Geçenlerde, bir şehirler arası otobüs şirketinin servis minibüsünde: “Selânik, Gümülcine, Dedeağaç Seferlerimiz Başladı” yazısını üstünde taşıyan ilânı okudum. Vücûdumun titrediğini hissettim. İçimden Yahyâ Kemâl’in mısraları, sıcak damlalar hâlinde aktı:
“Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum,
Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum.
Aldım Rakofça kırlarının hür havâsını,
Duydum akıncı cedlerimin ihtirâsını…”
Sonra, bahsedilen şirketle buralara gideceklerin pasaport almaları gerektiğini düşündüm. Daha dün denecek kadar yakın zamân öncesinde, hepsi de bizim olan bu vatan parçalarının, sınır ötesinde kalmaları, zihnimde bir tayflar geçidi meydâna getirdi.
1532’deki Alman Seferi’nde Leipzig’den “lepiska” saçlı dilberleri atlarının terkisinde getiren Türk akıncılarının “nal” sesleri, 93 ve Balkan fâciâlarından sonra sökün eden göçmen kaafilelerinin araba ve kağnı gıcıtlarına karıştı. Balkan, Rûmeli, Trakya, Bosna, Budin, Belgrad, Tuna kelimeleri, akşam vakti denize düşen hâreler gibi kalbime gömüldü.
Türk târîhinin şeref levhalarıyla mes’ûd olmak çok güzel, ama “sikke”nin bir de “tura” tarafı var. Viyana önlerinden Çatalca’ya, Yeşilköy’e, hattâ Polatlı’ya ric’at edişimizin hikâyesini, gerçek sebepleriyle yazmaz ve çocuklarımıza öğretmezsek; Selânik, Dedeağaç ve Gümülcine’nin harîtadaki yerlerini bile gösteremeyen insanlara, “vatandaşımız” demek mecbûriyetinde kalırız.
Binlerce yıllık Yahûdî rûyâsını Filistin topraklarında gerçekleştiren bir avuç insana bakarak, Türk maârif sisteminin içinde bulunduğu çıkmaz sokağı daha iyi anlıyoruz. Muhtâc olduğumuz şeyler arasında “millî târîh şuûru”nun baş köşeye oturtulması, pek çok büyük eksiği giderecek önemdedir.
İsrâil realitesinin, her şeyden önce “târîh şuûru” demek olduğunu, bizim dışımızda herkes biliyor… Kendimize bir iyilik yapıp, biz de bilelim.
İyilik; karşılık beklemeden, hiçbir menfaat hissine kapılmadan, insanın kendi irâdesiyle yaptığı müsbet davranışlardır. Umûmî kanaate göre, iyilik, birinin diğerine veya diğerlerine verdiği imkânlar, fırsatlar oluyor. Lâkin bu kabûle rağmen, esas iyilik, nefsimize bizzat tarafımızdan yöneltilendir. Yâni, kendine iyilik yapamayan, bu işi başkaları için aslâ beceremez.
“Nefs”, “can”, “rûh” gibi tâbirlerle karşılanan, insanın et ve kemikle açıklanamayan tarafıdır. Ne var ki, müşahhas olmayan bu haslet, âdemoğlunun özünü teşkil etmekte ve organik yapısını rûhuna kiralayan insan, bu iki başlı taht-ı revâllide salınarak ömür kumaşını dokumaktadır.
Nûr ve zulmet, nasıl kâinatın ters ve düzünü temsîl ediyorsa, iyilik ve kötülük de insanın terâzi kefeleri durumunda. Bu terâzinin hangi tarafı ağır basarsa, günâha veya sevâba kapı açılıyor.
Selâmete çıkmanın tek yolu var! Terâzinin iyilik kefesine yatırım yapmak. Fâni hayâtın en kârlı yatırım vâsıtası bu. Bâzılarının zannettiği gibi, iyilik yapmak için mutlakâ maddî yönden zengin olmak gerekmiyor. Çünkü iyiliğin sınırı maddî imkânlar teminiyle çizilmiyor. Belki bundan daha fazlası mâneviyatla, moralle ilgili konularda yapılabilecek iyiliklere ufuk aralıyor.
San’atın zirvesi, rûhun dinlenme noktasıdır. Her çeşit rahatsızlık vesîlesinden arınmış bir mahfîl, san’ata hedef yapılan “güzel”in taht’ıdır. Orada, sâdece “güzel” değil, “iyi” ve “doğru” da süzülerek uçmaktadır.