Türk milliyetçiliğinin yaşayan en önemli isimlerinden, Türk Ocakları Onursal Başkanı, Ankara Ticaret Odası Önceki Başkanı Sayın Nuri Gürgür ile milliyetçiliği, Türk milliyetçiliğini, milliyetler ve halklar meselelerini konuştuk.
Alanında son yılların en önemli ve ufuk açıcı değerlendirmeleri. Konuyla ilgili her kesimden her kişinin okuması gereken bilgi, analiz ve yorumlar.
Saygıdeğer efendim, öncelikle, çok zaman ve emek ayırarak Kırmızılar’a gösterdiğiniz teveccühe içtenlikle teşekkür ederiz. tarihe geçecek bir mütefekkir olarak ama aynı zamanda bir aksiyon insanı olarak Türk milletine verdiğiniz, hepimizin çok iyi bildiği emek kutsaldır. Bu itibarla, gündemimizi meşgul eden, hala üstünde çok farklı tanımlamalar, çok farklı yorumlar yapılan “milliyetçilik, milletler ve halklar meslesi/tartışmaları” üzerine vereceğiniz bilgileri, yapacağınız analizleri ve yorumları heyecanla bekliyoruz. İzninizle hemen söyleşiye başlayalım.
SORU: Millet, halk, ırk, kavim, soy, ümmet kavramları tanım ve işlev olarak ne anlama geliyor?
CEVAP: Millet kelimesi bizde 19. yüzyıla kadar Kur’ani bir kavram olarak kullanıldı. Kur’an’da Hz. İbrahim’e, İshak’a ve Yakub’a nispet edilmek suretiyle yedi yerde,“Millet-i İbrahim” olarak on beş yerde bu kelime geçmektedir. Dinler tarihi literatüründe daha çok semavi dinler ve onları takip eden gruplar için kullanılmıştır. İslâm’ın evrensel bir din olması ve inanç konularında baskıyı yasaklaması sebebiyle diğer din mensupları İslâm toplumu içerisinde hukuki güvenceye sahip olmuşlar, özgürce yaşamışlardır. Türk-İslâm medeniyetinin zirvesi konumundaki Osmanlı Devleti’nde Müslümanlar “Millet-i hakime”yani tek millet sayılırken gayrimüslimler “zimmî”yani Müslümanların zimmeti olarak kabul edilmişlerdir. Canları, malları ve inanç hürriyetleri devletin güvencesi altındadır. Askerlik, siyaset, idare (ilmiye, kalemiye, seyfiye) dışında kalan her alanda Müslümanlarla -cizye adındaki vergiyi vermeleri dışında- aynı haklara sahip olarak yaşamışlardır. Ticaretlerini, sanatlarını serbestçe yürütmüşler, ibadetlerini yapmışlardır.
Batı’da 19. yüzyılda, yani modernleşme döneminde gündeme gelen “nation”kavramı Türkçe’de millet kelimesiyle karşılandı. Bu anlam değişikliği neticesinde kelime İslâm literatüründeki dini içeriğinden uzaklaşarak, doğrudan sosyolojik ve siyasal bir kavram olarak kullanılmaya başlandı.
Millet (nation) adıyla tanımlanan toplumsal gerçeklik hem ontolojik hem de şuur ve duygu bakımından tarihi bir olgudur. Nasıl oluştuğu ve hangi unsurlara dayalı olduğu hususunda Batılı düşünürler arasında çok farklı görüşler vardır. Mesela Benedict Anderson, “milli bir cemaatin kurulmasının hayal edilmesine bağlı olduğunu”, çünkü milletin üyelerinin birbirlerini tanımadıklarını ancak her birinin zihninde müşterek bir duygunun bulunduğunu söyler. Buna karşılık Gellner, milletlerin sanayi toplumunda meydana gelen ekonomik ve sosyal gelişmelerden kaynaklanan ihtiyaçlara cevap vermek üzere sonradan oluşan “icat edilmiş gerçeklik”olduğunu öne sürer. Millet tanımı ve tarifi hususunda farklılıkların olması doğaldır. Çünkü millete vücut veren unsurlar, kültür yapıları her toplumda farklıdır. Fransızlar kültürel parametreleri esas alırken, Almanlar milleti ırka mensubiyet duygusu olarak algılarlar. Literatürde milletlerin tarihi ve kültürel yapılarına, millî hedef ve ihtiyaçlarına göre değişen çok sayıda tarifin her birinin, kendi özel şartları bağlamında doğruluk payı bulunmaktadır.
Millet olgusunun ve milliyetçilik akımlarının 19. yüzyıl sonlarına doğru Avrupa’da görünür hale gelmeleri, bu şuuru doğuran dil, din, etnik farklılıklar gibi kültürel unsurların eskiden olmadıkları anlamına gelmez. Bunlar eski dönemlerde vardı ancak millî kimlik olarak benimsenmeleri, millî devletlerin parametreleri haline gelmeleri, bu yüzyılda yaşanan siyasi, sosyal ve ekonomik yapısal depremlerin sonucudur.
Sanayi devrimi ile üretimin artması, ticaretin genişlemesi, müstemlekelerden aktarılan parasal kaynaklar refahı artırdı; zenginleşen, ekonominin dinamik kesimi haline gelen orta sınıf (burjuvazi) siyasal ve sosyal hayatı düzenleyip yönlendirecek güce ulaştı. Temel haklar ve özgürlükler, parlamenter rejimler ve demokrasi üzerinde yazan, konuşan mutlakiyetçi yönetimlere karşı çıkan entelektüel bir kesim oluştu. Kilise ve aristokrasi geleneksel hakimiyetlerini kaybederken Avrupalı toplumlarda milliyet bilincinin uyanmasıyla birlikte milliyetçi akımlar hızla yaygınlaştı. Egemenliğin şahsa veya belli bir zümreye değil, millete ait olması fikri benimsendi. Batılı toplumlar arasında giderek yükselen rekabet, çıkar çatışmaları millî devletler halinde organize olma girişimlerini hızlandırdı; her millete bir devlet fikri ön plâna çıktı.
Zaman, Ziya Gökalp’in ifadesiyle “milliyet asrı”idi. Devletlerin millî kimlikler zemini üzerinde oluşturulması, mozaik birer yapı olan imparatorlukların parçalanma sürecini başlattı. Batı’daki bu gelişmeler en fazla Osmanlı İmparatorluğu’nu etkiledi. Değerli tarihçimiz İlber Ortaylı’nın ifadesiyle 19. yüzyıl Devlet-i Aliyye’nin “en uzun yüzyılı” dır. Bu döneme kadar devleti ayakta tutan nizam bozulup ihtiyaçlara cevap veremez hale gelmişti. Ordudan ve eğitim kurumlarından başlayan ve zamanla diğer alanlara yayılan reform girişimleri yetersiz kaldığından sorunlar yüzyıl boyunca büyüyerek devam etti.
