Esat ARSLAN
Genel Panoramik Çerçeve
ABD’nin “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi” (Broader Middle East &North African Project, BMENA, GOKAP) kapsamında ortaya atmış olduğu “Şer Ekseni” (Axis of Evil) ve “Haydut Devletler” (Rogue States) yaklaşımı bir dayatma olduğu için tutmuştur da, kanun nizam dinlemeyen, bildiğini okuyan “terörist devletler” reel politiği ise pek fazla yaygınlaşmamıştır. Belki de adlarını söylemekten imtina ediyoruz, gibime geliyor. Söyleyelim, dünyanın belki de hiçbir şekilde koşum tutmayan ülkelerden birincisi İsrail, ikincisi de onun hamisi konumundaki ABD’dir. Bu yerküremizde güçlünün haklı olduğu reel politiğidir. Bu doğruluğu sınanmış bir varsayımdır. Gelin şimdi hep birlikte bu savımızın doğruluğunu irdeleyelim. Öyle uzun boylu gerilere gitmeye de gerek yok. İşte, hemen geçen haftayı masaya yatıralım. Bence bu haftanın en önemli haberlerinden biri, devlet terörizmine binlerce örnekten biri olan, İsrail’in Suriye’nin başkenti Şam’da önceden belirledikleri bazı noktalara havadan saldırısı olmuştur. Hedef ülkenin ismi ne olursa olsun, isterse tüm yasadışı örgütlere ev sahipliği yapmış olsun, İsrail’in yaptığı, açık ve seçik bir devlet terörü eylemidir. Bu hareket hiçbir şekilde, ABD Başkanı oğul Bush’un “Saldırıda Ön Alma Öğretisi” (Preemptive Strike) ile açıklanamaz, yoksa açıklanabilir mi? Bana kalırsa teşebbüs dahi edilmemelidir. Tabii bu haber, başlangıçta, teyide muhtaç bir haber olarak algılanmış, ancak hemen arkasından İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun, İsrail Silahlı Kuvvetlerinin Suriye’nin başkenti Şam’da İran ve Hizbullah’a ait noktalara hava saldırısı düzenlediğini resmi olarak açıklaması İsrail’in bir başına tüm uluslararası teamül ve hukuksal zemini göz ardı ederek “Ben yaptım oldu” yaklaşımını tekrardan dünya kamuoyunun gözleri önüne sermiştir. İkincisi ise terör örgütleriyle işbirliği yaparak, Çarlık Rusya’sının “Milletsiz Uydu Devletçik” öğretisinin kapalı kapılar arkasındaki yasadışı uluslararası yaklaşımının günümüzdeki temsilcisi ABD’nin “Suriye PeKaKa”sı Uydu Devletçiğine arka çıkma açılımıdır. Çarlık Rusyası bu yaklaşımı Kafkasya’da ve Orta Asya’da uygulamıştır. “Çeçensiz, Çeçenya”, “Abhazsız Abhazya” uydu devletçik yaklaşımı bu görüşe örnek teşkil etmektedir. ABD sadece bununla mı kalmıştır? Hayır. Bir de üstüne üstlük, ABD Başkanı Trump, NATO’da 57 yıldır tüm vecibelerini yerine getiren stratejik ortak Türkiye Cumhuriyetine küstah bir biçimde meydan okumuştur.
