Ne kadar önemliymiş, bir ulusun kaderinde ne kadar öncelikliymiş, milletin makûs talihini değiştirmede “Yerlilik ve Millilik”. Acaba, dünyayı ‘Büyük Burhan’a, küresel ekonomik krize sürükleyen 2008’deki ABD’deki General Motors’un iflası ve mortgage krizi yine gözlerimizi açamayacak mıydı? Ve nihayet bu kriz ve yapımı büyük hızla devam eden AVM’ler ile birlikte Türkiye’nin aslında bir pazara dönüştüğü ve üretim yapmadığı algılayabilmişti. Peki, un var, irmik var, şeker var ama neden bir türlü helvayı karamıyorduk. Yanıt basit. Bir paradigma değişikliğine ihtiyaç var idi, ve de bunu bütün halk katmanlarına indirgenmesine. Aslında, “10. Yıl Marşında” bunların hemen hepsi terennüm ediliyordu. 2008 krizi sonrası Türkiye’de çevresine ve ülkesine bigâne kalamayan her yurttaş kendi içinde bu meseleyi derinlemesine düşünmeye başlamıştı. Bir kere şu tespit doğru idi. Onlarca yıl, çalışmadan kazanmak için değerleri acımadan tüketmeye maalesef alıştırılmış ve de elverişli bir hale gelmiştik. Efendim, paradigma değişikliği, hem de milli paradigma değişikliği bir anlamda silkinmektir, hedefleyerek kendine gelebilmektir. Çünkü ülkemin insanının mayasında hamurunda vardır, ‘yerlilik ve millilik’ kavramı. Eğer ki, yerli ve millilik düşüncede başlarsa bunu ülke sathına üretim seferberliği olarak sunmak o kadar taraftar bulur, safları sıklaştırırdı. Bir de paradigma değişikliğinin alana yansımasını mı istiyorsunuz? İşte size tam anlamıyla “Pençe-Kartal / Kaplan Harekâtı”. Paradigma değişikliği olmasıydı, bu tür harekatlar düşünülemezdi.
Modern Yunanca ‘da “örnek” anlamına gelen “Paradigma” sözcüğü entel-dantel çevrelerde çokça kullanıldığı için bizler de bu terimi aynen yazma zorunluluğu hissettik. Paradigma, bireysel birikim deneyim ve değerler manzumesi üzerinden olayların, olguların nicel, nitel ya da karma bir bakış açısıyla kıymetlendirilmesidir. Diğer bir deyişle olay ve olgulara her bir bireyin kendi gözlüğünden bakma görüş ve yetisidir. Paradigmanın en önemli özelliklerinden birisi ise onun yenilikçi ve devrimci niteliğindedir. Hele ki paradigmanın ‘millilik vasfı’ ise Türk halkının olay ve olgulara kendi ulusal çizgi ve penceresinden bakışını ortaya koyar ki, savunma sanayii yerlileştirilmesi millileştirilmesi işte böyle bir şeydir.
Bu olgunun oluşmasında hiç şüphesiz, 1964 yılında yaşanan Kıbrıs bunalımı esnasında ABD Başkanı Johnson’un İnönü’ye hitaben yazmış olduğu mektup olmuştur. Johnson mektubunda, açık bir biçimde, kendilerinden alınan araç, gereç, donanım ve silahların Türkiye’nin kendi ulusal çıkarları doğrultusunda kullanılmayacağı konusunu baskı aracına, tehdide kadar götürmüştü. İnönü’nün cevabı ise anlamlıydı, manidardı: “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye’de o dünyada yerini alır “ demişti bir çırpıda. Cumhuriyeti kuranlar, savunma bakanlığının başına neden ‘millî’ sözcüğünü eklemeleri çok daha iyi anlaşılmıştı. İşte bu durum tekrardan savunma gereksinimlerinin karşılanmasında hiçbir ülkeye bel bağlanılamayacağını, bağımlı hale gelinmesinin sakıncaları ve savunma gereksinimlerinin yerli olanaklarla karşılanmasının önemini doğrultusunda kendi kendine yeterli bir savunma sanayi altyapısının tesis edilmesine yönelik politikaların temelini oluşturmuştu. 1964 yılında Kıbrıs’a müdahalede yoldan dönüldüğü için, 1965 yılında kurulan “Türk Donanma Cemiyeti”,özellikle çıkarma gemilerinin yapımına yönelik olarak “Kendi Gemini Kendin Yap”kampanyası çalışmalarını yönlendirmiştir. Benzer biçimde “Türk Hava Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı” da 1970’de ulusal havacılık sanayimizi geliştirmek amacıyla kurulmuştur. Ayrıca hükümet de bir ütopyaya imza atarak, 1973 yılında Türk Uçak Sanayi Anonim Ortaklığı (TUSAŞ)’nı, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı bünyesinde kurulmasına öncülük etmiştir.
