İnsanların bazıları diğer bazılarına göre kendilerini körelten, köleleştiren, sömüren bir sisteme karşı niçin daha tahammüllü olurlar? Niçin bazı toplumlar diğer bazı toplumlara göre özgürlüklerinin ve bağımsızlıklarını daha az önemserler? Kölelik, uşaklık, mandacılık ve sömürgecilik nasıl bir iklimin ürünüdür? Ensesindeki yabancı nefesten, tepesindeki yabancı bayraktan, sokağındaki yabancı postaldan, namahremine dokunan yabancı elden rahatsız olmak şerefli bir insan olmanın gereği değil midir? İçinde bulunulan topluma sevgi besleme ya da aidiyet duymanın ne tür sakıncası olabilir? Hangi ülke ya da insanlar önceliği, akrabaları ve komşuları dururken başkasına verebilir mi? İnsanların millî ve yerel ruhunun ya da değerlerinin küresel ruhun etkisi altında kalmasından rahatsızlık duyması doğal değil midir?
Ortak olmayana vurgu yapmak ne kadar haklı gerekçelere dayanıyorsa, ortak olana vurgu yapmak da bundan da daha fazla gerekçelere dayanmaz mı? Ortak tarihten, topraktan, dilden, ortak şarkılardan ve masallardan söz etmek kimi, niçin rahatsız etsin?
İsiah Berlin’in ifadesiyle bu sorulara şöyle devam edelim: İnsanlar üstlerine tükürülmesinden, üstün bir milletin, üstün bir sınıfın ya da üstün herhangi birilerinin kendilerine emirler vermesinden usanır. Er geç milliyetçi soruları sormaya başlarlar: “Neden onların sözünü dinleyelim? Onların ne hakkı var? Ya biz ne olacağız? Neden biz de kendimiz?”1
Yukarıdaki sorular ve benzerlerinin milliyetçilik duygusu hesaba katılmadan açıklanması mümkün değildir. Milliyetçilik bağımsızlığın ve özgürlüğün oksijenidir. Milliyetçiliğin bu niteliğidir ki millete yönelik tehditleri, her türden uşaklığı, örselenmeyi, itilip/ kakılmayı, yumuşak başlılığı, adam sendeciliği, yabancı otoriteye kulluğu reddeder. Milliyetçilik temelde insan olmanın ruhsal bilincidir. Milliyetçilik hem bireysel hem de toplumsal anlamda kendi kaderine egemen kalabilmenin temel şartları arasında yer alır. Bu nedenledir ki, davranışlarının yönünün tayin etmede milliyetçiliği bir pusula gibi kullanmayan toplumlar süreç içerisinde olgunlaşmamış, ilkel ve sömürge niteliğine indirgenmişlerdir.
Milliyetçilik Şahsiyet Sorunudur
Milliyetçilik bireyin milletini ve dolaysıyla da kendisini değerli görmenin, yabancı ölçütleri kaldırmanın, kendine güvenmenin ve saygı duymanın sonucudur. Milliyetçiler bir milletin kendi kaderini belirleme, milli karakterlerini koruma ve kendi milletinin özel vasıflarını insanlığın ortak mirasına katmak gibi bir misyonun sahibidirler.2 Vatanı ve milleti için zulüm görerek tıkıldığı zindanda “Hapishaneler de vatan topraklarıdır.” diyebilenlerin zihniyetidir. Milliyetçilik keyfe keder bir duygu değildir, yaratılış yasası ve eşyanın tabiatı milliyetçiliği dayatır. Nasıl ki, aileyi inkâr anne ve babanın önemini azaltmazsa, milliyetçiliği inkâr da millet gerçeğini etkilemez.
Kendisini ve toplumunu temsil edecek nitelikteki birey, her şeyden önce güçlü bir özgüvene sahip olması gerekir. Emir almaya alışmış olanlar, söylenenlere tartışmadan harfiyen uymayı ahlak edinenler, Allah’a kulluk yerine ‘şeyh kulluğu’nu ya da ‘kapıkulluğu’nu seçenler, midesi için zihni faaliyetlerini durduranların milliyetçi tavırları olmaz. Bu anlamda ünlü düşünür Michels’e göre insanların çoğunluğu, ilgisiz, üşengeç ve kölece davranışlıdır. Hiçbir zaman kendi kendilerini yönetebilecek yeteneğe sahip olmadıkları gibi, her zaman kendilerine yol gösterilmesi ve yönetilmeleri gereken kimselerdir. Her şeye çabucak inanıverme- ye eğilimli, dalkavukluk karşısında yelkenleri indiriveren, güçlünün karşısında korkak ve boynu bükük ve hatta kendilerini baskı altında tutan güçlü kişilerin bile elini ayağını öpmeye hazır kimselerdir. Hâlbuki milliyetçilik “kendi ölçülerine göre aşılması gereken yabancı tahakkümünün ve gaspın reddi” ile başlar3.