ABD Başkanı Donald Trump, her zaman yaptığı gibi Twitter Diplomasisinin bir gereği, sosyal medya hesabı üzerinden yaptığı açıklamada Suriye’den çekilme sürecinin başladığını duyurarak, “Eğer Türkiye Kürtleri vurursa, Türkiye’yi ekonomik yönden mahvederiz. (We) will devastate Turkey economically if they hit Kurds.)20 millik (32 km) güvenli bölge kuracağız. Aynı zamanda Kürtlerin Türkiye’yi provoke etmesini istemiyorum” (We) create 20 mile safe zone likewise, (I) do not want the Kurds to provoke Turkey.) demiştir. Birinci cümlesinde Türkiye’ye açıkça meydan okuma tavrını ortaya atan Trump, ikinci cümlesinde ise Türkiye’ye talimat veren bir tavır benimsemiş, bu tavrını yumuşatma olarak ortaya koymayı yeğlemiştir. Bu konudaki açılımını “Sonsuz Savaşları sona erdirin!” (Stop the ENDLESS WARS!)son bir temenniyle bitirmiştir. Bu bir “Efendi-Uşak” yaklaşımının sahadaki yansımasıdır. Şimdi buna karşı hemen tavrımızı değiştirelim mi? Yes, Yes be Annem! Mi? dememiz lazım. Hiç böyle bir şey olabilir mi? Trump’ın tehditleri içi boş lafebeliğinden, demagojiden başka bir şey değildir. Evet, sevgili okurlar, bu davranış biçimi gerçek dışıdır. Olaya reel politik olarak bakıldığında ise, Suriye’nin kuzeyinde “güvenli bölge kurulsun” talimatı Türkiye’nin bekasına açıkça bir saldırıdır. Anımsayalım, ABD, Irak’ta Birinci Körfez Harekâtı sonrası, 1991 yılında 36’ncı paralelin kuzeyi ve 32’nci paralelin güneyinde sırasıyla önce ‘güvenlik bölgesi’ sonra da ‘uçuşa yasak bölge’ ilan etmiştir. Bunun doğal bir sonucu olarak, PeKaKa Bölücü Terör Örgütü güçlenmiş ve sonunda orada bir “Uydu Kürt Devletçiği” kurulması aşamasına gelinmiştir. Bunun Suriye’deki adı ise onların diliyle DAİŞ’ten teslim alınan şekliyle “Batı (Rojava) Kürdistan Halk Cumhuriyeti”ni realize etme aşamasıdır. ABD tarafından Birinci Körfez Harekâtından sonra eyleme sokulan “Provide Comfort” harekâtının alandaki yansıması Irak’ın kuzeyinde “ Güney Kürdistan (Başur) Uydu Devletçiği” olurken, Suriye’de ise “Batı (Rojava) Kürdistan Halk Cumhuriyeti” olmuştur. Bu şekilde dört parçada Kürdistan büyük idealinin yarısının gerçekleştirilmeğe çalışılması ABD marifetiyle olmuştur. Aslında ABD’nin İngiltere’den devraldığı mirasla yapmış olduğu, onulmayacak bir stratejik hatadır.
ABD’nin Sykes-Picot planının getirisiyle yapmış olduğu bu stratejik hatası, geçmişten günümüze tarihi boyunca hep ‘dik durmuş’, küresel diplomaside her zaman ağırlığını hissettirmiş olan Türkiye’yi, ‘tehdit’ veya ‘şantaj’la sıkıştıracağını zannetmesidir. Şüphesiz, Trump’un meydan okumasından anlaşılmaktadır ki, “Türkiye Fırat’ın doğusuna yönelik operasyon konusunda adım atmaya devam ederse, ABD önümüzdeki günlerde muhtemelen ‘uçuşa yasak bölge’ ilanı da yapabilecektir.” Bu durumda ABD’nin güvenli bölge planı gerçekleşirse Suriye’de 5-10 yıla kalmadan bir “Suriye PeKaKa’sı Uydu Devletçiği” ortaya çıkar ki, bu durum Türkiye’nin beka sorununu derinleştirir.” Ama unutulmamalıdır ki, ABD kendi içerisinde çelişkilidir. ABD’nin Suriye’den çekilmesi ve “Suriye PeKaKa’sı” politikası konusunda üç farklı ABD politikası bulunmaktadır. Trump, yakın çalışma ekibi Bolton ve Pompeo ile Pentagon bürokrasisi ve özellikle de CENTCOM’un bu meselede farklılaştığı kamuoyu önünde yaptıkları açıklama ve verdikleri görüntülerden anlaşılmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri’nin Suriye’den çekilme kararı, doğru yönde atılmış bir adımdır. Ancak, Trump bir türlü tüm bu farklı politikaların merkezine oturamamış, ABD’nin tek bir merkezi politikanın odak noktasını teşkil edememiştir. Trump’a her kim ki ilk önce ulaşmışsa, onu ikna etmesini bilmiştir. Ancak unutulmamalıdır ki bu durum sadece ama sadece günü kurtaran bir yaklaşımdır.