Geleneksel millet sistemi yoğun dış baskıların da etkisiyle Tanzimat ve Islahat Fermanlarıyla kökten değiştirildi. Gayrimüslimler (reaya) Müslüman tebaa ile eşit duruma getirildi. Sosyal tabanı bulunmayan ve milli renklerinden arındırılmış suni bir “Osmanlı milleti”oluşturulmaya çalışıldı. Böylelikle “Osmanlı vatandaşlığı”ortak paydasında buluşulacağı, ayrılıkçı akımların önleneceği düşünüldü. Ancak devletin kuruluş ilkelerine, toplumsal ortama aykırı olan, yıkılışa kadar sürdürülmeye çalışılan bu politika başarısız kaldı. Avrupa kaynaklı, kiliseler ekseninde yürütülen, etnisiteye dayalı milliyetçi-ayrılıkçı talepler sonuç alınana kadar sürdürüldü. Farklı bir millet oldukları bilinci önce gayrimüslimler, daha sonra Arap ve Arnavut topluluklarında giderek yaygınlaştı.
Türkler devletin kurucu unsuruydu. Kuruluşundan itibaren yönetimde bir Türk hanedanı, Osmanoğulları vardı. İnanç gereği bütün Müslümanlar “tek millet”ve eşit olmakla beraber devletin varlığını Türkler koruyor, savaşıyorlardı. Türkçe sadece Türklere münhasır bir lisan değil, İmparatorluk ahalisinin ve devletin ortak diliydi. Kamu hukuku ve idari teşkilat Türklerin örf ve geleneklerine göre düzenlenmişti. Osmanlı vatandaşlığı girişimini Türklerden başka hiçbir unsur ciddiye almamıştı. Devletin bekası meselesi kuruluşundan çökünceye kadar sadece Türklerin konusu olarak kaldı.
Sorumluluğun bilincinde olan Türk unsur, azınlık milliyetçiliklerinin revaçta olduğu 19. yüzyılda diğer unsurları tedirgin etmeme mülahazasıyla milli kimliğini ön plâna çıkarmamıştır. Ancak 93 Harbi ve Balkan faciası devletin Türk milletinden başka bir dayanağının bulunmadığını ortaya koydu. Türk milliyetçiliği bilinciyle yürütülen Millî Mücadele’nin zaferle sonuçlanması üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti milli bir devlettir ve Türk milletinin eseridir.
Ziya Gökalp milletin hem “ne olmadığını”hem de “ne olduğunu”çok açık şekilde anlatmıştır. Onun milli kültür ve mefkureyi esas alan görüşleri, sonraki dönemlerde başta Prof. Mümtaz Turhan, Prof. Erol Güngör ve Nevzat Kösoğlu başta olmak üzere, çok sayıda milliyetçi mütefekkirimiz tarafından da paylaşılmıştır. “Kültür milliyetçiliği”diye ifade edilen bu bakış tarzı, 108 yıllık tarihi bir hizmet çınarı olan Türk Ocakları’nın başından beri temel felsefesidir.
Gökalp “Millet ne ırkî, ne coğrafi, ne kavmi, ne siyasi, ne de iradi bir zümre değildir.” der. Toplum hayatının ulaştığı son tarihi ve sosyolojik aşama olan millet “dili ortak olan, yani aynı terbiyeyi almış olan fertlerden oluşan kültürel bir topluluktur; bir kültür ve terbiye birliğidir.”Halk irfanında bu durum “dili dilime, dini dinime”diye formüle edilmiştir.
Millet duygusunu oluşturan bu toplumsal ve psikolojik bağ, millî kültür ve duygulardaki ortaklık (asabiye), ferdin doğumuyla birlikte aile ortamında başlayan, mektep ve sosyal çevre ile devam eden talim (eğitim) ve terbiyenin eseridir. Her kültür millidir ve özgündür. Dil, din, musikî, mimari, mutfak tarzı gibi kültürel öğeler topluma millî kimliğini kazandırır. Bunlar ferdin vicdanında benimsenip sahiplenilmiyorsa yani millî bilinçte sorunlar yaşanıyorsa“talim ve terbiye”de,eğitimde zafiyet var demektir.
Milliyeti oluşturan unsurlar ait oldukları toplumlarda durağan bir seyir izlemezler, zaman içerisinde asliyetini korumakla beraber değişip dönüşebilirler. Bazıları daha fazla öne çıkar veya tersi olur. Çünkü millet canlı ve dinamik bir yapıya sahiptir. Bu süreç Tanpınar’ın ifadesiyle “değişerek devam etmek, devam ederken değişmek”modernleşme döneminde millet diye tanımlanan sosyolojik evrimin hikayesi sayılabilir. Ancak bu değişim olayı milliyeti oluşturan kültürel öğelerin özüne yabancılaştığı anlamına gelmez. Modernleşme dönemindeki millet olgusunun dayandığı unsurların her biri o toplumlarda önceki asırlarda da vardı ve yaşanıyorlardı. Bunların bilinçli olarak algılanıp, mensubiyet duygusuna dönüşmesiyle milliyetler asrı başlamış oldu.
Nevzat Kösoğlu bu sosyo-kültürel evrimi insan yahut ağaç metaforuyla anlatır. Yaşlı bir insanın görünümü çocukluk dönemine benzemese de özünde değişen bir şey yoktur. Fidanken gelişip ağaca dönüşen çınarın durumu da aynıdır. Milli kültürün taşıyıcı ve en önemli belirleyeni olan dil konusunda da bu tablo net şekilde görülebiliyor. Binlerce yıllık bir tarihe sahip olan Türk Milleti’nin en eski yazılı kaynaklarının başında gelen ve 8. yüzyılda dikilen Göktürk bengü taşlarına kazınan yazılar Türkçe’nin çok yüksek bir devlet ve sanat dili olduğunu gösterir; zengin bir kültürü, devlet bilincini yansıtır. Ancak bugün konuştuğumuz Türkçe esasında değişmemekle beraber o dönemdekinden farklıdır.
Gökalp toplumların 4 safhadan geçtikten sonra “millet düzeyine”ulaştığını söyler:
- Kabile veya aşiret devri,
- Irk (soy) birliğine yahut yakınlığına dayanan kavim dönemi,
- Din birliğine dayanan “ümmet”dönemi,
- Kültürel bağlara dayanan “millet”dönemi.
Yüzyıllar boyunca kimliğini (Müslüman) olarak algılayıp isimlendiren, siyasi ve idari teşkilatını ona göre kuran Türk toplumu, 1. Cihan Savaşı’na girerken önce gayrimüslim sonra da Müslüman unsurların ayrılmaları sonucu kaderiyle baş başa kalmıştı. Sosyolojik açıdan millet aşamasında olan toplumun milliyetini idrak ederek Göktürklerden sonra tarihte ilk defa kendi adıyla “Türkiye Cumhuriyeti Devleti”ni, milli devletini kurması doğal bir olaydır.
SOY
Soy kelimesi etimolojik ve sosyolojik açılardan farklı anlamlar içeriyor. Yaşar Çağbayır’ın hazırladığı ÖTÜKEN TÜRKÇE SÖZLÜK’te altı başlık altında şöyle ifade ediliyor:
- Birbirine kan bağı ile bağlı olan geçmiş, mevcut ve gelecek kuşakların tümü; birbirinin devamı olacak biçimde aynı kökene bağlanabilen varlıklar zinciri,
- Aynı ata ya da atalardan gelenlerin tümü; sülale, aile,
- Cins, çeşit, tür,
- Zürriyet, nesil, kuşak,
- Bir yaratığın kendisini, en eski atalarını ve kendisinden türeyen kuşaklarını kapsayan bireyler dizisi,
- İyi ve üstün nitelikli, soylu.
