Mevlânâ’nın Yazı Dili Niçin Farsçadır?
Prof.Dr. Neşet ÇAGATAY
Mevlana Celaleddin Rumi özbeöz Türk olduğu halde, yurdumuzda ve yabancılar arasında onun, mesnevi’deki ve divan-ı kebir’deki şiirlerini, mecalis-i seb’a, fıh-i mafıh ve mektubattaki nesir yazılarını niçin Türkçe yazmadığı konusu tartışılıp durmuştur.
Mevlana’nın Konya’da medresede verdiği dersler de Farsça idi. O bu dersleri, sokaktan gelen kişilere değil, Farsça bilen, felsefede, tasavvufta ve İslami bilimlerde yetenekleri olan elit bir topluluğa veriyordu. Zaten bir kişi Farsça bilse de, o bilimlerde behresi yoksa o dersleri anlıyamazdı. Onları anlıyabilmek için temel gerekti. Bu derslerin Farsça verildiğini, bunlardan bir kısmını oluşturan Farsça “fıh-i mafıh” adlı eserinden de anlıyoruz.
Celaleddin Rumi, şiir halindeki ve nesir halindeki bütün eserlerinde bir hayli Türkçe sözcük kullanmış ve bir miktar da Türkçe şiir yazmıştır ama on onbeş beyti geçmeyen bu Türkçe şiirler, mesnevinin yirmi yedi bin beşyüz beytine ve divanın otuz beş bini aşkın beytine kıyasla hiç denecek kadar azdır.
Kendisi Türk ve anadili Türkçe olan bir kişinin başka dillerde yazdığı eserlerde anadilinden sözcüklerin, terimlerin yer alması kadar doğal bir şey olamaz. Bu onun Türklüğünün özelliği ve simgesidir. Bunlara ve
Bigane megirid mera zin kuyem– Der kuy-u şuma Hane-i hod micuyem
Düşman neyem her çend ki düşmen ruyem–Aslem Türkest egerçi hindu guyem
dörtlüğünde Türk olduğunu en açık bir biçimde söylemesine rağmen, eserlerinin Farsça olması nedeniyle kendisini İran asıllı sayanlar epey çoktur. Mevlana, eserlerini neden Türkçe yazmadı da Farsça yazdı? Bu konuya girmeden önce, onun doğup büyüdüğü çevre ve çocukluğu üzerinde biraz durmak İstiyorum.
Bilindiği gibi Ahmed Eflaki, Mevlana’nın doğumunu, “Menakıb ülArifin” adlı Farsça eserinde ayıyla günüyle H. 6 Rebiyülevvel 604 (M. 30 Eylül 1207) olarak yazar. Yine bu esere göre Mevlana ve babası Bahaeddin veled 1212 yılında, oturmakta oldukları Belh şehrinden çıkmışlardır. Bu göçün nedeni olarak da Harezmşahlar Sultanlığı şehirlerinden Herat’ta ya da bu devletin yeni başkenti Urgenç’de(1) dersler vermekte olan şafiî bilgini Râzî (Fahreddin Ebu Abdullah Muhammed Razi: 1149-1209)ile aralarının açılmasını gösterir.
Helmul Ritter’in de dediği gibi(2) biz de bu söylentinin doğru olmadığını sanıyoruz; Çünkü Fahreddin Razi, Bahaeddin Veled’in Belh’ten ayrılışından üç yıl önce ölmüş bulunuyordu. Ayrıca Râzî’nin Belh şehrine geldiğine dair kaynaklarda hiç bir kayıt yoktur.
Sultan Veled, İbtidaname adlı eserinde sadece, dedesi Bahaeddin Veled’in Belh halkına darıldığını ve ülkeyi bu yüzden terk ettiğini bildiriyor. Sultan Veled ayrıca Belh’in Moğolllar tarafından alındığı haberi ulaştığı zaman dedesinin yolda olduğunu söylüyor. Moğollar, Belh’i 1218 yılında aldığına göre Mevlânâ ile babasının Belh’ten 1218 veya 1217 yılında ayrılmış olmaları gerekir.