Yıllarca milliyeti ve menşei belirsiz kaynaklardan beslenen, başkaları tarafından dayanıp döşenen evlerde oturan, başkalarının izin verdiği kadar inanan, emir kulluğuna alışmış; ancak yarı kendisi olmaya izin verilmiş uysal insanlar arasından milliyetçi çıkmaz. Bunlar arasından çıksa çıksa çağdan ve milliyet sosyolojisinden habersiz, yaban tarafından kullanıma hazır ‘faydalı ahmak’lar çıkar. İşte milli bilinçten, milliyetçi duygudan ve insan olduğunun idrakinden uzak bu tür insanlardır ki, kendileri ve milleti üzerinde başkalarının -İngiliz’in, Rus’un, AB’nin, ABD’nin- tahakküm kurmalarından rahatsızlık duymazlar. Vatanı “emlak”, bayrağı “bez”, milliyetçiliği “geçici bir fenomen” olarak niteleyenler bu olguların ürünleridir.
Milliyetçilik Kimlik İşidir
Cesaire adındaki bir şairin Afrika için söyledikleri bu konuda önemli ipuçları verecek türdendir. “Bağımsızlığa kavuşmuş siyah halklarda beni şaşırtan şey, zenci-Afrika kültürel değerlerine karşı duyulan küçümsemedir. Çoğu kez sanki bizim siyah ruhumuz yokmuş gibi, sanki yerinde bir taş yatıyormuş gibi, Avrupa kurallarına önem verilmektedir. Hâlbuki zenci-Afrika uygarlığı, kendine özgü karakteristikleri olan, tamamıyla orijinal bir uygarlıktır. Ben köklerini kendi geleneklerimiz arasında bularak, Avrupa’yı hiç önemsemeden yeni bir kültür kurmamız gerektiğine inanıyorum. Bu gerçekten zor bir deneme olacak, bunu biliyorum. Hatta belki de bir, iki, üç nesil yetmeyecek. Fakat güven ve her şeyden önce özellikle sevgi duymak gerekir.4”
Egemenler insanların “gönüllü kulluğa” rıza göstermeleri için ellerinden gelen her aracı kullandıklarına tarih şahittir. Bu konuya La Boetie, gönüllü kulluğun yerleştirilip sürdürülmesinde asıl önemli rol, hükmetme gücünden buyurma gücüne dönüşen siyasal iktidar tarafından oynandığını; bu gerçek kavranıldığında ise, gönüllü kulluğun biri “ideolojik şartlanma”, diğeri “güçsüzleşme” diyebileceğimiz iki nedeninin olacağına dikkati çekmektedir.
Bir şahsiyete, kulluk daha yaygın tabirle uşaklık zehrinin yutturulup acı çekmeden yumuşak başlı hâle getirilmesi oldukça meşakkatli bir iştir. Bunun için kurbanın zihninde öncelikle karşıt bir değerler sisteminin üretilmesi gerekir. Bu görev doğala karşı yönlendirilmiş bir eğitim sistemi ile başarılır. Uşaklık, bağlanma, efendilik kurumunu meşrulaştırma, kurulu düzeni ve şartları olduğu gibi benimseme; verilen eğitim ve kazandırılan alışkanlıklar sayesinde doğal hâle gelmiş olur. Yönlendirilmiş zihinsel sürece sahip olan böyle bir insan; yozlaşmış ve benliğine yabancılaşmış, özgürlüğünden vaz geçerek bir çeşit köleliği benimsemiş insan olarak ortaya çıkar. Bu noktada gönüllü kulluk, insanın boyun eğmeye rıza göstermekle kalmayıp, kulluğu sevip ona gönülden bağlanması anlamına gelmektedir. Milliyetçi, ensesinde yabanın bırakın elini, nefesine dahi tahammül edemeyen kişidir. O bakımdan ister şahkulu ister Batıkulu isterse de şeyhkulu yaratmak amacında olanların ilk aşması gereken duygu milliyetçiliktir.