Sosyologlar genellikle “soy”un, toplumların tarih boyunca yaşadıkları sosyolojik evrimin, aileden sonraki safhası olduğunu ifade ederler. Prof. Sadri Maksudi Arsal’a göre soy “insanın sosyalleşme ihtiyaç ve kabiliyetinin ilk tecellisidir.”Ana, baba ve çocuklardan oluşan aile, bireylerin çoğalmasıyla akrabalık ilişkileri genişler; gruplar halinde daha geniş alanlara yayılırlar. Ancak aralarında duygusal ve maddi bağlar yani akrabalık bilinci devam eder. Çünkü başka gruplaşmalara (soylara) karşı hak ve çıkarlarını korumak, huzur ve güven içinde yaşamak için bu bağlantıya ihtiyaçları vardır. Toplumsal evrim devam ederken çoğalmakta olan soy (gens) “oymak”olarak tanımlanan daha büyük topluluklara dönüşür. Fakat ne kadar kalabalık olurlarsa olsunlar, yaşadıkları alanlarda başka toplumsal gruplarla rekabet ve mücadele devam ettiğinden, akrabalık ilişkileri bulunan grupların daha büyük kümelenmeye ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaç akraba olan soy ve oymakları “kabile”diye adlandırılan daha büyük bir yapıya dönüşmesine yol açar. Bu sosyolojik evrilme, zamanla devlet halinde örgütlenmenin ve nihayet millet olgusunun zeminini hazırlayacaktır.
Milletleşmenin objektif unsurları olan dil, din, musikî, mutfak kültürü vb. temel değerlerin hepsinin kökeni ilk tarzı ailede ve devamı olan“soy”da mevcuttur. Bu değerlerin nesilden nesile intikali, bu sosyal birimlerdeki akrabalık bağlarıyla mümkün olur. Bu bakımdan milliyet duygusunun güçlü olması, milli değerlerin özünü koruyarak devam etmesi, yaşanmaları toplumda soy bilincinin sürdürülmesine bağlıdır. Bu bilinci taşımak, soyuna bağlı olmak, önemsemek ırkçılık değil, millet olarak var olmanın esas şartıdır.
IRK
Irk “reice”insanların yanında hayvan ve bitkiler için de cins, tür, çeşit tanımlaması olarak kullanılan bir kavramdır. Bu konu 19. Yüzyılda Avrupa’da antropolojik açıdan çok tartışılmış, ortaya atılan tezler sadece fikri bir mesele olarak kalmamış, Nazi Almanyası döneminde uygulamaya da konulmuştur.
Irkçılık yahut yüksek ırk nazariyesinin fikir babası Fransız düşünür Comte de Gobineau (1816-1882)’dur. Onun “Beşerî Irkların Eşitsizliği Hakkında Düşünme”isimli kitabı, ilmi temelden yoksun iddialar içermesine rağmen, Avrupa’da çok etkili oldu; milyonlarca insanın ölümüne, büyük felaketine yol açan patolojik Hitler politikasının temelini oluşturdu. Gobineau’nun eski çağlarda ileri bir medeniyet yaratan “Aryen”denilen bir “yüksek ırk” olduğunu, bunların sonraki dönemlerde Germenler tarafından temsil edildiğine ilişkin iddiaları Almanlar tarafından benimsenip sahiplenildi. Fichte, Deniker ve Hegel gibi düşünürlerin de desteklemesi sonucu bu görüşler Almanya’da toplum kesimlerinde ciddi bir taraftar buldu. Irkçı (racist) Nazi politikalarının zeminini oluşturdu.
Antropolojik ırkçılıkla etnolojik anlamdaki soy duyarlılığını birbirine karıştırmamak gerekir. Bir milletin etnolojik açıdan kendisini muayyen bir beşerî zümreye yani ırka mensup olduğunu idrak etmesi ırkçılık değildir. Çünkü antropolojik anlamda ırk, zoolojik bir kavramdır. Millet ise sosyolojik, etnolojik, kültürel ve psikolojik bir olgudur. Millete vücut veren objektif unsurlar arasında ırk bu oluşumun “olmazsa olmazı”değildir. Yani fikrî ve felsefi anlamda ırkçılık bizim kültürümüzde ve milliyetçilik anlayışımızda yoktur. Gökalp “Irk at cinsinde aranan yararlı bir vasıftır” der, millet oluşumunda onu bir faktör olarak görmez. Ancak aynı soydan geldiğinin bilincinde olmak ve bunu önemsemek ayrımcılık yahut başka milliyetleri aşağılamak değildir. Soy şuuru insanın fıtratında bulunan doğal bir duygudur.
HALK
Halk kelimesi, kullanılış maksadına göre siyasi, ekonomik, sosyolojik ve pedagojik tanımlamaları yapılan, ortak bir tarifi olmayan, Fransız İhtilali’nden sonra kullanılmaya başlanan bir kavramdır. Türk Dil Kurumu sözlüğünde beş farklı tanımlamanın yapıldığını görüyoruz.
- Aynı ülkede yaşayan, aynı kültür özelliklerine sahip, insan topluluğu (Türk halkı gibi),
- Aynı soydan gelen ayrı ülkelerin uyruğu olarak yaşayan insan topluluğu (Yahudi halkı gibi),
- Bir ülke içerisinde yaşayan, değişik soylardan insan topluluklarının her biri (Bağımsız Devletler Topluluğu halkları gibi),
- Belli bir bölgede veya çevrede yaşayanların bütünü, ahali (bütün köy halkı),
- Bir ülkedeki yurttaşların bütünü.
Sosyal bilimlerde kelime üç farklı anlamda kullanılıyor:
- Çeşitli sosyal tabakalardan oluşan insanların yaşadığı bölgelerin herhangi birine yerleşmiş zümrelerden biri (Konya halkı – Yozgat halkı gibi),
- Etnik kökenlerine göre kendi adet, gelenek ve yaşama tarzına sahip insan toplulukları (Türk halkı, Alman halkı gibi),
- Değişik devlet ve resmi toplulukların oluşturduğu imparatorluk yapılarındaki çeşitli halk toplulukları (Sovyet halkı, Çin halkı gibi).
Atatürk “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir”diyerek millet ve halk özdeşliğini vurgulamıştır. 1921 Anayasası’ndaki (Esas Teşkilat Kanunu) “Hakimiyet kayıtsız, şartsız milletindir. İdare tarzı halkın kendi mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayanır”(1. Madde) ifadesi bu görüşün yasal ve hukuki temelini oluşturur.