Bize gör Bahaeddin Veled’in çoluğuyla çocuğuyla bu yolculuğa çıkışı, Moğol vahşeti korkusundandır.. Çünkü Moğol hükümdarı Cengiz’in (kendisine Temuçin de denir: 1115-1227), Harezmşahlar hükümdarı Kudbeddin Mehmet’le (saltanatı: 1200-1220)3 arası o sırada eyice açılmıştı. Öte yandan Kutbüddin Mehmed, ne Nâsırı ne de onun halifeliğini tanımayıp Alaelmülk Tirmizi adında birini kendisine halife (dini lider) atamıştır. Hunun üzerin Abbasi halifesi Nasır Lidinillah da (Ebu’l-Abbas Ahmed b. el-Mustazi; hilafeti: 1180-1225. Yaşamı: 1155-1225) Cengiz’i, Harezmşahlar Devleti topraklarına aldırmaya kışkırttı.
Bütün bunlar ve Moğollar’ın doğuda kanlı baskınlar yaparak batıya doğru yürümeye başlamaları, Harezmşahlar ülkesinin yakında kanlı bir savaş bölgesi haline geleceğinin gösteriyordu.
Bahaeddin Veled herhalde bu durumları, bilimsel çalışmaları ve yaşamı için tehlikeli gördüğünden göç etmeye karar vermiştir.
İranlı büyük bilgin değerli dostum rahmetli Bediüzzaman Firuzanfer de “Mevlânâ Celaleddin Muhammed meşhur be-Mevlevî” adlı eserinde Bahaeddin Veled’in Moğol korkusundan Belh’ten çıktığını söyler.
O’nun bu göç sırasında, yolunun üzerinde bulunan Nişapur’a uğradığı, ünlü İran şairi Feridüddin Attar’la (1119?-1193?) görüştükleri, Eflakî’nin verdiği doğum yılı doğru se o sırada beş altı yaşlarında olması gereken Celaleddin’e iltifatlarda bulunduğu hatta “Esrarname adlı eserinin ona hediye ettiği de söylenir(4). Bu ziyaret sırasında Attar, Bahaeddin Veled’e “umarım ki yakın bir gelecekte oğlun âlemde gönüllere ateş verecek, onları yakacak” demiş. Mevlânâ, Attar’ın Esrarnamesini hep yanında saklamış, bu kitaptaki bazı öyküleri, daha sonra yazdığı Mesnevi’sine almış.
Oysa ki Devletşah’ın (Devletşah Alaüddevle Bahtişah Gazi Semerkandi: 1431-1495?) Tezkiret üş-Şuara’sına göre Feriüddin Attar 1119 yılında doğup 1193 yılında ölmüştür. Buna göre Bahaedddin Veled’in batıya göç etmesi Attar’ın ölümünden on dokuz yıl sonra olması gerekir.
Anadolu’da orta çağın uzunca bir bölümünde XIV. Y. Yılın sonlarına dek yaşamış olan Türk büyüklerinin yaşam öyküleri genellikle İranlı ve Arap yazarlar tarafından kaleme alınmıştır. Onlar da bunları yazarken objektif ve titiz davranmadıklarından bu biyografilerde büyük yanlışlıklar ve eksiklikler göze çarpar.
Anadolu Türkleri arasında tezkire ve biyografi yazarları oldukça geç yetiştiğinden bu bölgede yetişen şair, edebiyatçı ve tarihçilerimizin hayatlarının doğru ve bilimsel olarak tesbiti güç olmuştur. Örneğin, onüçüncü yüzyıl Anadolusunun sosyo-politik, ekonomik ve düşün hayatında çok önemli bir rol oynamış bulunan Ahi Evren, Hacı Bektaş Velî, Nasrüddin Hoca, Tapduk Emre, Yunus Emre gibi Türk büyüklerinin yaşam öyküleri hakkındaki bilgiler yeni gerçeğe yaklaşık olarak tesbit edilmeye başlanmıştır. İranlı şair Feridüddin Attar’ın doğum ve ölüm yıllara içinde değişik rakamlar verilmektedir; Kendisinin, yukarıda dediğimiz gibi 1119-1193 yılları arasında yaşadığı yazılmakta ise de 1234 yılında öldüğü üzerine yeni bir görüş de vardır.
