MHP mi, Ülkücü Hareket mi?
Ülkücü câmiânın kendisine sormayı, tartışmayı onlarca yıl ertelediği asıl soru “Kongre” krizi vesilesiyle daha da ehemmiyet kazandı: “Parti” mi Ülkücülüğü, Ülkücü Hareket’i rahminde taşıyacak yoksa “Ülkücülük” ve “Ülkücü Hareket” mi Parti’yi rahminde taşıyıp ona hayat verecek? Mustafa Çalık, Al Jazeera için yazdı.
Dr. Mustafa ÇALIK
Ülkücüler, ülkücü kadrolar, bugüne kadar hep “Parti”lerini veya “Parti” yöneticilerini konuştular; pek fazla kimse “Ülkücülüğü”, yani “millî fikriyât”ı yahut “Ülkücü Hareket”i konuşmadı, tartışmadı. Tartışmak istemedi. Biraz da bu sebeptendir ki, “millî fikriyât”ın son temsilcisi veya bir nevi son büyük “müceddit”i olarak hemen hemen sadece rahmetli Erol Güngör Hoca işâret edilmekle yetinildi. Düşünmeli ki, Erol Güngör’ün son yazdıklarının üzerinden 35 sene geçti!.. Birkaç yıl evvel “Âhiret yurdu”na yolculadığımız Nevzat Kösoğlu’nun “mürşidâne” katkıları bile “Câmiâ”nın neredeyse umurunda değil.
Câmiâ’da en çok duyulan slogan, “Ülkücü hareket engellenemez!”; ama, “ülkücü hareket”i asıl “ne”yin ve “kim”lerin engellediği ise neredeyse hiç akla gelmiyor, getirilmiyor.
***
Hâl-i hazırdaki “Kongre” krizi de büyük ölçüde bu zihnî-fikrî kısırlık yüzünden böylesine “travmatik” bir buhrana dönüştü.
Ülkücü Hareket’i mahkeme kararları kurtarabilir mi?
Şimdi herkes ümidini, bulunduğu yere göre “uygun” bir “mahkeme kararı”na bağlamış durumda.
İyi hoş da “Ülkücü Hareket”in âkıbeti “mahkeme kararları”na kalabilir mi? Bu suâli şöyle de sorabiliriz: “Ülkücü Hareket’i mahkeme kararları kurtarabilir mi?”
Bilelim ki, “Fikriyât”ta bu kadar “yaya” kalınırsa “Kongre krizi”nin ortaya koyduğu siyasî çekişme, kavga veya mücâdele, nasıl neticelenirse neticelensin, üzerinden 3-5 yıl geçtikten sonra, hâfızalara ve siyaset tarihine sadece sıradan bir “liderlik yarışı” olarak kaydedilecektir.
Birkaç ay evvel yazdığım bir seri yazıda da anlatmaya çalıştığım gibi, “problem”in Parti Genel Merkez idaresinin siyasî yetersizliklerini de müzmin siyasî başarısızlık, beceriksizlik ve en son “çürümüşlük” tablosunu da aşan daha derin kökleri ve sebepleri var.
Bugüne kadar, daha doğrusu 1970’lerin sonlarından itibaren hep “Parti”, “Hareket”i tanımladı; “Hareket” “Parti”yi tanımlamadı, tanımlayamadı.
Bunu bir başka yerde, yıllar evvel (2002) şöyle açmaya çalışmıştım: “Hareket partiyi tanımladıkça her şey çok kolaydır; ama, Parti hareketi tanımlamaya başlayınca işler değişir. Hareketi inançlar, idealler ve ilkelerden başka bir şey bağlamaz; partiyi ise bunlardan çok başka şeyler bağlar; çünkü, parti her şeyden evvel siyasî bir varlıktır, hareket ise öncelikle ideolojik endişelere dayanır.” (“MHP’lilik, BBP’lilik, Ülkücülük”, Millî Kimlik Milliyet Milliyetçilik içinde, s.288.)
Ülkücü câmiânın kendisine sormayı, tartışmayı onlarca yıl ertelediği asıl soru “Kongre” krizi vesilesiyle daha da ehemmiyet kazanmış olarak önümüzde durmaktadır:
“Parti” mi Ülkücülüğü, Ülkücü Hareket’i rahminde taşıyacaktır, yoksa “Ülkücülük” (Millî fikriyât) ve “Ülkücü Hareket” mi Parti’yi rahminde taşıyacak ve ona hayat verecektir?