Bu olgunun iticini rolünü de hiç şüphesiz, önümüzdeki 46. yılını idrak edeceğimiz, 20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ve hemen arkasından ABD tarafından Türkiye’ye uygulanan ambargo teşkil etmiştir. 20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı önemlidir, çünkü ülkemize ait olmayan hibe adı altında verilen ancak envanterde tutabilmek için servet ödenilen ABD yapımı araç, gereç, donanım ve silahlarla 1945 Normandiya Çıkartmasından 29 yıl sonra amfibi, uçar birlik, hava indirme ile havadan atma ve indirme harekâtına girişilmiş ve başarılmıştır. II. Dünya Savaşından sonra böylesine karmaşık, girift büyük bir eşgüdüm isteyen bu işi başaran tek ülke, hem de Müslüman bir ülke olarak Türkiye Cumhuriyeti olmuştu. Ama neler pahasına. Bir de üzerine üstlük ABD’den ambargo yemiştik. Gelelim harekât esnasında yaşananlara. Harekâttan altı ay sonra adaya bir Paraşütçü Üsteğmen olarak bölük komutanı olarak gittiğimden, harekâtta yaşananları birinci elden dinleme olanağına sahip olmuştum. En büyük karışıklık ve karmaşa iletişim ve devasa boyuttaki lamba ile çalışan elektronik aygıtlarda olmuştu. Görüşülemeyen, taşınmasında güçlüklerle karşılaşılan cihazlarla bir türlü iletişim kurulamamıştı. Takım, bölük çapında iletişim sağlaması gereken ANPRC-6, ANPRC 25 telsiz cihazları adeta yük olmuştu, ses ve bağırarak haberleşmenin dışında bir şey sağlamamıştı. Üstüne üstlük, bu cihazlar dinleniyordu, karıştırılıyorlardı. Bunlar görüşmüyor, bir işe yaramıyor diye genç subaylar, dağlara taşlara çalmışlardı, sözde bu iletişim cihazlarını. Adaya çıkılan tankların önemli bir kısmı eğitim (Training)zırhsız tanklardı. Üzerlerinde zırhı olmayan tanklar, muharebenin en önemli yerlerinde görev yapmışlardı. Tek kelimeyle Türk Ordusunu, peygamber ordusunu, Allah korumuştu. Yani her bir şekilde, Türkiye daha başlangıçta ketenpereye, oyuna getirilmişti, aldatılmıştı. Bunu yaşayan genç subaylar, kendi maaşlarından ailelerine harcayacakları paranın bir kısmını gönüllü olarak vererek, kendi Kuvvetlerinin Güçlendirme Vakıflarının kurulmasına öncülük etmişlerdi. Sonradan bu güçlendirme vakıfları TSK güçlendirme Vakfı çatısı altında birleştirilecekti. Harekâttan sadece bir buçuk yıl sonra 1976 yılı başında, Türk Kara Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı öncülüğünde ASELSAN Ankara’da bir bodrum katında kurulmuştu. Kurucu başkanı ise 1997-2000 yılları arasında Yönetim Kurulu üyesi olarak kendisiyle birlikte çalışma onuruna eriştiğim, Elektrik Mühendisi merhum Sayın Hacim Kamoy da ASELSAN’ın ilk kurucu genel müdürlüğü görevine atanmıştı. Hemen akabinde 1978 yılında İŞBİR, 1981’de ASPİLSAN, 1982 yılında HAVELSAN şirketler anonim şirket statüsünde kurularak savunma sanayinde yatırımlar gerçekleştirilmiştir.