Türkiye Cumhuriyeti de, doğal olarak, kendiliğinden sağduyulu akılcı, bir orta yol bulmuş, dayatılan bir oldubittiyle örgütlendirilen ülkesine terör ihraç eden bu halksız uydu devletçiği, “Suriye PeKaKa Uydu Devletçiği”ni kesinkes bir beka sorunu olduğu için kabul etmediğini her platformda dillendirmiştir. Unutulmaması gereken Türkiye Cumhuriyetinin demokratik anayasal bir hukuk devleti olduğu gerçeğidir. Anayasamızın giriş cümlesi bile, devleti aygıtını ülkenin, daha doğrusu ülke üzerinde yaşayan halkların hizmetindeki örgüt şeklinde algılama naifliği gösteren bir yaklaşımı benimsemiştir. Başka bir deyişle, Türkiye Cumhuriyeti ülkesini ve milletinin ebedi varlığını ve devletin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bir düsturu benimsemiş, tüm BM üye ülkelerin konumlarını da bu şekilde betimlemiştir. Bu durum Türkiye Cumhuriyetinin ödün vermez temel ilkesini de ortaya koymaktadır. Böyle olmasına karşın, bununla ilintili olarak, İsrail Genelkurmay Başkanı Gadi Eizenkot’un, İsrail’in Kanal 2 televizyonuna verdiği röportajda, “Son dört yıl içinde Suriye’de ve başka ülkelerde binlerce hedefe saldırı düzenledik” demesine ne buyrulur? Gelecek hafta görevi sona erecek olan General Eizenkot’un, İsrail Silahlı Kuvvetlerinin büyük bir savaş yapmak zorunda kalmadan gerçekleştirdiği operasyonlardan gurur duyduğunu söylemesine ve bu arada “Mavi Marmara” olayını da zımnen belirtmiş olmasına hür dünyanın söyleyebilecek bir sözü var mıdır, doğrusu merak ediyorum. Efendim!.. Sessizlik bir ikrar tezahürüdür.
Bütün bunlardan sonra demem o dur ki, bu durumda BM Kuruluş Antlaşmasının üye ülkelere diğer ülkelerden saldırı gelmesi halinde onlara karşı kuvvet kullanımına izin veren ünlü meşru müdafaa maddesi, 51. Maddesinden bahsetmek olasılı mıdır? Aynı şekilde Afganistan’daki ABD askerlerinin tutsaklara kötü muamele iddiaları nedeniyle yargılamayı değerlendiren Uluslararası Ceza Mahkemesine (ICC) karşı suç işleyen ABD yönetimine ne demeli? 123 ülkenin üye olduğu Uluslararası Ceza Mahkemesi 2002’de Roma Antlaşması’yla kurulmuş soykırım, insanlığa karşı suç ve savaş suçlarından sorumlu olanları yargılayan ve ulusal makamların bunu yapamadığı veya yapmadığı durumlarda devreye giren bir mahkemedir. Böyle olmasına karşın, ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton’un ICC’yi “gayrımeşru” diye tanımlamasını nasıl anlamalıyız? ABD vatandaşlarına yönelik kovuşturmalarına devam etmesi halinde Uluslararası Ceza Mahkemesine yönelik ambargolara başlanacağı tehdidinde bulunmasını nereye koymalıyız? Tehditlerine devam eden ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton, düşünebiliyor musunuz, ICC yargıçları ve savcılarının ABD’ye girişi yasaklanacağını ve ABD’deki maddi varlıkları hedef alınacağı tehdidinde bulunduktan sonra, “Onları ABD ceza sisteminde yargılayacağız. Aynısını ICC’nin Amerikalılara yönelik soruşturmalarında yardımcı olan şirketlere ve ülkelere de yapacağız.” demesi ABD’nin yasadışı bir biçimde tüm dünyaya meydan okuması değil de nedir?