Bu durum, Mevlânâ Celaleddin Rûmî içinde öyledir. Mevlânâ’nın hayatından söz eden “Menakıb ül-Ârifin” adlı Farsça eserin sahibi yerli yazarımız Şemseddin Ahmed Eflâkî (1291-1360), Mevlânâ’nın ölümünden on sekiz yıl sonra doğmuştur. Bu nedenle onun Celaleddin Rûmî hakkında verdiği bilgiler, başkalarından alınmadır, yanlış olabilir netekim deyanlıştır; çünkü Mevlânâ, kendi eseri olan Fih i mafih’te, 1212 yılında, Harezmşah hükümdarı Kutbüddin Mehmed’in, Semerkand’ı alışı sırasındaki bir olaya tanık olduğunu söylemektedir. Öte yandan yine Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî ile buluşmasından söz ederken “altmış yaşımda yakaladın beni” diyor. Şems’in Konya’ya gelişini yani Mevlânâ’ya rastlayışını ayı ile günü ile ve saati ile kesin olarak biliyoruz.
Sayın Mehmet Önder “Gönüller sultanı Mevlânâ” adlı eserinde bunları ayrıntıları ile bildirir. Büyük mutasavvıf şairimizin doğum yılı ve yaşamının ilk sıraları üzerine rahmetli Abdülbaki Gölpınarlı da geniş bir makale yazmıştır.
Şems-i Tebrizi, Konya’ya 1244 yılında gelmiş ve Mevlana’ya bir akşamüzeri, İplikçi Medresesi’nden bineği ile evine dönerken raslamıştır5. Mevlana kendi ifadesi ile o sırada altmış yaşlarında olduğuna Şems de onunla 1244 de buluştuğuna göre Mevlana, Belh’de 1186 yılında doğmuş olur(6).
Burada benim asıl amacım, Mevlana’nın doğum, ölüm yıllarını tesbit etmek değildir. Bu konuyu, biraz önce kendilerinden söz ettiğim iki değerli bilginimiz ve H. Ritter uzun uzun inceleyip sağlam sonuçlara varmışlardır.
Ben, onun doğum yılı, çocukluğunun geçtiği çevrelerden hareketle Mevlana’nın şiir ve nesir halindeki eserlerini Türkçe yazmayışının nedenlerine değinmek istiyorum.
Celaleddin Rumi’nin eserlerini Farsça yazmasının iki önemli nedeni vardır: Birincisi, o bölge şehirlerindeki şairler, düz yazı yazan edebiyatçılar, felsefeciler ve mutasavvifler gibi bilim adamları arasında, medreselerde Farsça yaygındı. Oralardaki dersler genellikle Farsça yapılıyor, eserler Farsça yazılıyor hatta devletlerin resmi yazışmalarında Farsça kullanılıyordu. Bilindiği gibi bu gelenek, Anadolu Selçukluları veziri Karamanoğlu Mehmet Bey’in 1277 yılında Türkçeyi resmi dil ilan edişine kadar Anadolu Selçukluları’nda da sürmüştür.
Yukarıdaki ip uçlarına dayanarak Mevlana’nın 1186 da doğduğu kabul edilebileceğine göre o, babasıyla Belh şehrinden göç ettiğinde yirmi beş otuz yaşlarında bulunuyordu. Bu yaşa kadar okuyup yazdığı belki de şiir söylediği bir edebi dili bırakıp Türkçe yazamazdı; çünki o zamana kadar bütün yazı sanatlarını, kalıpları, mazmunları ve vezinleri Farsçada öğrenmişti.