Ülkücü hareket ve Câmiâ’nın bundan sonraki esas meselesi “bizim parti” meselesi olmaktan çıkmıştır. Belki çoktan çıkmıştı, ama bu süreçte iyice tescillenmiştir; zîrâ, “Parti”nin artık “Ülkücü câmiâ”yı taşıyamadığı bir tarafa, “Ülkücü Hareket”e vücut verme, onu fikren, fiilen ve siyaseten “ete kemiğe” büründürebilme yeteneğini kaybettiği de ayân-beyân ortadadır.
O zaman, hem kültürel-toplumsal bir pedagoji ve hem de siyasî bir programın ana hatlarını çizecek “Ülkücü” bir milliyetçiliğin “satır başları”nı, irfân, tecrübe ve fikrî mirasımızdan süzerek yeniden yazmak yahut hatırlamak, “ülkücüyüm” diyen ve Türk Milleti ve Türkiye üstüne düşünmeği namusunun bir parçası sayan herkesin ortak sorumluluğudur.
Şahsen kendimce yazabildiklerimi aşağıda ve maddeler hâlinde, bu Câmiâ’nın aklî, vicdanî ve ahlâkî değerlendirmesine sunuyorum:
Toplumsal pedagoji ve siyaset olarak milliyetçilik
- Milliyetçilik, bizler için her şeyden evvel vatanseverliktir, ama şuurlu ve sorumlu bir vatanseverlik!.. Vatanseverlik, elbette ki, heyecanlı bir hissiyattır ve bu olmaksızın hiç bir millî inşâ gerçekleştirilemez; ama, bundan ibaret de görülemez. Vatanseverlik, aklî-zihnî ve vicdanî muhakeme gerektiren tarihî ve coğrafî bir şuurdur, aynı zamanda. Vatanseverlik, milletin kimlik ve bekası kadar, vatanın, toprağına, havasına, suyuna da beka ve hüviyet meselesi olarak bakmaktır; yani, tabiattan tarihe kadar korunması gereken her türlü zenginliği tahrip ve yahut talan etmemektir, ettirmemektir. Bir milletin kimliği, zaman ve mekândaki derinliği kadar değer ifade eder; tarihsiz ve coğrafyasız bir kimlik iddiası, boş ve mânâsız bir hezeyandır.
- Vatanı sevmenin sorumluluğu, icab ederse uğruna ölümü göze almaktan ibaret değildir; vatanı mamur, milleti müreffeh hale getirebilmek için daha çok yaşamaya gayret etmek ve herkesten çok çalışmayı, herkesten erken kalkmayı da göze almak ve herkesten daha iyi işler, dostun değil düşmanın bile beğeneceği kadar iyi işler yapabilmektir!
- Millî zenginlikleri milletlerarası markalara, millî değerleri evrensel kriterlere dönüştürebilmek milliyetçiliğin en büyük ödülüdür.
- Türkiye, şâyet haricî bir gücün fiilî saldırısına maruz kalırsa yapılacak şey tarihî ‘sicil’imizde yazıyor, ayrıca anlatmaya lüzum yok. Eğer böyle bir saldırı mevzuubahis değilse Türk milliyetçiliği, meşruiyetini ancak daha âdil ve ahlâkî bir toplumsal düzen talebi ile millî hasletleri insanî erdemlerle mezcetmeye dönük manevî bir olgunlaşma çabasından alabilir. Dahilî bir buhran karşısında ise milliyetçilik, sabır, teennî, tahammül, sebat ve metanet imtihanını kazanmaktır. Bu kaygılardan uzaklaşmış bir milliyetçilik millete hizmet edemez.
- Ya ‘bağırış-çağırış” tuhaf tepkiler vermek ya da büsbütün pasif kalmak dışında, başka hiç bir pozisyon düşünememek, milliyetçilik değil yeteneksizliktir.
- Türk milliyetçiliği Türk’e, Türklüğe, Türk vatanına, İslâm dünyasına ve insanlığa hizmeti bütünlüklü bir felsefî anlayış haline getirmedikçe, en başta Türkiye ve Türklükten bile tecrit edileceğini kavramak zorundadır!