Milliyetçilik Ne Değildir?
Milliyetçiliği “biz ve onlar”, “dost ve düşman” sorunu olarak değerlendirmek hem eksik hem de yanlıştır. Milliyetçiliğin bir yönü de millî devleti oluşturan ve var eden “irade”nin hareketi adına yurttaşlığı meşrulaştırdığında “bireyci” ve dışlayıcı değil, “dâhil edici” olmasıdır. Bireysellikleri ne olursa olsun bireylere etnik aidiyetlerine göre bir yer veren ve böylece ulus üyelerini dayanışmaya, uyum göstermeye zorlayan organik bir toplum hâline getiren “ulus determinizmi” ile, diğer yanda, bireysel istekleri ve iradeler temelinde bir grup oluşturan ve bir yönetimi meşrulaştıran demokratik bir süreç olarak “kendi kaderini tayin etme” arasındaki bütünleyici karşıtlığa tekabül eder5.
Milliyetçiliğin bir soy, kan, ırk yani biyolojik olmaktan çok hissetme gibi, kendini bir milletin mensubu sayma gibi, ortak tarih, ortak kader, ortak bir kültüre aidiyet gibi içeriği de vardır. Milliyetçilik değerleri ve onların anlamlarını milletin bireyleri arasında ortak kılan çok önemli bir şuurdur. Gücünü de tarih bilinci, kan hukuku, ortak yaşama arzusu ve toprak hakkından alır. Bu yönü itibariyle de aile, millet ve milliyet bir keyfiyet meselesi değil yaratılış yasasıdır. Milliyet ve milliyetçilik yaratılışta var olan, ancak sonradan edinilen bilinçle farkına varılan doğal bir olgudur. İstismarı, israfı ve reddi mümkündür ancak inkârı mümkün değildir.
Milliyetçilik ailede başlayan, akraba ile sosyalleşen, tarih ve ortak yaşam bilinci ile zenginleşen ve sosyolojik olarak millete istinat eden bir şuurdur. Bir insan önce kendisini, ailesini, sonra milletini daha sonra da soyunu inkâr etmeden milliyetçiliği inkâr edemez. Sokrat ailenin yok edilmesi suretiyle daha evrensel bir bilincin oluşturulabileceğini savunmuş, herkesin herkesi eşit olarak sevebilmesi için aile ve akrabalık sistemini yıkmaya çalışmıştı. Stalin ise iktidarının ilk yıllarında soysuzluğu kutsayacak bir biçimde aileye savaş açmıştı.
Milliyetçiliğin bir anlamda temel taşı olan aile, tarih boyunca kendisine karşı açılan bütün savaşları kazanmıştır. Bir insanın ailesini, toplumunu, milletini ve atasını sevmeyi hastalık olarak nitelemek aklı başında, ne söylediğini bilen bir düşünürün işi olamaz. Bireyin toplumsal köküne, değerlerine, törelerine, ananelerine, diline ve hatıralarına saygı duymak kusur değil, erdemdir. Jung “İnsan sadece doğuştan gelen potansiyelle değil ecdatlarından gelen potansiyelle de yaşar.” diyor. İnsan biyolojik ve sosyolojik varlığına katkı yapan değerlere bağlılık ve sevgi duyması onun vefası ve vasfı ile ilgilidir. Vefası olmayanların bekası da olmaz. Bireylerin ecdatlarından kendisine intikal edenleri geliştirerek devam ettirmesi de sorumluluk duygusunun gereğidir. Yanlış olan insanın kendisini dünyaya getiren anne ve babaya, onların eba ecdatına, onu besleyen toprağa, onu koruyan değerlere vefa göstermemesidir. Milletine ve milliyetine karşı bir bireyin kin ve nefret duymamasını bir kenara bırakın, ona karşı ilgisiz davranması dahi onun yabancılaştığını gösterir. Tarihine, diline, dinine, töresine saygılı olmak ve sahiplik etmek insanın kişiliği ile ilgilidir. Yabancılaşmayı, ilgisizliği, köksüzlüğü, soysuzluğu ve sorumsuzluğu kutsayanlar gerçekte tedavi görecek kadar hasta olanlardır. Boşuna “Hırsız yeğin olursa ev sahibini bastırır.” dememişler.
