Dünyada millet mefhumu, her ülke ve münevverleri tarafından gerek coğrafya farklılığı gerek politik kaygılar nispetinde ayrı ayrı tanımlara tâbi tutuluyor. Kimisi etnik, kimisi toprak parçası, kimisi ekonomi, kimisi de kültür ağırlıklı bir millet tanımı ortaya koyuyor. Bu tanımlar ihtiyaçlar ölçüsünde inşâ olduğu kadar, zaruri sâikaların da ürünü. Ancak ekseriyeti, millet inşâsında kültür mefhumuna tuğlaları birleştirmede bir çimento görevi görecek şekilde yer ayırıyor. (Burada milletin inşâ olmadığını, tarihin ilk dönemlerinden beri varolduğunu iddia eden ilkçi yaklaşımı gözardı ettiğimizi belirtelim.)
İşte bu nedenle umûmî millet mefhumunun ortak noktası olan ve milletleri diğer milletlerden ayıran, medeniyet sahasında bir adım ileri taşıyan, ulus devletlerin oluşmasında başat rol oynayan millî kültür, hayatımızda son derece önemli bir yer teşkil ediyor. Milleti meydana getiren fertlerin, ortak yaşam tarzından yeme içmelerine kadar, benzer kılık kıyafetlerinden zevk aldıkları eğlencelere kadar bir ahenk içerisinde yer almaları, millî kültür tanımının içini dolduran öğeler olarak kendini gösteriyor.
Yine milleti oluşturan fertlerin kendilerine has san’at, edebiyat, mûsikî ve mimarî gibi alanlardaki faâliyetleri de millî kültürün temel taşlarını oluşturuyor. Kısacası; bir Türk’ü Türk yapan, bir Alman’ın kendini Alman olarak tanımlamasındaki sebeplerin oluşmasını sağlayan, ona o kimliği kazandıran, milletine âidiyet duygusuyla bağlanmasındaki yegâne etken millî kültür adını alıyor. Millî kültür, gerek eğitim yoluyla gerek aile ve çevre yaşantısıyla nesilden nesile aktarılıyor.
Meselâ yüzyıllar boyunca dilden dile aktarılan, gönülden gönüle sirâyet eden, milletin geçmişinin, ortak acılarının, sevinçlerinin, heyecanlarının adeta bir laboratuvarda mikroskop eliyle incelenmişçesine titizlikle işlenmiş türkülerimiz; millî kültürün ayna vazîfesi gören bileşenlerinden birisi halini alıyor. Edebiyat ve san’at alanında ise, millî ve manevi değerlerin birer havârîsi niteliği taşıyan; Akif’ler, Mehmet Emin’ler, Yahya Kemal’ler, Asya’lar da kültürün nesiller arasında ikâme etmesinde kalemleriyle vazîfe görmeye devam ediyor.
Daha birçok örnekle önemini vurgulayabileceğimiz millî kültür meselesi, bir virüs koruma programı gibi milleti zararlı olan tüm iç ve dış etkilerden ırakta tutuyor, milletin benliğini ve özgünlüğünü yitirmemesinin garantörlüğünü yapıyor.
Buraya kadar üç aşağı beş yukarı millî kültürün millet mefhumunu oluşturmada ve korumadaki öneminden bahsettik. Ancak tüm bu kuvvete rağmen dünyada bazen öyle rüzgârlar esiyor, öyle fırtınalar kopuyor ki; millî kültürün millet üzerindeki etkisi, gelen sağlı sollu darbeler nedeniyle giderek zayıflıyor. Teknolojinin ve iletişim araçlarının sür’atli gelişimi ve kullanımı, internet vasıtasıyla dünyanın adeta ‘küçük bir köy’ halini alması; milleti, Hun akınları karşısında eli kolu bağlı kalan Avrupa kavimleri nevinden çaresiz bırakıyor. Özellikle küresel kapitalist hırslarla kendini göstermeye başlayan ve ortalığı kasıp kavuran bir ‘popüler kültür’ün etkisiyle, yeni bir ‘popüler nesil’ peydahlanıyor. Millî kültüre, törelere, örf ve adetlere, yüzyıllar boyunca merhale merhale meydana gelmiş olan yaşam tarzına, bu popüler nesil tarafından ‘gereksiz’ hükmü ile ‘angarya’ arasında bir yerden bakılıyor.
Kılık kıyafetten yeme içmeye, kullanılan günlük dil ile sanal âlemde kullanılan bol kısaltmalı, kriptolu dile kadar, ‘millî’ olan her şeyin karşısında olan, kendini ondan soyutlamış, yozlaşmış bir nesil kendini gösteriyor. Dedelerinin, ninelerinin, anne babalarının kutsal kabul ettikleri şeyler bu popüler nesil tarafından değersiz ve çağın gerisinde kalmış birer ‘eski artığı’ olarak algılanıyor.
Vatan, millet, milliyet, devlet gibi hayâtî mefhumlar, onların zihninde olumlu mânâda hiçbir şema oluşturmuyor. Atalarının ülküleri, gayeleri, yarına dâir endişeleri, komik birer hayal olarak ‘geyik’ konusu yapılıyor. Ve onlar ‘hoşça hayat sürme ve kaygısız olmaktan’ ibaret fertçi ve bencil bir dünya görüşüyle yaşamayı tercih ediyorlar.
Elbette at sırtında çöllerde, bozkırlarda cenk eden, kıt’adan kıt’aya akınlar düzenleyen, nizam-ı âlem davasıyla Viyana kapılarına otaklar kuran, vatan müdâfaası ve mukaddeslerini korumak için karlı dağlara ayağında çarığı ile hücumlar eden atalarını unutup; haz ve eğlenceyi ülkü edinen bu yeni neslin hâl-i pür melâlinde, yapılan birçok yanlış ve hata başrol oynuyor.
Nasıl oluyor da başında ‘millî’ mefhumu bulunan eğitim kurumlarında devlet eliyle yetişen nesiller bu hale geliyor?
Nasıl oluyor da siyâsetçiler, üst düzey bürokratlar, her gün bin bir ülke sorunuyla fedakârca mücadele ederken (?) bu neslin halini gözden kaçırıyor?
Sanırım bu konuda onlarca soru ve bir o kadar da boş cevap kağıdını ortaya koymak mümkün. Ancak her şeyden evvel, bir sorun olduğu konusunda hemfikir olmak zarûriyatı var.