İkinci neden, yine o, yirmi beş otuz yaşlarına kadar ailesi içinde ve bütün Harezm bölgesinde, Belh’de konuştuğu Türkçe Harezm bölgesinde, Belh’te konuştuğu Türkçe Harezm lehçesi ile idi ki bu lehçeye “Hakaniye Türkçesi, Kaşgar veya doğu Türkçesi denir7. Mevlana’nın gelip aralarında yerleştiği Anadolu Selçuklularının lehçesi ise Türkmence yani oğuzca idi. Bu lehçeye batı Türkçesi veya Kıpçakca da denir.
Bu iki büyük Türk lehçesi yani Hakaniye Türkçesi ile oğuzca arasında yapı ve vurgu bakımlarından, daha XI. y. yılda bile kesin ve büyük bir takım ayrılıklar olduğu, Mahmud Kaşgari’nin, üzerinde iki yıl çalışarak 1074 de bitirdiği “Divan-ı lugat it-Türk’ünden anlaşılıyor. Yani Mevlana Anadolu’ya geldiğinde eserlerini Türkçe yazsaydı, doğup büyüdüğü ailesinin ve Harezm bölgesi halkının konuştuğu hâkaniye lehçesiyle (doğu lehçesiyle) yazacaktı. Bu lehçe ise Anadolu’ da konuşulan oğuz lehçesinden (batı lehçesinden) farklı olduğundan, yeni geldiği bu bölge halkı onu rahatça anlayamıyacaktı.
Şimdi burada bu iki lehçenin arasındaki farkı göstermek için doğu ve batı Türkçelerinde yazılmış şiirlerden örnekler vermek istiyorum.
Bilindiği gibi, Türkistan ve Harezm bölgeleri şehirlerinde, eğitim görmüş kişiler arasında Farsçanın egemen olmasına karşın Anadolu’da olduğu gibi doğudaki Türk halkı da özTürkçe konuşuyor aralarından, edebi ürünlerin bütün türlerinde hatta, ilahiyat, felsefe ve tasavvuf alanlarında şiirler yazan, büyük kütleleri arkasından sürükleyen, Arap ve Moğol saldırılarında olduğu gibi halkın milli şuurunu, gururunu ayakta tutan, hâkim Süleyman Ata’lar, Ahmet Yesevi’ler gibi bir çok güçlü şairler yetişmiş bulunuyordu.
Şimdi önce hakaniye yani doğu lehçesinde şiir yazmış ve Celaleddin Rumi’nin doğumundan yirmi yıl önce ölmüş bulunan Ahmet Yesevi’nin (ölümü: 1166) divanından (Divan-ı hikmet) beş beyt verelim:
Riyazetni katığ tartıb kanlar yutub
Min defter-i sani sözdin açtım mana
Kul Haca Ahmed men defter-i sani aytım
İki alem işretların meyga saydım
Min defteri sani aytım kani kulak
Kan-yaş töküb yığlamaslar misl-i bulak
Taze taze Hikmet’larım sani defter
İsiz sözüm nadanlarka kılur ebter
Min defter-i sani aytım sizka yadigar
Ervahimdin medet tılab okung zinhar
Bir de Mevlana’dan, yine Hakaniye Türkçesinden bir kaç beyt alalım.
Yukarıda da dediğimiz gibi Mevlana çok az Türkçe şiir söylemiştir.
Onun bazı beytleri ve rubaileri de Farsça Türkçe karışıktır.
Önce Farsça-Türkçe karışık rubailerden birer örnek verdikten sonra bir kaç da Türkçe beytini verelim.