Gelelim Türkiye Cumhuriyetinin durumuna. Unutulmaması gereken 1974 Kıbrıs Barış Harekâtından bu yana Türk Silahlı Kuvvetlerinin yapmış olduğu sınır ötesi harekâtlar, bölge halkını özgürleştirme, barış koruma harekâtlarıdır. Uluslararası hukuk ve teamüle göre TSK adeta BM’in bir barış gücü gibi dünya kamuoyunun görünmez onayı ile bu harekâtları gerçekleştirmiş ve gerçekleştirmektedir. Yine dünya kamuoyunun sessiz çoğunluğunun desteklemesiyle gerçekleştirebilecektir. Türkiye Cumhuriyetinin tüm açılımı uluslararası hukuk zemininde yapılan yasal ve meşru askeri müdahalelerin varlığı olarak betimlenmiştir. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan bu yana “güçlünün haklı değil, haklının güçlü olduğu” bir zemini meşrulaştırma çabalarını yoğunlaştırmıştır. Ancak böyle olmasına karşın, 15 Temmuz 2016 öncesi PeKaKa’nın FETÖ’yle ortak bir biçimde Türk Silahlı Kuvvetlerini özelde Türk Hava Kuvvetlerini hedef alan kanlı eylemleri tüm Türkiye’yi yasa boğmuştu. Anımsayınız, 2011 yılının Aralık ayının son günlerinde, Türk Hava Kuvvetleri’ne ait savaş uçakları, Kuzey Irak’ta PKK kamplarının bulunduğu Şırnak sınırındaki Haftanin-Sinat bölgesinden Türkiye’ye giriş yapmaya çalışan mazot ve sigara kaçakçılarını terörist addederek vurması PeKaKa’nın FETÖ’nün bir provokatif eylemi olduğu anlaşılmıştır. Bu durum Devlet katmanlarında öyle bir anlaşılmıştır ki, PKK’nın 2014 yerel seçimleri sonrasında Güneydoğu’da karakollara baskın yapacağı istihbaratına ulaşılmasının ardından 68 karakolun savunma planları çıkarılması için talimatı “Bir sizden, bir bizden” kanlı eyleminin ikinci kısmı olarak algılanmıştır. Bu bir başka açıdan FETÖ ve PKK ilişkisi resmen tescillenmesidir. Türk Hava Kuvvetlerine çalınan bir karalama da bölgedeki köylerin bombalanmasının Türk Silahlı Kuvvetlerine fatura edilmesidir. Yanlıştır. Aslına bakarsanız, batıya özgü geçmişten günümüze meydan okuyan devlet terörizmi yaklaşımı günümüze ulaşan hastalıklı bir yaklaşımdır. Gelin şimdi bu Batı Paradigmasını irdeleyelim.