Sömürge sonrası millî devletlerin tarihi oluşumunda, milliyetçi söylem kendi yaşam tarihini yazdığında silinen veya sahte bir şekilde gizlenen birçok şey, millî halkın kendisine egemen olmak isteyen güçlere karşı yeni başlayan, yönetimsiz ve tümüyle eşitsiz mücadelesinin izlerini taşır6. Belirli bir kültürün korunması olarak düşünülen milliyetçilik ahlaki olarak tarafsızdır; ulusal baskıya karşı bir hareket olarak düşünüldüğünde olumlu bir ahlaki içeriğe sahiptir. Milliyetçiliği, demokrasi ve kişisel özgürlük arzularını da üreten bir toplumsal, entelektüel ve ahlaki devrimin bir parçası olarak görmek zorundayız7.
Milliyet, birileri tarafından bahşedilen bir unvan ya da kariyer değil tamamen yaratılış sorunudur. “Milliyetçilik, insanlığın doğasında bulunan bir özelliğidir”8. Yüzlerce yıl önce Celâleddin Hârezmşah’ın söylediği gibi “cinsin cinse meyilli bulunduğu” büyük bir gerçek olarak orada öylesine durmaktadır. Dünya var olduğu sürece soyların, akrabaların birbirlerine karşı olan ilgisi de var olmaya devam edecektir. Milliyet doğum yerinin ve kökenin, tarihin, kan bağının bir ürünüdür. Dolayısıyla etnik temele dayanmayan, bireyci ve evrenselci yurttaşlıktan ayrılır9.
Gelecekle İlgili Milliyetçilik Öngörüsü
Küreselleşen hayatta kozmopolitlik, köksüzlük ve kimliksizlik aritmetik diziyle artıyorsa bunun tam karşıtı olan değerleri içselleştiren milliyetçilik de geometrik bir dizi ile artmaktadır. Elbette milletin, millî kültürün, millî devletin ve millî bilincin değişen şart ve ortamlara karşı aldığı biçimlerde farklılıklar söz konusu olmaktadır. Ancak bu hiçbir zaman toplumların moda olan geçici, plastik, sentetik, reprodüksiyon, ozalit, fotokopik değerler uğruna orijinal ve varlık nedeni olan köklü değerlerinden vaz geçmesi anlamına gelmez. Yani belki makine halısı daha çok eve girecek, daha fazla satılacak ve daha fazla kullanılacaktır, ama bu hiçbir zaman el halısının değerini azaltmayacaktır.
Milliyet duygusu -bugünkü anlamında olmamakla birlikte- insanlık kadar eskidir. Milliyetçiliğin insanlıkla yaşıt olduğunu söylemek mümkündür. Milliyetçilik, aşağılanmış halklar için bir gurur kaynağı, kendine ifade etme tarzı, insanlarına bir yer ve üslup seçme biçimi, eşitlikçi bir motif ve süreç içerisinde “demokrasi” ile uygarlığa katılmanın ya da kavuşmanın da kabul edilmiş tarzı olmuştur. Milliyetçilik aynı zamanda bugün popüler rızaya sahip ve popüler bir coşku sağlayan siyasi dayanışmanın tek duygusunu verir. Diğer bütün duygular, bütün rasyoneller onunla karşılaştırıldığında etkisiz kalır. Kim ne derse desin bireyin bozulamaz bir biçimde neye ait olduğu, kimden geldiği konusundaki temel kavramını biçimlendiren yer, dil, kan, dünyaya bakış açısı ve yaşam tarzı gibi “veriler”in gücü, kişiliğinin temellerinde kök salmıştır. Bu kökler gelecekte de belirleyici olmaya devam edecektir.