- Büyük ve medenî milletlerin milliyetçiliği, içe kapanmayı değil dışa açılmayı, dünyaya kendi ülkesinden baktığı kadar, ülkesine de insanlığın yürüdüğü mecrâdan ve dünyanın gittiği istikametten bakabilmeyi gerektirir. Türk milliyetçiliğinin kendi içindeki problemi de aynı mantığa tâbidir: Türkiye’ye milliyetçilik penceresinden bakmak yetmez; bununla beraber ve bundan daha çok, milliyetçiliğe de Türkiye’nin bütününden (veya bütünlüğü üzerinden) bakabilmek gerekir!
- Dış politika her ülke için ve tabiatı îcabı millî menfaatleri temin ve temsil mesleğidir, yâni ister istemez millî olmak zorundadır; bizim yegâne ihtiyacımız ve talebimiz bunun maharetleyürütülmesi olabilir; ayrıca ve fazladan bir ideolojik vurguya lüzum yoktur!
- Milliyetçiliğin, fikrî ve fiilî programının en kuytu köşesine dahi ‘askerî yayılmacılık’ hevesleri sokulamaz. Türk dünyası ve İslâm âlemiyle münasebetlerimizin kalıcı ilkeleri, askerî yayılma değil, kültürel derinleşme, iktisadî bütünleşme ve siyasî dayanışma çerçevesini aşamaz!
- Sorumlu ve serinkanlı bir milliyetçiliğin programı, ‘ithâl’ edilmiş İslâmcılığa özenerek üçüncü dünyaya mahsus sığ bir anti-Amerikanizm ve yahut iptidaî bir yabancı düşmanlığı ile içine kapandıkça sağlıklı bir bölge ve dünya muhasebesi yapabilecek ufku kaybeder.
- Milliyetçilik, İslâm dünyasına sırt çeviremeyeceği, Arap âlemini ‘çöl’ jargonu ile küçümseyen çiğ bir Batı hayranlığının izinden gidemeyeceği gibi, ilkel bir anti-semitizmin değirmenine de su taşıyamaz!
- Milliyetçilik, vatan ve millet aleyhine açık veya örtülü bir faaliyeti görülmediği müddetçe, cemaatlere cephe açmak gibi abes ve mânâsız işlerle iştigâl edemeyeceği gibi, cemiyet meydanını terkedip cemaatçiliğin dar ve izbe sokaklarında çâre ve teselli arayarak da enerjisini tüketemez!
- Mukaddeslerimizin saygı görmediği bir vatanı hiç tasavvur etmediğimiz gibi, vatansız ve istiklâlsiz bir mukaddesat bezirgânlığını da reddediyoruz! Vatanımızda, bayrağımızın altında ve mukaddeslerimizi başımızın üstünde taşıyarak var olacağız!
- ‘Ülkücülük’, Türk milletinin ruhunda barındırdığı, mâşerî hâfızasında sakladığı tarihî ve manevî iddiaya sahip çıkmaktır. O ‘iddia’nın hakikati, millet kadar ümmetin de; ümmet kadar insanlığın da geleceğine karşı borçlu ve sorumlu olmayı gerektirir.
- Ülkücü milliyetçiliğin hedefi, Türkiye’de ‘cephe’leşmek değil, hedef olduğu ‘husûmet’e karşı, Türkiye’yi tek cephe haline getirecek bir azim, irade ve gayretin sahibi olmaktır. Bu olursa arkası nasıl olsa gelecektir.
Mustafa Çalık, 1956’da Gümüşhane’de doğdu. 1978 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. 1980-89 arasında DPT’de uzman olarak çalıştı. 1985-87 yılları arasında ABD’de Denver Üniversitesi GSIS’de Milletlerarası Politika alanında yüksek lisans yaptı. 1981’de Mülkiye’de başladığı siyaset ilmi doktorasını, MHP Hareketi’nin Siyasî Sosyolojik ve Kültürel Kaynakları başlıklı bir tez savunarak 1992 yılında tamamladı. 1989’dan beri Türkiye Günlüğü dergisinin Genel Yayın Müdürlüğü’nü yürütmektedir.
http://www.aljazeera.com.tr/gorus/mhp-mi-ulkucu-hareket-mi
12 Mayıs 2016