Halk, bir milleti oluşturan çeşitli toplumsal kesimlerden yahut meslek gruplarından oluşur. Halk ile millet arasındaki en önemli fark, birinin (halkın) toplumda halen yaşamakta olan çeşitli toplum kesimlerini, diğerinin (milletin) ise geçmişten geleceğe doğru uzanan milli ve tarihi bir olguyu ihtiva etmesidir. Günümüzde halk bazen kavim, bazen millet, bazen vatandaş anlamında kullanılıyor. Halk kelimesi Fransız İhtilali’nden başlayarak çoğu kere taşrada yaşayan, okuma yazma oranı ve gelir seviyesi düşük, seçkinlerin dışındaki kesimler için kullanılmıştır. Bizde ise Ziya Gökalp’in kültürümüze kazandırdığı bu kavram önceleri demokrasi ve halk egemenliği anlamında kullanılırken, sonradan kültürde yenileşmenin, millileşmenin kaynağı olarak algılanmıştır. Gökalp “Halk millî kültürün canlı nüvesidir” der. Halk kültürün muhtevasını bünyesinde taşıyan, örf ve adetleri, yaşama tarzını, geleneksel kültürel unsurları koruyan bir zümredir; aydınlar için beslenmeleri gerek bir feyiz kaynağıdır. Toplumu oluşturan bireyleri birbirine bağlayan, onlara kültürel asabiyetlerini kazandıran, milli kültüre muhteva ve devamlılık sağlayan temel faktör halk kültürüdür.
Türkiye’de, milliyet olgusunu, Türk kimliğini kabul etmeyen küreselci, solcu, liberal ve İslamcı çevrelerle azınlık ırkçıları, halk kavramına kendilerine göre bir anlam yükleyerek milli kültür muhtevasını inkâr ederek kozmopolit ve gayri millî bir kavram olarak kullanmaya çalışıyorlar. Bunların nazarında Türkiye’de Türk milletinin dışındaki her sosyal, dini, ideolojik ve etnik grubun kimliği meşrudur. Bunların kendini tanımlama ve siyasi temsil hakkı vardır. Dolayısıyla Türkiye ortak milli kimliği bulunmayan bir “halklar topluluğu”dur. Demokrasi ve insan hakları gibi evrensel değerleri maske yaparak haklılık kazanamaya çalışan genellikle basın ve üniversitelerde seslerini duyuran ayrıştırıcı ve bölücü zihniyet sahipleri ciddi bir toplumsal taban sahip olmasalar da huzursuzluk çıkarmaya devam ediyorlar.
KAVİM
İslam Ansiklopedisi’nde kavim maddesinde şu ifadeler yer almaktadır; sözlükte “aynı soydan gelen töre, dil ve kültürleri bir olan insan topluluğu”anlamına gelen kavim (kavm) “ırk, millet” manasında da kullanılır. …Kuran-ı Kerim’de kavim genellikle “topluluk”manasında 383 yerde ve tekil olarak geçmektedir. Bu ayetlerde aklını kullanan, bilen, Allah’ı seven ve Allah tarafından sevilen, düşünüp ibret alan, iyi ameller işleyen, iman eden, şükreden, söz dinleyen, adaletli davranan kavimler yanında, bunların zıddı özelliklere sahip olanlardan da söz edilir. … Kavim 20. yüzyılın başlarında Arapça’da ve Türkçe’de anlam kaymasına uğrayarak bir sosyoloji terimi haline gelmiştir. Kelime aslında “millet ve ırk” manasına gelmediği halde, modernleşmeyle birlikte milliyetçilik akımının güçlendiği dönemde böyle bir anlam kazanmıştır. …Ziya Gökalp’e göre kavim “toplumsal gerçekliğin, dil ve adetlerde ortaklık suretiyle tam uzviyet şeklini aldığı zamanki hali”dir. Kavim ferdi öğelere, kavmin psikolojisi de ferdi psikolojiye indirgenemez. Çünkü kavmin özel bir varlığı vardır. Gökalp kavmin pozitif bilim metotlarıyla, duygulardan uzak ve objektif bir şekilde incelenmesi gerektiğini savunur, bir kavimde meydana gelen bütün olay ve değişmelerin sosyoloji vasıtasıyla keşfedilmesi mümkün olan sosyal sebepleri olduğunu ileri sürer. Kavim kendi mensuplarına bir sosyal kimlik kazandırır. Din, dil, tarih, töre, örf ve adetler bu kimliğin unsurları arasında gösterilir. Kavmiyetçilik duygularının güçlü olduğu bir toplumda ortaya çıkan İslam dini, kavim kimliğini dışlamamış fakat bu kimliğe üstünlük atfedilmesinin doğurabileceği sakıncalara karşı önlemler almış, sosyal ve kültürel farklılıkların bir arada korunması için tedbirler önermiştir.
Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde kavim, “aralarında töre, dil ve kültür ortaklığı bulunan, boy ve soy bakımında birbirine bağlı insan topluluğu” diye ifade ediliyor. Aynı coğrafi bölgede yaşayan, kabile, boy, budun olarak ifade edilen toplulukların güven içerisinde yaşayabilmek maksadıyla bir araya gelmeleriyle kavim adı verilen sosyal ve siyasal yapı oluşur; daha organize ve teşkilatlanma ihtiyacını karşılamak maksadı ile devlet düzenine geçilir. Çünkü kabile safhasında ilişkileri düzenlemekte yeterli olan örf ve adetler, büyüyen, genişleyen çok sayıda kabileden oluşan bu toplumsal yapının ihtiyaçlarını karşılayamazdı. Bu yapı içerisindeki bütün grupların ve fertlerin bağlı olacağı bir otorite, hukuk düzeni ve teşkilatlanma ihtiyacı kavimleşmenin beraberinde devletleşmeyi doğurdu. Kabile yahut boyların beraberliği çoğu zaman iradi bir tercih olmaktan ziyade, bunlardan birinin diğerlerini itaate zorlayacak derecede güçlü olmasının sonucudur. Sonuçta hangi yoldan olursa olsun bir merkezi hakimiyetin ve hukuki kuralları bulunan bir düzenin kurulmasıyla hem huzur ve güven içinde yaşamak mümkün oluyor hem de komşu kavimlerin rekabetine karşı koyulabiliyordu. Bu nedenle kavimlerin uzun süre varlıklarını sürdürmeleri, kültürel ortaklıkların derinleşmesi, alan hakimiyetlerini genişletmeleri, daha elverişli bölgelere intikalleri mümkün olabildi.
Prof. Sadri Maksudi Arsel, “her kavim, tarihi ve siyasi gelişmesinin belirli bir döneminde millet mahiyetini iktisap eder; teşekkülünü tamamlamış her kavim millettir”ifadesi ile milletin kavmin bir sonraki safhası olduğunu belirtiyor. Tarihi, siyasi ve sosyal gelişmeler Arsel’in bu tespitini doğrulamaktadır.
ÜMMET
İslam Ansiklopedisi’nde ümmet, “bir peygamberin tebliğ ettiği dine inanan veya o dine mensup olanların meydana getirdiği topluluk”diye tarif ediliyor. Ümmet dinî ve ahlâkî bir kavramdır. Ancak 19. yüzyıldan sonra sosyal bilimler alanında bu özelliklere sahip toplum kesimlerini ifade etmek maksadıyla sosyolojik terim olarak da kullanılmaya başlandı. Aynı dini inancı paylaşan, değerlerini ve ölçülerini benimseyip uygulayan insanların birbirlerine muhabbet duymaları doğaldır. Bu yakınlık hissi bir aidiyet duygusunu doğurur. Ziya Gökalp’e göre ümmet milletleşme döneminden önceki toplumsal hayattır. “Türklüğün Başına Gelenler”isimli makalesinde, Türkçülerin milli mefkuresinin Türklük, ümmet mefkuresinin ise İslâm olduğunu belirttikten sonra, Türkçülerin bir ümmet programı olması gerektiğini, bu iki fikir arasında bir gerilim bulunmadığını ifade etmiştir.