Her ne kadar küreselleşmenin sonucunda melezleşme ve kozmopolitleşme gitgide daha çok insanların yaşam tarzlarını tekdüze yapıyorsa da buna paralel olarak kendine özgü köklü değerlere, dil, sanat ve edebiyata da o denli bağlılıkları artırmaktadır. Milliyetçilik, bağımsızlığın ve özgürlüğün oksijenidir. Milliyetçiliğin bu niteliğidir ki millete yönelik tehditleri, her türden uşaklığı, örselenmeyi, itilip/kakılmayı, yumuşak başlılığı, adam sendeciliği, yabancı otoriteye kulluğu reddeder. Milliyetçilik hem bireysel hem de toplumsal anlamda egemen kalabilmenin temel şartları arasında yer alır. Bu nedenledir ki, davranışlarının yönünün tayin etmede milliyetçiliği bir pusula gibi kullanmayan toplumlar süreç içerisinde olgunlaşmamış, ilkel ve sömürge niteliğine indirgenmişlerdir. Küreselleşme ile bireylerin dış dünyaları birbiri içine ne kadar girerse iç dünyalarının kendine özgü örf/ adet ve geleneklerin değeri de o ölçüde artacaktır. Yahudilerin dünyanın her yanında 2500 yıldır kaybetmediklerini bundan sonra küreselleşme yüzünden kaybedeceğini sananlar küreselleşmeyi yanlış okuyanlardır.
Türk kimliği tarihiyle, edebiyatıyla, sanatıyla, mimarisiyle somutlaşmış, ete kemiğe bürünmüş, içselleşmiş bir fikirse, Avrupa kimliği gibi uluslar üstü bir kimlikle de aynı şekilde bağdaşabilir mi? Bir Türk yalnızca Avrupalı sayılmakla tatmin olabilir mi? Ya da bir insan yalnızca insan soyuna ait olmaktan mutluluk duyabilir mi? Pierre-Andre Taguieff’in ifade ettiği gibi bir topluluk anlamına gelmeyen insan türü, bir sınıflandırma kavramından, zoolojik bir sınıftan başka bir şey değildir. Aidiyetin varoluşsal yapısı olan topluluk, ne zooloji tarafından belirlenen bir tür, ne de ahlak açısından tanımlanan bir soydur. Kısacası, bireyin global düzeydeki kimliği bir kurgu olarak “Büyük Bütün”ün içinde erimeye yönelen saf bir arzu ifadesi olarak kalır.
Anthony D. Smith’in de ifade ettiği gibi; tüm bu değerlendirmelerin ışığında, yakın zamanda milliyetçiliğin yok olacağını ve milletin aşılacağını öngörmek budalalık olur. Milliyetçiliklerin geniş çaplı terör ve yıkım yaratma kapasitesine rağmen millet ve milliyetçiliğin modern dünya düzenine tek gerçekçi sosyokültürel çerçeveyi sunduğu söylenebilir. Bugün millet ve milliyetçilik rakipsiz durumdadır. Ayrıca millî kimlik de yaygın olarak çekici ve etkili olmaya devam ediyor ve pek çok kişi onun kültürel tatmin, kök salmışlık, güvenlik ve kardeşlik ihtiyaçlarını karşıladığını hissediyor. Yarın da bu böyle olacaktır. Küreselleşmeye rağmen küreselleşmeyenler hep olacaktır. Ne yaparsanız yapın aileyi ve namusu küreselleştiremezsiniz. Genellerin yanında özeller, kozmopolitlerin yanında milliler, melezlerin yanında melez olmayan hep olacaktır. Ayrıca küreselleşmenin birçok olgusu milliyetçiliğin karşıtı değil simetriği olduğundan birlikte var olmaları da her zaman mümkündür.
Milliyetçilikler ve Türk Milliyetçiliği!
Kavramları mazlum ya da zalim kılmak tamamen bir algı sorunudur. Gerçekte bütün kavramlar nötürdür yani iyi ya da kötü değildir, masumdur. Kavramları zalim kılan, çekilmez kılan o kavramları menfur amacı için araç olarak kullanan insanlardır. Kuşkusuz bir hizmet aracı olarak ortaya çıkan şey en sonunda bir kölelik silahı hâline gelebilir. İnsanlık tarihi hiçbir ilkenin ya da inancın mutlaka kendiliğinden özgürlükçü olamayacağının kanıtı niteliğindedir. Komünizm, liberalizm, milliyetçilik, demokrasi, semavi dinlerin her birinin, hatta laikliğin kontrolden çıkabileceğinin hepsinin yozlaşabileceğini, hepsinin elini kana bulaştırabileceğini geçmişte yaşananlar insanlığa öğretmiştir. Hiçbir ideoloji ya da öğreti ne fanatizmin ne de insanlığın tekeline sahip olmadığı da bilinmektedir.