Mevlana, mesnevide ve divanında Farsça dizeler içinde pek çok Türkçe sözcükler kullanmıştır. Bunlar: amaç, armağan, ayaz (soğuk), aş, baba, bey, çarık, çavuş, damgaçi, götürü, gerek, gerdek, hakan, kak (kuru meyve), kışlak, yaylak, koç, konuk, korukçu (korucu), sürme, sancak, Tanrı, tuzluk, tutmaç, töre, yasa, tamu (cehennem), uçmak (cennet), yağı (düşman), yurd … gibi.
Türkçe karışık Farsça beytler:
Goftem korukçu geşte-i ışk amma yurtu dil
Yaylak-ı sultan çün büved kışlak-ı çobanist in (Divandan)
Çü nûşidem zi tutmaceş füru kubid çün sirem
Çü tuzluk ru turş kerdem kezan şirin buridestem (Divandan)
An yeki Turki bedo goftem in benem
Men nemihahem ineb hahem üzüm (Mesneviden)
Mahest nemidanem hurşid ruhat yane
Bu ayrılık oduna nice cigerim yane (Divandan)
Türkçe şiirlerinden:
Kiçkinen oğlanhey bize gelgil–Dağdan dağdan hey bize gelgil
Ay bigi sensin gün bigi sensin–Bimeze gelme bameze gelgil
(Divandan)
Yüzün ey yarı ruhani virir ısı bigi cani
Senin eylügön kani eger men müttehem başem (Divandan)
Şimdi, 1226 yılında Karaman’da doğmuş ve 1312 yılında Konya’da ölmüş olan, Mevlana’nın büyük oğlu Sultan Veled’in Türkçe şiirlerinden bir kaç örnek verelim. Bu beytler onun ibtidaname adlı eserinden alınmıştır:
Kim sini ol ulu Haka degüre –Korkulu köprüden genez geçüre.
Sıdk ile dut kati anun eteğin – Kim sini ilte ol çalaba değin.
Dikeni var bırak, gülef algıl – Kamusını kogıl bana gelgil.
Ol yola ben eyü kılavuzvan – Sen binüm südümiç kim ağuzvan.
Gözlerün ben açanı ki ~ey göresen, –Değmelerden neçe neçe sora sen.
Ne ki vardur cihanda bildüreven – Sini Hakdan tamam tolduravan.
Görüldüğü gibi Sultan Veled Anadolu’da doğduğu halde, beş altı yaşına kadar dedesi Bahaeddin Veled’le babasından, dedesinin ölümünden sonra da babasından dinlediği hakaniye lehçesiyle şiir söylemiştir.
Şimdi de, oğuz Türkçesi ile batı Türkçesi arasındaki farkı göstermek üzere Mevlana’nın ve oğullarının çağdaşı olan XIII. yüzyıl Anadolusunun güçlü halk şairi Yunus Emre’den (1238-1320) bir kaç örnek vermek istiyoruz:
Ben yürürem yana yana aşk boyadı beni kana
Ne akılem ne divane gel gör beni aşk neyledi
Geh eserem yeller gibi geh tozaram yollar gibi
Geh akaram seller gibi gel gör beni aşk neyledi
Miskin Yunus biçareyem başdan ayağa yareyem
Dost elinden avareyem gel gör beni aşk neyledi.
İlim ilim bilmektir ilim kendin bilmekdir
Sen kendini bilmezsin ya nice okumakdır
Okumakdan mani ne kişi Hakkı bilmekdir
Çün okudun bilmezsin ha bir kuru emekdir
Yunus Emre der hoca gerekse var bin hacca
Hepisinden eyuca bir gönüle girmekdir.