10. yüzyıldan sonra Müslüman olan Türk kavimlerinin, yaşayışları, kültür yapıları değişmemekle beraber İslamiyet onlara yeni bir zihniyet yapısı, hayat telakkisi kazandırdı; İslâm’ın değer ve ilkeleriyle zenginleşen kültürel yapı milli kimliğin temelini oluşturdu. İslamiyet, Kur-an ve Sünnet’in belirlediği ilkeler ve ölçüler manzumesidir; bunlar değişmez. Fakat İslâm’ı yaşama tarzı demek olan Müslümanlık her toplumun yaşama tarzına iklim özelliklerine ve milli kimliklerini göre farklı tarzda algılanır, hayata yansır. İslâm’ın temel esaslarında ve ilkelerinde farklılık olmamakla beraber Türklerin dini yaşama tarzları, gelenekleri, mimarisi, musıkîsi yani kültürel yaşantıları Araplardan, Farslardan ve diğer Müslüman kavimlerden tarih boyunca farklı olmuştur. Türk Müslümanlığı diye ifade edilen ve tarihi, toplumsal realite olan bu durum dini esaslarda farklılık bulunduğu anlamına gelmez; yaşanma biçimlerinin değişik olduğunu, milli kimliklerin varlıklarını koruduklarını gösterir. Nitekim, Müslüman olan Türk kavimlerinin kabile ve boy asabiyesi büsbütün ortadan kalkmadı. Ancak milli asabiye sürerken aynı inancı paylaşmaktan, dindaş olmaktan kaynaklanan “ümmet asabiyesi”oluştu. Bu dönemden itibaren kurulan Türk devletlerinin hukuki ve siyasi yapıları, örgütlenmeleri bu bilinçle düzenlendi.
Müslüman Türk devletlerinde yönetimler her dönemde bir Türk hanedanın egemenliğinde olmuştur. Devletin tebaası olan Müslümanlar ayrım yapılmaksızın “millet-i hâkime”dir. Gayrimüslimler ise “zımmî”kabul edilir; siyasi ve idari haklardan mahrumdurlar. Ancak hukuki güvenceye sahiptirler, dini inançlarını özgürce yaşamışlar, ticaret ve sanatlarını icra etmişlerdir.
19. yüzyılın başından itibaren gayrimüslimler arasında başlayan ve yüzyılın sonlarına doğru devletin Arap ve Arnavut tebaası arasında da yayılan milliyetçilik akımları “beka”sorunu doğurmuş, “Devlet-i Aliyye” dağılma ve parçalanma sürecine girmişti. Bu gelişmeler, Osmanlı aydınlarını ve devlet ricalini kurtuluş yolları aramaya yönlendirirken, önce İslâmcılık ve Osmanlıcılık daha sonra Türkçülük fikirleri ortaya çıkıp tartışılmaya başlandı. Böylece dini ve ahlâki bir kavram olan ümmet kavramı, siyasi ve ideolojik bir akım olan İslâmcılık yahut Ümmetçilik fikirlerinin toplumsal tabanı olarak algılanmaya başlandı.
Bütün Müslümanları siyasi bir çatı altında bir araya getirmeyi tasavvur eden “İttihad-ı İslâm”fikrinin en önemli temsilcisi, bazılarının “Afganlı Şeyh”diye andığı Cemaleddin Efgani idi. Siyasi sebeplerden dolayı ülkesini terk edip İstanbul’da yaşamaya başlamış ve 1897 yılında burada vefat etmiştir. Efgani Batı’nın baskılarına karşı tek kurtuluş yolunun İslâm dünyasının modernleşmesi ve birleşmesi olduğunu savunuyordu. Ancak bu fikrin gerçekleşmesi için evvela İslâm toplumlarının milli birer devlet haline gelmeleri gerektiğini, daha geniş bir siyasi birlikteliğin ileriki safha olabileceğini savunuyordu.
İslâm dinini siyaset, hukuk ve devlet yapılanmasında hayata hâkim kılmak, Müslümanlar arasında birlik ve dayanışma tesis ederek Batı saldırganlığına direnmek, Osmanlı devletini kurtarma ideolojisi olan İslamcılık–Ümmetçilik akımı, siyasi alana intikal edemedi; düşünce olarak kaldı. Gerçi Padişah 2. Abdülhamit Han ülke dışından birçok Müslüman liderle, saygın din alimiyle temaslar kurarak Osmanlı Halifesi sıfatıyla nüfusunu, etkisini genişletmek istemişti. Ama İngilizlerin tepkisini çekmemek için bu girişimlerini açık bir devlet politikası haline dönüştürmekten kaçınmıştı.
İslamcı–Ümmetçi fikirler, meşrutiyet döneminde daha canlı şekilde gündemde oldu, tartışılmaya devam etti. 93 Harbi yenilgisinin ve Balkan faciasının sonuçları, hangi düşünceden olursa olsun, bütün aydınlarımıza millet gerçeğinin önemini göstermişti. Türkler, dağılmak üzere olan Devlet-i Aliyye içerisinde kendi kaderleriyle baş başa kalmışlardı. Bu ortamda İslamcı aydınların da milli hassasiyetleri, vatanı savunma bilinci günümüzdeki siyasi İslamcılardan farklı şekilde yüksek oldu. Balkan bozgunlarında dağılan ordu, Türkçü-Turancı mefkurenin toplumda oluşturduğu ruhi gerilimin, coşkunun sonucu olarak iki yıl sonra ayağa kalktı. Çanakkale’de başlayan Millî Mücadele’nin zaferle sonuçlanması bu milli şuur uyanışının eseridir.
60’lı yılların başından itibaren Mısır ve Pakistan başta olmak üzere bazı Müslüman ülkelerde ortaya çıkan İslamcılık akımları Türkiye’de de etkili oldu. Bu akımların ideoloğu konumundaki Hasan el Benna, Seyit Kutup, Mevdudi gibi düşünürler cemaatçi ve otoriter “üçüncü dünya”kültürü ile ve ülkelerinin emperyalistlerin hegemonyasında olduğu bir siyasi ortamda yetişmişlerdi. Dinin fonksiyonel tanımını siyasi bağlamda yapmaya çalışıyorlar, siyasetin doğrudan doğruya dinin entegral bir parçası olduğuna inanıyorlardı. Devletin, siyasetin ve hukukun dini egemenliğine girmesini savunan bu anlayış, çoğu tercüme kitaplarla ülkemize nakledildi ve siyasi ümmetçiliğin fikri zemini haline geldi. Bu kesimler bilim, sanat, fikir ve kültür gibi alanlarda derinleşerek entelektüel bir arka plân oluşturmak yerine siyaset yoluyla, gücü kullanarak iktidar olmayı tercih ettiler. Erol Güngör bu gelişmelerle ilgili şöyle diyordu: “İslamcılık şimdiye kadar hep hâkim milliyete karşı hoşnutsuzluğunu doğrudan belirtemeyen, etnik azınlıkların ideolojisi olmuştur. Bunların amacı İslam ülkeleri arasında birlik sağlamaktan ziyade, kendi yaşadıkları ülkede milliyetçi politikayı etkisiz duruma getirmektir. Bu azınlıklar ayrılıkçı bir politika takip edecek kadar kalabalık ve güçlü olduklarını hissettikleri an, kendi istikametlerinde milliyetçi hareketi açıklamaktan geri kalmazlar. Böyle bir güce erişmedikleri müddetçe İslam davasının şampiyonu olarak görünürler.”