15 Haziran 2020 gecesi her bir safhası Türkiye’deki illeri temsilen 81 hedef imha edilmesi gibi derin simgeler ve ilklerle zenginleştirilen Irak’ın kuzeyinde Türk Hava Kuvvetleri’nce Pençe-Kartal büyük bir havadan yumuşatma harekâtı büyük bir stratejik baskınla başlıyordu. Seçilen bölge teröristlerce üs olarak kullanılan Sincar, Karacak, Kandil, Zap, Avaşin Basyan ve Hakurk’a kadar olan bir bölgeydi. Gözler Kara harekâtına çevrilmişti, Pençe III harekât alanı genişletilmişti, Pençe / Kaplan Harekâtıyla. İki gün sonra 17 Haziran 2020 günü, gece yarısının geçmesi beklenmişti. Türk Kara Kuvvetleri unsurları, kendi araç, gereç, donanım ve silahlarıyla Atak helikopterleri ile bu harekâtı yapıyordu, kimseye müdana etmeden. Alması gerekenlere gerekli caydırma iletileri verilmişti, gönderilmişti. Çılgın Türkler, olması gerekenleri yerine getiriyorlardı. Çatlak sesler çıkmıyor muydu, çıkıyordu, ama misliyle cevabını alıyordu. ABD Uluslararası Dini Özgürlükler Komisyonu harekâtı eleştiriyordu, ama nafile Dışişleri Bakanlığı, , “Ülkemizin Irak’ta yuvalanan PKK terör örgütüne karşı yürütmekte olduğu harekatlara yönelik yaptığı açıklama, komisyonun yeni mesnetsiz açıklamasıdır.”Diyerek bu örgüte gereken yanıtı veriyordu. İsterseniz, bir kez daha ambargo uygulayabilirsiniz. İnisiyatif bir kere elden gitmişti, bir daha geri gelmemek üzere.
Artık, Türk Silahlı Kuvvetleri gece uçarbirlik harekâtı yeteneğine, hem de dört tabur götürebilecek kabiliyete kavuşmuştu. Unutmayalım, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtında yeteneğimiz, gündüz koşullarında 72 helikopterlik ancak bir tabur ile uçarbirlik harekâtı icra edebiliyordu. 1976 yılında Dikelya üssünün karşısında 2,5 Mil Komutanlığı görevini yaparken, Yılmazköy’e indirilen komando taburunun çekilen 16 mm.lik filmini bir İngiliz Subayının film makinasından izlemiştim, 72 helikopterin senkronize, uyum içindeki uçuşu, inişi ve kalkışları. Kapladıkları alandaki kanatların adeta birbirine değiyormuşçasına uçuşları beni çok etkilemişti. Aynı alana 1,5 km. karelik bir sahaya paraşüt birliklerinin hava indirme harekâtı ile malzeme atma harekâtı icra ediliyor, hiçbir cisim havada çarpışmıyor, birbirine değmiyor, kaza bela olmuyordu. İngiliz subay “Ne büyük eşgüdüm”diyerek hayretlerini adeta haykırmıştı. Peygamber ocağına, Allah yardım ediyor, elini üzerinden çekmiyordu.
Bu makale kapsamında sizlerle bir başka olguyu da paylaşmak istiyorum. Kestirme cihazlarının görünmeyen önemine ve tarihi arka planına değinmek istiyorum. 1990’ların sonlarına doğru ASELSAN “Yer Bulma”(Direction FindingDF)cihazlarında dünyada ABD’den sonra ikinci sırada bulunuyordu, kuruluşundan 20 yıl sonra, Asya ihalelerinde ABD ile karşı karşıya geliyorduk. Bu sözcük maalesef dilimize “Yön Bulma” galat-ı sahih olarak girmişti. Yanlıştır. ABD bize bir yol da önermişti, “Alt Yüklenici” (Subcontractor)olmak. Bunları yakinen yaşadığım için, 1997-2000 yılları arasında üç yıl süreyle ASELSAN Yönetim Kurulu Üyeliği görevinde bulunduğum için sizlerle birinci elden paylaşmak istiyorum, sevgili okurlar. Birinci paradigma değişikliğinin esas aktörü yine bu anlatacağım olayda merhum Bülent Ecevit olmuştur. Ve onun en büyük özelliği hemen her zeminde ‘millilik’ ile bütünleşmesi olmuştur. 1998 yılının ilkbaharında Mesut Yılmaz’ın başbakanlığında kurulan ANASOL- D hükümetinde Başbakan Yardımcılığı görevini üstlenen Sayın Bülent Ecevit, inanarak “Milli Monitör Sistemi Projesi`ni ASELSAN’a yaptırılmasındaki etkin rolü bir Nisan şakası gibi 01 Nisan 1998 tarihinde basına da yansımıştır.“Milli Monitör Sistemi (MMS) Projesi`çok önemli bir proje sınır ötesi harekâtların başarısında önemli bir etkiye sahip olmuştur. Özellikle de Pençe Serisi harekâtlar ile Pençe-Kartal / Kaplan Harekâtının hedef bulma faaliyetlerinde. Nasıl mı? Şöyle:
Milli Monitör Sistemi yurt içinde ve komşu ülke sınırları gerisinde telsiz haberleşme trafiğinin düzenlenmesi, denetlenmesi ve telsiz kullanım ihlallerin tespit edilmesi amacıyla gerekli teknik cihaz ve sistem altyapısında oluşturulmuştur. Eski deyimle söyleyeyim, intişar eden her elektronik çıkışı yakalayabilen ülke sathında 7 Bölge Müdürlüğünde 1998 yılında kurulmuştur. 20 yıl sonra 2018 yılında 4,5 G daha sonra 5G ile yenisinin güçlendirilmesine başlanmıştır. Gelişmiş bir frekans yönetimi ile yasadışı tüm telsiz trafiğini, haberleşmeyi ve her şeyden önemlisi yer bulmayı nokta mertebesinde yeteneğe sahip olarak planlanmış ve geliştirilmiştir. Kuşkusuz böyle bir sistemin yerlilik ve milliliği tartışılmazdı. Ama ne gezer o tarihlerde para pul öyle mebzul miktarda yok idi, elimizi Dünya Bankası’na açtığımız yıllardı. Projenin ihalesi, 1995 yılında Dünya Bankası kredisiyle ve Dünya Bankası usullerine göre yapılması kararlaştırılmıştı. 1996 yılında ilanına çıkılan projede, tekliflerin değerlendirilmesi 8 Ağustos 1997 tarihinde tamamlanmıştı ve 5 firma için sıralama yapılmıştı. Yönetim Kurulunda olduğum için safahatı bire bir takip etmiştim. Hararetli tartışmalar olduğunu dün gibi anımsıyorum. İhaleyi ABD Thomson firması kazanmıştı. Dünya Bankası finansmanı bu firmayı işaret ediyordu. Ama ama vermiş olduğu fiyatlar en düşük olmasına rağmen Thomson firması, proje kapsamındaki uygulama yazılımlarının kaynak kodlarını vermeyi reddetmişti. Şimdi de yapılageldiği gibi. Yazılımda zaman içinde gerekli olabilecek her türlü ilave, değişiklik ve geliştirmelerde bu firmaya bağlı kalınmasının, sistem işletme maliyetini teklif maliyetinin çok üzerine çıkaracağını değerlendirmiştik, eski deneyimlere dayanarak. Hükümet bir karar vermek zorundaydı. Bu durum son derece ciddi bir durumu yansıtıyor, işte merhum Başbakan yardımcısı Bülent Ecevit’in, merhum Genel Müdürümüz Sayın Hacim Kamoy’un ve ASELSAN Yönetim Kurulunun millilik rolü burada çıkıyordu. Öylesine titiz bir çalışmaya girişilmişti ki, bütün tekliflerdeki eksiklik ve olumsuzluklar firmaların teknik puanlarına yansıtılmıştı. Sonuçta “Aselsan-Ere-İsyam” konsorsiyumunun birinci olduğu sıralama elde edilmişti. Dünya Bankası’nın bu sonucu kabul etmemesi bekleniyordu, öyle de oldu. Ancak, ülke güvenliği ekonomisi açısından stratejik önemi bulunan projenin gecikmesi üzerine, karşılıklı görüşmeler ve mutabakat sonucu, 17 Şubat 1998 tarihinde öz kaynaklara dönülmesine karar verilmişti. Projenin yaklaşık 40 milyon dolar tutarındaki finansmanının tamamı, büyük bir yüreklilikle katma bütçeli bir kuruluş olan Telsiz Genel Müdürlüğü’nün telsiz ücretlerinden sağladığı gelirden karşılanması kararlaştırılmıştı. MMS Projesi, iptal edilen Dünya Bankası prosedürlerine göre yapılan ihalede birinci sırada yer alan ASELSAN firmasına, ayni teknik şartname ve özelliklere uygun, hem de 7 bölge üzerinden projenin tamamı 36 aylık bir sürede tamamlanması bağıtlanmıştı. Projenin imza töreni ODTÜ’de yapılmıştı. İşveren konumunda Başbakan Yardımcısı Bülent Ecevit idi, gözlerindeki pırıltıyı görmüştüm. Ben de Yönetim Kurulu üyesi olarak ASELSAN’ı temsilen katılmıştım. Projeyi ASELSAN adına Genel Müdürümüz Sayın Hacim Kamoy imzalamıştı. 36 ay sonra evimiz, barkımız dinlenmekten kurtulacak, kapalı kapılar arkasında ülkemiz için iplik bükenler gerileyeceklerdi. Bunu görmüştüm bu törende iliklerime kadar hissetmiştim, bunu.
Bugünlerimizi önceden görüp hazırlayanların, bugünlere ulaşmamızı sağlayanların ruhları şad olsun. Çünkü onlar, inandığı değerler uğruna her şeyi göze alacak kadar mangal kadar yürekleri vardı, sevgili okurlar.