Sonuç olarak şunları söylemek isterim. Gördüğümüz gibi Mevlana’nın düşünce ve bilim yönlerinden büyük bir mistik, dini ve edebi alanlarda çok yetenekli oluşu bir yana, divan edebiyatı dediğimiz, çoğunlukla saraylarda gelişmiş bir türün temsilcisidir. Öte yandan Anadolu’da kendisinin çağdaşı Tapduk Emre’ler, Yunus Emre’ler gibi halk edebiyatı temsilcileri ve Hacı Bektaş’lar Ahi Evren’ler gibi Türkçe yazan kişiler de vardı. Bunlar, tasavvufi, didaktik ve lirik şiirleriyle, telkinleri ve yol göstericilikleriyle, 1243 Kösedağ yenilgisinden sonra Moğol boyunduruğu altına düşen Anadolu Türkünün çöken maneviyatını, sarsılan milli duygularını ve kültür düzeyini yüceltiyor, onların diline, müziğine folkloruna ve sosyo-ekonomik yaşantılarına yön veriyorlardı.
Bu iki edebiyat türü temsilcilerinin yanyana bulunması, eserler vermesi Türksitan’da ve Harezm bölgesinde de aynıdır. Farabiler (Ebu Nasr Muhammed b. Muhammed b. Tarhan b. Uzlug: 870-950), Beyruniler (Ebu Reyhan Muhammed b. Ahmed: 973-1048), Gazzaliler (Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed b. el-Gazzali: 1058-1111) gibi Türk bilginleri de Farsça, kısmen de Arapça eserler yazmışlardır. Ama Bahaeddin Veled’in çağdaşları Ahmed Yesevi, bunun talebesi Bakırgan lakabıyla anılan Hakim Süleyman Ata’lar da halk edebiyatı türünde Türkçe eserler yazmış kişilerdir. Bununla birlikte, Farsça yazan Türklerle Türkçe yazan Türklerin hepsi evlerinde ve sokakta kuşkusuz Türkçe konuşuyorlardı. Bugün bile Şiraz bölgesindeki Kaşkailer ve Tebriz, Hoy bölgesindeki azeriler arasında durum böyledir; yani eserlerini Farsça yazarlar ama evlerinde, sokakta ve çarşıda Türkçe konuşurlar.
Mevlana’nın, mesnevideki ve divan-ı kebirdeki şiirleri, mecalis-i seb’a, fih-i mafih ve mektubattaki nesir yazıları hep Farsça idi. Netekim fih-i mafih, Mevlana’nın medresede verdiği derslerin, büyük oğlu Sultan Veled tarafından not tutularak toplanmasından meydana gelmiştir8. Esasen bu dersleri, sokaktan gelen sade vatandaşlara değil, Farsça bilen, felsefedej tasavvufta ve İslami bilimlerde behresi olan elit bir zümreye veriyordu. Bahaeddin Veled, Belh’ten göç ettikten sonra arkasından, düşünce, görüş ve anlayış birliği içinde bulundukları Farsça yazıp okuyan bir çok Türk büyüğü Anadolu’ya gelmişti. Bunlar, Bahaeddin Veled’in öğrencisi ve Mevlana’nın hocası Tirmiz’li Seyyid Burhaneddin Muhakkik (ölümü: 1240) , Evhadüddin Ebu Hamid Kirmani (1168-1238) , Mevlana’nın kayın pederi Hoca Şerafeddin Semerkandi, hatta Şems-i Tebrizi (Konya’da ölümü: 1247) bu zincirin birer halkasıdır. Yani hem Türkistan ve Harezm bölgesinde ki hem de Anadolu’daki Türkler arasında hep iki tür edebiyat temsilcileri mevcut olmuştur. Bunlar: medreselerde düzenli dersler gören, Farsça, Arapça öğrenen, alanlarında büyük üne erişen bilginlerle, tekke ve zaviyelerde buluşup fikir, sanat ve bilgi alış-verişinde bulunan, halk arasında dolaşan halk edebiyatı temsilcileridirler.
Doğuda Türkistanda ve Harezm bölgesinde fars dilinin ve edebiyatının Türkler arasında güçlü etkisi, buralarda Türk dilinin ve edebiyatının gelişmesinin zararına ve bir çok Türk bilgininin, şairinin ve sanatkarının İran asıllı sayılmasına neden olmuştur ama belki de Arap, fars ve Türk kültüründen yararlanarak yüzyılın tasavvuf ve kültür hayatına damgasını vurmuş olan Mevlana’nın özellikle tasavvufta zirveye çıkması da bu karma kültürün etkisi sayesinde olmuştur.