Aynı ilkelerden yola çıkarak köleliği mahkûm eder ya da beraat ettirebilirsiniz, ikonaları yüceltebilir ya da yok edebilirsiniz, domuz etini haram kabul eder ya da hoş görebilirsiniz, demokrasiyi ya da din devletini savunabilirsiniz.
Dünyanın en büyük demokrasisi olarak kabul edilen İngiltere’nin hem geçmişte hem de günümüzde dünyanın en sabıkalı, zalim ve sömürgeci yöntemlerini uygulamaktan çekinmediği bilinmektedir. İngiltere, demokrasinin ya da insanlığı geldiği bu noktada kendisinden binlerce kilometre uzakta olan Falkland adalarına saldırmakta demokrasi ve insan haklarına mugayir bir yanlışlık görmemektedir. İnsan hakları şampiyonu Fransa’nın yalnızca Cezayir’deki katliamları Fransa’nın hümaniter imajı ile gerçekler arasındaki anormal bir açıklığın olduğunu göstermektedir. Günümüzde insan hakları ve demokrasinin hamisi olarak bilinen ABD’nin Afganistan ve Irak’taki halka öngördüğü bağımsızlık ve özgürlüğün kalitesi her gün televizyon ekranlarından yansır hâle gelmiştir. Hele hele Israil’in Filistinlilere gece/gündüz, kadın/ çocuk, sivil/asker demeden yaptığı demokrasi servisi de ortadadır.
Kendisini bir inanç sistemi içinde gören toplumun her hangi bir öğretinin şu veya bu yorumunu benimsemesinden daha meşru bir şey olamaz. Türk milliyetçiliği de bu yönü itibariyle başından bugüne normal şartlar altında sürekli güler yüzlü olagelmiştir. Aslında Türk milleti “öteki” olarak nitelendirilebileceklere karşı sürekli tahammüllü, hoşgörülü ve himayeci olması tarihi bir gelenektir. 1453’lerde İstanbul’a giren Türkler Kostantinopol’u İstanbul’a çevirmekten başka din, dil ya da soy yönünden köktenci bir dönüştürme faaliyeti içinde hiçbir zaman olmamışlardır. 1496’larda Gırnata’ya giren İspanyollar ise, orada yaşayan halka “Ya öl, ya göç et ya da dinini değiştir!” gibi her biri diğerinden daha kötü şartları dayatmışlardır. Türkler fanatikliği hiçbir zaman politik bir araç olarak kullanmamışlardır. 1496’lı yıllarda Yahudiler aleyhindeki onca önyargıya rağmen İspanya’dan Yahudiler gemilerle İstanbul’a taşıyarak koruma altına almışlardır. 1830/1848 sanayi ve sosyalist ihtilaller sırasında kaybeden tarafta olan devrimcilerin Osmanlı Devleti’ne sığındığı ve padişahın onlara derhal kucak açtığı da bilinmektedir. Kafkaslar ve Rusya’nın derinliğinde katliamcı Rus ordularından kaçan mazlumların onlarca fedakârlıkla Anadolu’ya ulaşmaları ve yerleşmeleri sağlanmıştır. 2.Dünya Savaşı sırasında Hitler’in baskısından kaçan Yahudilere yine Türkiye Cumhuriyeti kucağını açmıştır. Onca olup biten terörist saldırılardan sonra bile Saddam zulmünden kaçarak Türkiye’ye sığınan Kürtlere Türkiye Cumhuriyeti’nin gösterdiği şefkat de yakın geçmişin ibret verici gerçekleri arasında yer almaktadır. Anadolu’yu vatan yapan Türk milleti, sinesini her türlü tehdit ve tehlikeye maruz kalan halka din, dil, soy ve kültür farkı gözetmeksizin açmıştır. İşin ilginç yanı bütün bu yardım, soykırımdan kurtarma ve kucak açmalara karşı bu gurupların tavrının hiç de gösterilen şefkate uygun olmadığıdır.