Gertrude Bell’in Bir Mektubu ve Devlet Teröründe Anglosakson Yaklaşım
Büyük Savaş sonrası Osmanlı Devleti’nin elinden alınan Ortadoğu’nun cetvelle çizilerek biçimlendirilmesinde hiç kuşku yok ki bir numaralı kişi İngiltere demir-çelik kralının kızı Gertrude Bell olmuştur. Onun Ortadoğu’ya merakı arkeolojiyle başlamıştı. Balkan Savaşı sonrası Alman ıslah heyetinin Türkiye’ye gelmesiyle başlayan Alman yardımları, Osmanlı Devleti’nin bünyesinin sağlıklı bir temele oturtulmasına izin vermediği gibi, Berlin’deki Alman Büyük Karargâhı Osmanlı Devleti’nin dağılması üzerine planlarını kurgulamıştı. Gerçekten de Birinci Dünya Savaşı’ndaki müttefikimiz ve silahlı kuvvetlerimizi bütünüyle teslim ettiğimiz Almanya, Osmanlı kenti Kudüs’ün İngiliz tarafından ele geçirildiğinde Berlin’deki kilise çanlarının durmaksızın çalınmasına izin bile verilmişti. Diğer bir deyişle, Hıristiyan Roma ve Kutsal Cermen İmparatorluğu’nun varisleri Kudüs’ün Hıristiyanlar tarafından fethini sabahlara kadar kutlamışlardı. Bu bir anlamda Haçlı zihniyetinin devamı niteliğindeydi. Aynı olgu 9/11 saldırılarından sonra ABD Başkanı George Bush’un dudaklarından dökülen, “Bundan sonra yapılacak olan Haçlı Seferi (Crusade Campaign)dir” tümcesiyle karşımıza çıkmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasına aylar kala Osmanlı Devletinin dağılma sinyalleri artık iyiden iyiye belirgin olmaya başlamıştı. İngiltere zayıflatılmış, ancak hilafet sancağını elinde bulunduran, Ortadoğu’nun büyük kısmına sahip Osmanlı Devleti’nin dağılmasından başka bir yolun olmadığını anlamıştı. XIX. yüzyıl boyunca coğrafyacılarını, jeologlarını, arkeologlarını bölgeye gönderen İngiltere gibi, tüm Avrupa ülkeleri de Ortadoğu’nun değerini tam olarak anlamışlardı. İşte bu nedenle İngiliz İstihbarat Servisi (British Intelligence Service), Ortadoğu’yu çok iyi tanıyan, yerel yöneticilerle çok iyi anlaşan ve halkı çok iyi bilen bu konuda birçok konferanslar veren, kitaplar yazan Bell’in yardımını istedi. Gertrude Bell, 1915’in Kasım ayında İngiliz İstihbarat Servisine katılmıştır. Musul, Bağdat ve Basra’nın Osmanlı Devleti’nin elinden alınmasında başrol oynayan Thomas Edward Lawrence ile birlikte çalışan Gertrude Bell’in hizmetleri ülkesinde o kadar takdir edildi ki Ortadoğu’yu yeniden biçimlendirmek amacıyla Denizcilik Bakanı Winston Churchill tarafından 1921’de düzenlenen Kahire Konferansı’na katılan tek kadın Gertrude Bell olmuştur. Politika belliydi, halkı korkutmak, halkı yıldırmak ve eski müstemleke kurallarını devlet terörü olarak uygulamak idi. Latince’de “korkutmak” anlamına gelen “terrere” kelimesi Robespierre’in tarafından ilk kez “kolektif korku yaratmak” anlamında kullanılmıştı. Gertrude Bell yeni geçen Ortadoğu coğrafyasında öylesine korkunun yaratılmasını istiyordu ki, kolektif korku halkı bütünüyle sarmalıydı. Osmanlı’dan devralınan miras üzerine Ortadoğu’yu yeniden yapılandırılanlar Ortadoğu halkları üzerine korku tünelini oluşturmuşlardı. Halkların kan ve gözyaşı üzerine yapılandırılan bu korku tünelini Gertrude Bell öylesine samimi anlatıyordu ki, bu bağlamda yapılanları ve yapılması gerekenleri en gizli duygularını açtığı babasına yazdığı 2 Temmuz 1924 tarihli mektupta aşağıdaki şekilde ifade etmekten geri kalmıyordu:
“Sevgili Babacığım, 2 Temmuz 1924
Bu sana, Seylan’a annemle gönderdiğim ilk mektubum. Seni gelecek hafta Port Said’de Moldavia’da (Geminin adı) yakalamaya çalışacağım; ilginç olacak. Buraya ayın 17’sinde varırsın sanıyorum.