Diğer yandan bir başka sorun, Türkiye ve İran’ın dışındaki Müslüman ülkelerde özellikle Araplarda kabilecilik asabiyesinin, milliyet bilincinin oluşmasını engelleyecek derecede etkili olmasıdır. Milli kimliğin temel unsurları olan din ve dilin müşterek olmasına rağmen Gökalp’in belirttiği “talim ve terbiye”yani milli bir eğitim ortamı olmayınca şeklen devlet olunsa bile modern anlamda millet safhasına geçilemiyor. Milletin iradesine bağlı demokratik rejimler kurulamıyor; çoğu Müslüman ülke güçlü bir kabileye mensup hanedanlardan krallar veya ordunun desteklediği diktatörler tarafından yönetiliyor. Muazzam petrol ve doğalgaz gelirleri, işletici uluslararası şirketlerin kârları düşüldükten sonra, aile şirketi gibi yönetici grup içerisinde paylaşıldığından geniş kitleler yoksulluktan kurtulamıyor.
İslâm ahlâkını kuran ve sahih hadislerde belirtilen ilke ve esaslar çerçevesinde hayata uygulayamayan, önemini idrak edemeyen insanlardan oluşan toplumların, ümmet bilincine sahip olmaları ve Avrupa Birliği’ne benzeyen “ulus-ötesi”kolektif yapılar inşa etmeleri ütopik bir beklenti olarak kalır.
Günümüzde dünyada 1,5 milyar civarında Müslümanın yaşadığı tahmin ediliyor. Büyük çoğunluğu Afrika’dan Asya’ya Pasifik kıyılarına ulaşan bu geniş coğrafyadaki Müslüman ülkelerin tamamı yönetimleri üzerinden doğrudan yahut dolaylı şekilde başta ABD olmak üzere Batılıların ve Rusya’nın kontrolünde olduklarından, bağımsız siyaset izlemeleri mümkün olmuyor. Diğer yandan Müslümanların arasındaki etnik ve mezhebi ayrılıklar, dini algılama farklılıkları ortak bir dini aidiyet duygusunun, “ümmet”dayanışmasının oluşmasını engelliyor. Tam tersine inanç ve yorum farklılıkları çok katılaştığından, birbirini “tekfir”eden, hasım sayan gruplaşmaların, “kabile”leşmenin doğmasına yol açıyor. Kökleri İslam’ın ilk dönemlerine uzanan ve şiddeti yöntem olarak kullanan “Haricilik”ve “Hasan Sabbah”çılık geleneğinin günümüzdeki uzantıları Batılı istihbarat servisleri tarafından politik birer malzeme gibi kullanılabiliyor. Böylelikle Afganistan ve Pakistan’dan başlayan kısa zamanda pek çok İslâm ülkesine yayılan radikal, cihadist, selefici, terörist örgütlenmeler 30 yıldan beri İslam ülkelerinin çoğunda kanlı iç çatışmaların yaşanmasına yol açtı. Milyonlarca Müslümanın bu çatışmalarda can vermesi yahut ülkelerinden çıkmak zorunda kalıp sığınmacı olması tarihte yaşanmayan korkunç bir faciadır. Şu andaki tablo Müslümanların bu kaostan, perişanlıktan kendi irade çabalarıyla kurtulmalarının kolay olmayacağını gösteriyor. Yüzyıllardır çözülemeyen yapısal sorunlar, son dönemde dünyadaki gelişmelere paralel olarak yayılıp derinleşti; habis bir virüs gibi metastaz yaptı. Pakistan ve Afganistan’da halen binlerce medrese var; Kur-an-ı Kerim ezberletiliyor. Geçen yüzyıllarda yazılmış bazı hadis ve fıkıh kitapları okutuluyor. Bu skolastik döngü içerisinden “İslam’ı günün idrakine söyletecek”, günün şartlarına ve ihtiyaçlarına cevap verecek bir zihni gelişme mümkün olmadığından cehalet ortadan kalkmıyor. Bütün İslam ülkelerinde bir yılda yayımlanan bilimsel makale sayısı Japonya’dakinden yahut İskandinav ülkelerinden daha az olduğu sürece Müslüman ülkeler küresel rekabet içerisinde “alttaki”olmaktan kurtulamazlar.
SORU: Türk milleti sizce nedir; bir soy birliği mi, yoksa kültürel birlik mi? M. Akif Ersoy, Şemsettin Sami, Tatyos Efendi, Serkisyan, Ahmet Haşim’i, Zenci Musa’yı nasıl değerlendirmelidir?
CEVAP: Ziya Gökalp’ten başlayarak başta Mümtaz Turhan, Erol Güngör, Nevzat Kösoğlu ve Yılmaz Özakpınar gibi milliyetçi mütefekkirlerin üzerinde birleştikleri kültür milliyetçiliği tanımlaması vardır; Türk Ocakları da 108 yıldır, milli kültürü esas alan bu tarzın temsilciliğini yapmaktadır. Ortak bir kültürü ve geçmişi yaşayan, ortak bir gelecek düşüncesine sahip olan insanlar bizim milletimizdir. Millet toplumların sosyolojik gelişmesinin son evresidir. Milliyet diye ifade edilen ortak kültür unsurları arasında dil, din, soy, mimari, musiki, yaşama tarzı, mutfak kültürü gibi çok sayıda unsurlar vardır. Bunların bazılarının olmayışı yahut farklılığı, milliyet tanımlamasını değiştirmez. Milletin kültürel birliği, duygu ve anlayışta ortaklığı cumhuriyetin de kuruluş ilkelerinin başında gelir.
Ziya Gökalp, milletin ne olduğunu ifade ederken “ne olmadığını”da vurgulamıştır. Gökalp’e göre millet ırk ve kavim birliği değildir; millet bir imparatorluk içindeki siyasi birlik değildir; millet bir coğrafya birliği değildir; millet ferdin seçimiyle kazanılan bir kimlik değildir. Millete vücut veren toplumsal bağ eğitimde, milli kültürde, duygularda ortaklıktır. Milli kültürü oluşturan unsurların duygularda ortaklığa dönüşmesi ferdin aileden başlayan eğitim ve terbiye sürecinde olur; böylece mensubiyet bilinci kazanılmış olur. Ortak kültürel kimliğin kazanılması, ferdin milliyetini idrak etmesi tek tip insan yetiştirmek anlamına gelmez; bu süreç ferdin kendi kültürel ortamında sosyalleşmesi, kişilik kazanması olayıdır.
Türk kültürünü kendi ortamı içerisinde paylaşan insanlar hangi soydan olurlarsa olsunlar bu önem taşımaz. Ancak Türk milletinden farklı bir etnik grup oluşturmak isteyenler, birlikte yaşadıkları, her türlü nimetleri paylaştıkları, imkanlarından eşit şekilde yararlandıkları bu millete ve ülkeye ihanet ediyorlar.
