa 94 ve 28 Şubat sürecinden sonra merkezin sağı yeniden bunalıma girdi. Tarih tekerrür ediyor gibiydi. 2001 seçimleri, yaşanmışlıklardan ders almış bir kadronun iktidarı devralmasıyla sonuçlandı. Bu deneme de, belli ki merkezin sağını toparlama gayretinin bir sürümüydü. Başlangıç yılları ve bilhassa 2010’lara kadar bu çizgi de Türkiye ortalamasının değerlerine riayet, AB normları, temel insan hakları ve demokratik çıtanın yükseltilmesi ve ekonomik refahın arttırılması gibi başarılı bir performans izledi.
Daha sonra burada da geçmiş tecrübelerde yaşanan süreçlerin benzerleri ve daha fazlası birebir yaşanmaya ve merkezin yeniden derin bir bunalıma girmesi süreciyle karşı karşıya gelindi. Şimdilerde merkezin sağında yaşanan bunalım budur. Söz konusu çizgi iktidar olunca, bu bunalım aynı zamanda ülkenin de bunalımı olmaktadır. Görünen o ki, şimdi de merkez sahibini ve çizgisini yeniden aramaktadır.
***
Bilhassa başkanlık sistemine geçişle birlikte yeni durum, bazıları tarafından yıllardır beklenen bir özlemin gerçekleşmesi olarak selamlandı. Buna göre Türk-İslam sentezi gerçekleşmiş ve bu toprakların yıllarca beklenen özlemi gerçekleşmişti. Oysa bu toprakların özlemi en eski devirlerden beri “sulh ve istikrarın” sağlanmasıydı. Çağdaş terimlerle güven ve demokrasi.
Gökalp, tam da bu yüzden “eski nizamımız” demişti, ‘aşiret velâyeti yerine “amme hukuku” ve amme velâyetini tesis etmektir’. Bazılarının dışarıdan dâhilî kargaşa gördüğü bütün kavgalar, bu hukuku tesis için yapılmış dirlik ve düzenlik kavgası idi. Türkiye’nin normali de özlemi de budur: Amme hukukunu dava edinmek, onun için mücadele etmek!
Bu, dün olduğu gibi bugün de böyledir. Çağdaş terimlerle ifade edilirse “kapsayıcı anayasal kurumları” inşa etmektir. Özlem ve ideal budur. Cumhuriyeti kuran kurucu iradenin ana davası da bu olmuştur. Orada da temel hak ve hürriyetler, iki temel kavramla milliyetçilik ve laiklik kavramlarıyla güvenceye alınmak ve yasal bir statüye kavuşturulmak istenmiştir.
***
Buna göre yasalar önünde devlete yurttaşlık bağıyla bağlı herkes; renk, ırk, köken, din, mezhep ve bölge ayrımına bakılmaksızın Türk sayılmış ve devletle aralarındaki mesafe eşitlenmiştir. Laiklik de böyledir. O da hiçbir ayrım yapmaksızın bütün yurttaşların hem idareden hem de devlet dışı oluşumlardan kaynaklanabilecek muhtemel baskılara karşı bireyin hak ve özgürlükleriyle yaşam biçimlerini güvenceye almak amacıyla yapılmış anayasal bir düzenlemedir.
Bunun tersi kabile ve cemaat asabiyesi, klik ve hizip siyaseti; aşiret psikolojisidir. Merkezin sağı da solu da ancak, amme menfaati ortak paydasında buluşan ilkede, ulus potasında birleşebilir. Bugün merkezin sağı, kendini tanımlama sancılarında ve bunu aramakta, bunu kurmaya çalışmaktadır. Aksi, merkezin değil marjın siyaseti; hizip ve zümrelerin, kapalı yapıların cidal sahasıdır.
Merkezin sağı da solu da kapalı yapıları değil, açık yapıları temsil etmek durumundadır. Açık toplum, bilindiği üzere ulusu; kapalı toplum da cemaati temsil eder. Birinde esas olan aleniyet, diğerinde gizliliktir. Birinde geçişkenlik ve uzlaşma, diğerinde kapalılık ve çatışma; birinde sosyal mutabakat, diğerinde gizli gündemleri dikte etme; birinde kesin inanç, diğerinde hayatın dinamizmi. Birinde sıradan insanlar, diğerinde karizma.
Adı ve sloganı her ne olursa olsun, ulusun tamamını kapsamayan hiçbir söylem ve uygulama, ulus kavramının ne zarfı ne de mazrufu olabilir. Olsa olsa önündeki engel olabilir.
——————————————
Kaynak:
https://www.karar.com/gorusler/merkezin-sagi-1638398