(…) Bu hafta olanlar içinde en ilginci RAF’ın (Royal Air Force, Kraliyet Hava Kuvvetleri) yaptığı bir bombardıman gösterisiydi. Geçen sene havacılık fuarında gördüğümüzden de daha ilginçti, çünkü çok daha gerçekti. Bizden çeyrek mil uzağa, Diyala (Şirvan) yakınlarına bir maket köy kurdular. Ve 1000 m.’den atılan iki bomba doğrudan köyün ortasına düştü ve her yeri tutuşturdu. Harikaydı ve korkunçtu. Sonra her yere bomba attılar, sanki köyden kaçanları hedef alıyorlardı; sonra da yangın bombaları attılar ve parlak güneşte bile alevleri çölü aydınlattı. Bu alevler demiri bile yakıyor ve su onları söndürmüyor. Sonunda zırhlı arabalar sahneye çıktı ve kaçakları kuşatarak makineli tüfek ateşine tuttu. Görevli subay, siper havanlarını denemek istediler. Aslında havanlar iyi değil, ama çocuklar onları çok seviyor ve yapmamaya ikna edemedim. Sevdikleri anlaşılıyordu.
Çok, çok etkilendim. Çok acımasız ve korkunç bir şey bu havadan savaş. Sonuç olarak da şunu söyleyeyim; kuzeyde kara bulutlar birikiyor. Türkler Van’da birliklerini topluyorlar; yeni subaylar yollamışlar ve Revandiz’e takviye sözü vermişler. Kürt kabileleri arasında çok canlı bir propaganda sürüyor ve bizim Genelkurmay durumu vahim görüyor. Bu arada Süleymaniye’de Yüzbaşı Bond ile Yüzbaşı Makant’ın katillerini henüz yakalayamadık; onlar Revandiz’deki Türklerle ilişki kurmuşlardı. RAF yine böyle zor bir arazide isyâncı köyleri bombalamada harikalar yarattı, ama bu kadar çok uçağı havada tutmak yine de çok vakitlerini alıyor ve eğer Revandiz’i bombalamak zorunda kalırsak kaynaklarımız çok zorlanacak.
Bizim Kürt politikamızın düzeltilmeye ihtiyacı var; ayrıntılarını ekteki notta (Çok Gizli) göreceksin; bunu H. E.’ye de yolladım. Ama sonuçta eğer Kemalistlerle barış yapmazsak burada kalıcı değiliz gibi görülüyor; tabiî yapabilirsek.”
Evet Sevgili okurlar, gördünüz mektup günümüze ışık tutacak bir çok veriyi içerisinde barındırmaktadır. Ama bir gerçek var ki, bizlere insan hakları dersi verenlerin, geçmişte yaptıklarıyla günümüzde yaptıkları bundan pek farklı değil. İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri, RAF’ın ardılları ABD İsrail uçakları, başkent Şam’a, Urfa’nın bir köyüne bombasını roketini, güdümlü füzesini atar, Suriye köylerine helikopterlerle saldırır. Sessiz çoğunluk kuma başını gömer, bunları görmezden gelir. Ama eninde sonunda kendi başına geleceği gerçeğini gözardı etmektedir. Meydan okuyan devlet terörizminin politikaları kolektif korku, kan ve gözyaşı üzerine kurmuş ve örüntülemişlerdir. Olayı bu şekilde algıladığımızda “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin uluslararası hukuk zemininde yapmış olduğu yasal ve meşru askeri müdahaleleri ne kadar da insancıl olduğunu anlatmak durumundayız. Yoksa dezenformasyonun sesi gibi olayları algıladığımızda “onlara karşı haksızlık etmiyor muyuz?” İnsan en azından bunu söylemekten kendini alamıyor.