Osmanlı döneminde ve sonraki yıllarda Türk kültürü içinde yetişmiş ve Türk milliyetçiliği yapan kökeni farklı çok sayıda insanımız vardır. Bunlar devletimizin payidar olması, milli mücadelenin başarıya ulaşması için çalıştılar; bu uğurda canlarını verenler oldu. Mesela Irak’ta Cihan Savaşı’nda İngilizlere karşı savaşan, Uceymi Sadun Paşa milli bir kahramandır. Arap asıllıdır, aşiret reisidir. Askerimizin yanı başında ölümü göze alarak İngilizlerin ilerleyişini uzun süre durdurmuştur. Atatürk bu yiğit insanı unutmamış, zaferden sonra kendisine Urfa’da bir arazi tahsis edilmiş, 1960 yılında vefatına kadar milletimizin bir ferdi olarak aramızda yaşamıştır. Türk milliyetçiliği yapan bu kahramanlar, milletimizin öz evladıdır. Zenci Musa bu grubun seçkin örneklerinden biridir. Sudan asıllıdır. Libya’da Kuşçubaşı Eşref Bey ile tanışırlar ve kaynaşırlar; çünkü ikisi de inandıkları değerler uğruna savaşmayı hayatlarının anlamı ve gayesi sayan, ölümü hiçe sayan karakter ve ahlâk sahibi yiğitlerdir. Mehmet Akif onu şöyle yüceltir: “Eşref Bey’in emir eri zenci Musa / İsa Peygamber’e omuzlarını ödünç verir / ve peygamber bu sayede göğe tırmanabilir.”
Zenci Musa yahut Kuşçubaşı Eşref Bey gibi kahramanlar tarihin tozlu sayfalarında unutulup gitmemeli. Hikayeleri yazılarak, filmler, diziler yapılarak genç nesillere anlatılmalı, Millî Mücadele’nin hangi fedakarlıklarla, çabalarla kazanıldığı öğretilmelidir.
Mehmet Akif’e Arnavut asıllı deme yanlışlığında da ısrar edilmemeli, Milli ruh ve heyecanlarımızın timsali bu muhterem şahsiyete haksızlık yapılmamalıdır. Annesi Özbek’tir; ama böyle olmasa da bir eksiklik olmazdı. Çünkü Akif tıpkı Şemsettin Sami Bey gibi milli kültürümüze büyük hizmetler yapan, etnik bir saplantısı olmayan, milliyetin anlamını bilen bir insandır. Bir mısrasında ırkçılık eleştirisi yapmak maksadıyla “gerçi ben ki Arnavut’um”demesini öne çıkaranların, İstiklal Marşı’nın bütün kıtalarında yansıtılan milli duygu ve coşkuyu görmezlikten gelmeleri samimiyetsizliktir. Böyle yaparak Türk milliyetçiliğini ırkçılık olarak gösterip zihinlerde kavram kargaşası yaratılmaktadır.
Osmanlı Devleti’nde de Cumhuriyet Dönemi’nde de milli kültürümüzün oluşup gelişmesine, zenginleşmesine katkı yapan, kültürel unsurlarımızı paylaşan, farklı soylardan çok sayıda insan vardır. Sokullu Mehmet Paşa’nın hangi ırktan olduğunu konuşmak bile abestir. “Bu millet isterse yelkenleri atlastan gemiler yapar”diyecek kadar milli mensubiyet duygusu taşıyan, Kuran-ı Kerim’i okumadan yatmayan bir insanda soy farklılığı aramak ayıptır.
19. yüzyılın son çeyreğine kadar, yüzyıllar boyunca bu topraklarda birlikte yaşadığımız, “millet-i sadıka”diyerek ayrılıkçı Hristiyan tebaadan farklı gördüğümüz Ermenilerin arasına, Osmanlı Devleti’ni parçalamakta kararlı olan devletlerin kışkırtması sonucu “etnik fitne”mikrobu girinceye kadar, hiçbir sorun yaşanmamıştır. Bu tarihten sonra da her şeye rağmen bu fitneye bulaşmamaya çalışan Ermeni vatandaşlarımız olmuştur. Özellikle musiki, mimari ve mutfak kültürü gibi alanlarda milli kültürümüze katkı yapan çok sayıda Ermeni kökenli besteci, sanatçı, mimar vardır. Tanzimat’tan sonra Hariciye ve Maliye Nazırlığı gibi üst düzey devlet görevi yapanlar da olmuştur. Irkçılığın ne kadar yanlış ve hastalıklı bir zihniyet ürünü olduğunun örneklerinden biri de Ahmet Haşim’in Arap kökenli olduğunu öne sürüp dışlamaya çalışanlardır. Bu tarz sakar tanımlamalar Ahmet Haşim gibi şiir dünyamızın en güzide örneklerinden olan bir edebi şahsiyeti küçültmez ama yapanların idrak ve vicdan sorunları olduğunu gösterir.
SORU: Türkiye için kimileri kurucu unsur Türkler, millet önemlidir derken, kimileri mozaikten bahsediyor. Ne dersiniz?
CEVAP:Osmanlı İmparatorluğu 19. yüzyılda esen milliyetçilik rüzgarlarının etkisiyle ve Düvel-i Muazzama’nın müdahalesiyle dağılma/parçalanma sürecine girdi. Rumeli’de gayrimüslimlerin tamamı ayrılıp kendi devletlerini kurdu. Arap ve Arnavutlar da aynı yola girdiler. Cihan Savaşı arifesinde Türkler artık kendileriyle baş başa kalmışlardı. Bu döneme kadar Devlet-i Aliyye’nin bütünlüğünü koruma sorumluluğu duyan, milli kimliğini öne çıkarmayan aydınlarımız, milli varlığımızı korumanın ancak Türk milliyetçiliği fikrinin benimsenip uygulamaya konulmasıyla mümkün olacağını gördüler. Böylece tarihi, kültürel ve toplumsal bir olgu olarak zaten asırlardır var olan, bütün unsurlarıyla toplum hayatında yaşanan Türk milleti olgusu siyasi ve resmi bir anlam kazanmış oldu.
Çanakkale’de başlayan ve 9 Eylül 1922’de Mustafa Kemal Paşa’nın komutasındaki muzaffer ordularımızın İzmir’e girmesiyle tamamlanan Millî Mücadele, Türklüğün varlığını koruma hareketidir. Bu mücadeleyi yürütenler Türklük bilincine sahip olduklarından, Erzurum ve Sivas Kongrelerini, 1. Meclis’i bu ruh ve heyecanla oluşturdular. Bütün karar ve icraatlar, yasal düzenlemeler milli devletin kurulması hedefine doğru düzenlendi. Gazi Meclis’te konuşma kürsüsünün arkasında yazılı olan “Hakimiyet-i Milliye ve İstiklal-i tam”sözleri mücadelenin temel ilkeleriydi. En yaşlı üye sıfatıyla 23 Nisan 1920’de Meclis’in açılışını yapan Sinop mebusu Şerif Bey şöyle diyordu:“Dahili ve harici tam bir istiklal içinde mukadderatını bizzat ve idare etmeye başlandığını ilan ederek Büyük Millet Meclisi’ni küşatediyorum.”