Sözlerimizi özetliyecek olursak, yukarıdan beri açıkladığımız gibi Mevlana, ayrı bir edebiyat türünde ve çevresinde yetişmiş olduğundan Türkçe yazamazdı. Yazsaydı bile, doğup büyüdüğü bölgenin lehcesiyle yani doğu lehçesiyle yazacaktı ki o lehcedeki yazıları, batı lehcesiyle konuşan Anadolu halkı aynı zevk ve heyecanla anlıyamıyacaktı.
Öte yandan Mevlana, geniş, yaygın ve tanınmış bir edebiyat dili olan Farsça yazmış olması sayesinde onun yüce mistiklik şöhreti yüzyıllar arasından geçerek günümüze kadar aynı güçle gelmiştir.
Mevlana’nın milliyeti hakkında kim ne derse desin, kendinin de söylediği gibi özbeöz Türktür. Öyle olmasaydı Anadolu’ya, soydaşlarının arasına gelmezdi. Çünkü asıl İranlılar, dokuzuncu yüzyıldan yani Türklerin İrana yerleşmelerinden sonra Türklere karşı kin beslemişlerdir. Büyük Türk hükümdarı Mahmud Gaznevi’nin sarayında himaye gören Firdevsi’nin (934- 1020) Şehname adlı eserinde, yine Türk hükümdarı Salgurlulardan Ebu Bekr b. Sa’d b. Zengî’nin sarayında himaye gören Sa’di’nin Gülistan adlı eserinde Türk aleyhdarı ifadelere maalesef sık sık rastlanır.
Dipnotlar:
1 Bu şehirden önce Haremzlilerin başkenti Kât şehri idi.
2 Bak. Helmut Ritter, “Mevlânâ Celaleddin Rûmî ve etrafındakiler”, Türkiyat Mecmuası, Cilt: VII-VIII, sayfa 270 vd.
3 Kutbüddin Mehmed, Moğol saldırısından kaçarak Hazer Denizinin güneyindeki Absükûn adındaki küçük bir adada 1228 yılında ölmüştür.
4 Bu söylentiyi M. Fuad Köprülü’de “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” adlı eserine almıştır. Bak. Üçüncü baskı. 1976, Ankara, sayfa 217 vd.
5 Şems bu ilk gelişinden iki yıl kadar sonra Şam’a dönmüştü. Mevlana, büyük oğlu Sultan Veled’i, onu buldurmaya yolladı. Sultan Veled de kendisini bulup 8 Mayıs 1247 günü Konya’ya getirdi. Onun bu gelişinde Celaleddin Rûmî’nin evlatlığı Kimya adlı bir kızla evlendi; fakat bu kız, oldukça kısa bir süre sonra öldü. Semş’in 5 Aralık 1247 günü içlerinde Mevlana’nın ortanca oğlu Alaeddin’in de bulunduğu yedi kişi tarafından öldürülüp bir kuyuya atıldığı, bir süre sonra oradan çıkarılıp gömüldüğü söylenir.
6 1244 ün altmış yıl öncesi 1186 ederse de, Mevlânâ’nın söylediği altmış yaş, o zaman kullanılan hicri takvime göre hesaplandığından ve 33 hicri yıl 32 miladi yıla eşit bulundunduğundan bu altmış yıl yaklaşık olarak 58 yıl eder, böylece de: 1244-58 = 1186 bulunur.
7 Bak. M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 3. baskı, sayfa 130.
8 Fih-i mafih adlı eser, Prof. Dr. Meliha Ambarcıoğlu tarafından Türkçeye çevrilip 1954 yılında M. Eğitim Bakanlığınca bastırılmıştır.
*****
Kaynak: Belleten, Cilt: XLVII – Sayı: 185 – Yıl: 1983 Ocak