1924 tarihli Teşkilat-ı Esasiye (Anayasa) Kanunu’nun 1. Maddesi’nde “Hakimiyet bilâ kayd-u şart milletindir”denildikten sonra 89. Madde’de “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur” denilmek suretiyle kurucu milletin adı açıkça belirtilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti adıyla Göktürklerden sonra ilk defa milletin adı zikredilerek milli devlet kurulmuştur. Kurucu unsur elbette Türklerdir.
Sosyolojik anlamda bir toplumun mozaik kültür yapısında olduğunu söyleyebilmek için birbirinden bağımsız, her biri kendi kimliğini sergileyen, yaratıcılığı devam eden çok sayıda kültürün bir arada olması gerekir. İmparatorlukların çoğu böyledir. Mesela Osmanlı Devleti’nde Türk kültür kimliği hâkim olmakla beraber, geniş Osmanlı coğrafyasında Rum, Ermeni, Arap, Arnavut, Yahudi gibi kimlikler ve kültürler de varlığını koruyor, yaratıcılığını sürdürüyordu. Aynı durum günümüzde Rusya Federasyonu Devleti’nde vardır. Hâkim durumdaki Rus kimliğinin yanında Tatar kültürü, Çeçen kültürü, Çuvaş kültürü, Sahcı kültürü varlıklarını sürdürmektedirler.
Kültürel anlamda mozaiğin oluşabilmesi için onun bağımsız parçası olan kültürü yaratıp, yaşatacak, geliştirecek büyüklükte belli bir sayıda sosyal birimin bulunması ve belli bir coğrafi alanda yoğunlaşması gerekir. Türkiye’nin mozaik yapı olduğunu iddia edenler insanların kökenlerini işaret ederek ırkçılık yapıyorlar. Ülkemizde çoğu çevre coğrafyalardan gelen, burada yerleşip yaşayan farklı kökenlerden insanlar vardır; ancak bunlar bağımsız kültür taşıyıcı toplumsal birim niteliğinde değildir. Bunlar kültürümüze adapte olmuşlar, katkı yaparak Türk kültürünü zenginleştirmişlerdir. Canlı ve yaratıcı olan bütün kültürler benzeri süreci yaşayıp zenginleşirler. Bu onları mozaik yapmaz. Türk milliyetçileri hiçbir zaman ırk fikrine dayalı bir milliyet anlayışı gütmemişlerdir.
Gökalp’in milletin temelini ırk değil milli terbiye, kültür ve mefkure olduğu görüşü benimsenip, paylaşılmıştır. Mozaiklik iddiasıyla ırkçılık yapanlar milli bütünlüğümüzü parçalamak istiyorlar. Bu yöndeki çabalar en fazla Güneydoğu’da yerleşik Kürt kardeşlerimizin üzerinde sergileniyor. Oysa ayrı bir Kürt mimarisi, müziği, mutfak ve yaşama tarzı yoktur; inanç sistemimiz de, bin yıllık tarihimiz de, devletimiz de aynıdır. Ortak tarihimiz öncesine ait ciddi bir tarih hikayesi bulunmayan, işlenmiş bir dili ve edebiyatı olmayan, Itri’den, Süleyman Çelebi’ye, Mimar Sinan’dan, Yunus Emre’ye, Mevlana’ya, Karacaoğlan’a kadar tarihi ve kültürel değerlerimizi paylaşıp, coşkuyla benimsediğimiz kardeşlerimizi propaganda ve tahriklerle ayrıştırmak isteyenler hem ülkemize hem de bu kardeşlerimize böylelikle büyük kötülük yapmış oluyorlar. Bu tuzağa düşülmemelidir.
SORU: Daha çok 19. ve 20. yüzyılda ortaya çıktığı öne sürülen bir “milletler ve halklar meselesi”nden bahsedebilir miyiz? Bugünkü hayatta bu kavramın önemi nedir?
CEVAP: Halk ve millet sosyolojik anlamları bakımından birbiriyle doğrudan iltisaklı, iç içe kavramlardır. Aralarındaki en önemli fark, halk terimi bir toplumda halen yaşamakta olan çeşitli toplum kesimlerini, ahaliyi kapsarken, milletin geçmişten geleceğe uzanan çok uzun tarihi süreçte, birlikte yaşama iradesi taşıyan, ortak kültüre, ülkülere (mefkure) sahip toplumsal bir yapı olmasıdır. Başka bir ifadeyle halk milletin belirli bir zamana münhasır halidir. Gökalp sosyolojisinde halklar milliyetçiliğin ikiz kardeşi olarak ifade edilir. 19. yüzyılda Avrupa’da aristokrat ve ruhban sınıflarının dışında kalan iktisaden güçsüz, eğitim düzeyi düşük, çoğunluğu köylerde yaşayan toplum kesimlerinin haklarını korumak, siyasete katılımlarını sağlamak maksadıyla başlatılan “halkçılık-köycülük”hareketleri, 20. yüzyıl başlarında Osmanlı aydınlarını da etkiledi; II. Meşrutiyet döneminde Ziya Gökalp’in öncülüğünde güçlü bir “halkçılık”, “halka doğru”akımı doğdu; ardından Cumhuriyet’in temel ilkelerinden biri olarak benimsenip uygulandı. Gökalp’e göre halk milletin ruhu, hükümetler bedenidir. Milli kültür temel unsurlarıyla halk kesiminde yaşanır, korunur ve sonraki nesillere aktarılır. Aydınlar (seçkinler) doğru eğitim almadıklarından halkın değerlerinden uzaklaşmışlar, harstan (milli kültürden) yoksun kalmışlardır. Halk-aydın ikileminin giderilmesi için aydınlar halka gitmeli, bir taraftan o kaynaktan yararlanarak milli benliğine kavuşurken, diğer yandan halk kesimini aydınlatmalı, “yüksek kültür”aktarmalıdır.
Erol Güngör de halk-aydın ikilemine dikkat çeker: “Nitekim bugün Türkiye’de halk ve münevver derken iki ayrı kıymet sistemini ve iki ayrı hayat tarzını temsil eden insanları kastediyoruz.” Batılılaşmanın başladığı yıllardan itibaren, aydınlarımızda başlayan hayranlık, taklit ve nihayet kendi kültüründen nefret ve yabancılaşma sürecinde aydın ile halkın arası açılmıştır. Gökalp neslini ve onun devamı olan Cumhuriyet’in ilk dönem yönetimlerinin benimsendiği halkçılık paradigmasının hedefi halka gitmek, keşfedilmeyi bekleyen kültürel özelliklerini yani dilini, müziğini, edebiyatını, yaşama tarzını ön plâna çıkarmaktır.
60‘lı yıllardan itibaren ülkemizde yaşanan siyasi ve ideolojik gelişmelere paralel olarak halk ve halkçılık kavramlarının sosyolojik anlamı ve işlevi yok sayılarak ideolojik bir tanımlama yapılmaya çalışıldı. Türk milletine mensubiyeti reddeden, bin yıldır bu topraklarda yaşayan Türk milletinin varlığını görmezden gelen kozmopolit solcular, İslamcılar ve ayrılıkçı azınlık ırkçıları, o dönemden başlayarak günümüze kadar halk kavramını, ya milliyetten yoksun bir toplumsal grup veya bölücü terör örgütünün kitle tabanı şeklinde kullanmayı sürdürüyorlar.