Bütün tarihi gerçekler ve gelişmeler Türk milletinin ve milliyetçiliğinin hiçbir zaman herhangi bir dinin, mezhebin, etnik grubun “aleyhtarlığı” üzerine bina edilmediğini göstermektedir. Ayırmayan birleştiren, dışlamayan içselleştiren ve bağrına basan milliyetçilik anlayışı başta Atatürk olmak üzere bütün büyük Türk milliyetçilerinde hâkim bir davranış biçimi olmuştur. Türk milleti yetmiş iki millete bir gözle bakabilmeyi başarabilmiş bir millettir. Bu her şeyden önce insanı “kâinatın özü” olarak kabul eden milliyetçilik anlayışıdır. Böyle bir milliyetçiliğe de dense dense güler yüzlü, kucaklayıcı milliyetçilik anlayışı denir.
Türklerin kendi kültürlerine ve değerlerine yabancı unsurlarla bir arada yaşama yeteneği bakımından dünyada eşsiz bir millet olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Türk milletinin bağrında barındırdığı unsurlara son derece hoşgörülü davrandığı bilinmektedir. Hatta Türkiye’de bırakın azınlıkların özgürce her dilediklerini yapabilme yetilerinin olmasını, sahip oldukları ekonomik, politik, sanatsal ve kültürel erk sayesinde ülkenin gündemini ve yönetimini büyük ölçüde tayin etmektedirler. Buna rağmen “Hürriyet isteriz!” diye en yüksek mahfillerden seslerinin gelmesinin nedeni de her halde Eric Hoffer’in analiziyle yakından ilişkilidir. O, şöyle der: “Hürriyet isteriz diye en yüksek sesle bağıranlar, hür bir toplumda mutlu olma ihtimali en az olanlardır. Hayal kırıklığına uğramış yeteneksiz kimseler başarısızlıklarının kabahatini mevcut hürriyetsizliğe yüklerler. Gerçekte, onların istedikleri, herkese açık olan hürriyetin son bulmasıdır”.
Elbette Türk milliyetçileri de, her kitabı açtığında diline yapılan saygısızlıktan, her televizyonun karşısına geçtiğinde tarihini yargılayan anlayıştan, her tartıştığında değerlerini ya da her düşündüğünde zihinsel olarak “yurdunu terk etmek” zorunda kalmak istememektedirler. Bu noktada her bireyin kimliğinin özü olan dilini koruma ve onu özgürce kullanma hakkının en küçük bir anlam sapması olmadan açıkça ortaya koması ve aralıksız kollamak istemesinden daha doğal bir dilek olmamalı.
Milliyetçiliğe Kimler, Niçin Karşıdır?
Milliyetçiliğe karşı olanların başında evrenselciler gelmektedir. Onlar uluslararasılığı savunurlar. İnsanlığın yaklaşık 500 yıldır örgütlenmesine temel olan millî devlet sistemini derinlemesine değiştirecek bir toplumsal örgütlenme teorisini savunurlar. İsteklerinin özünü, millî devleti aşma hakkını kazanarak, bu süreç içerisinde ona yeni bir biçim vermek vardır. Bu yaklaşımın mimarları dünyayı bir bütün olarak sömürme amacında olan şirket ve ideolojilerin yöneticileridir. Gerçekte millî devletler onların sömürü amaçları karşısında yetersiz kalmaktadır. Onlar hiçbir millete ait olmayan bir iktidara sahip olmak için can atmaktadırlar.
İşte bu amaçla ortaya çıkanlar saldırılarının odağına “millî devleti” ve onun doğal mantığı olan “milliyetçiliği” koymuşlardır. “Milliyetçi canavarın dişlerini sökmek”, “milliyetçiliği törpülemek” “millî devleti uluslararası sistemin edilgen bir üyesi olması için terbiye etmek”, “milliyetçileri evcilleştirmek” amacıyla milliyetçiliğe yönelik eleştiriler getirmektedirler. Aslında uluslararası din yaratmaktan insanlığın kardeşliğine kadar uzanan amaçlar yelpazesinde masonundan, komünistine, yeni sömürgecisinden faşistine kadar bütün ekonomik ve zihinsel sömürü amacındaki güçler; dikensiz gül bahçesi yaratmak amacıyla milliyetçiliği mahkûm etmek gereğini duymuşlardır. Bütün bu küreselleşme, uluslararası kardeşlik, dinler arası işbirliği sözlerinin ardında da bu gizli tahakküm amacı saklıdır. Çünkü onların evrensel ölçüde planlama, örgütleme ve yönetme amaçlarının en büyük düşmanları milliyetçilerdir.
Küresel sömürgeciler, milliyetçilik barikatını aştıkları oranda amaçlarına varabilmektedirler. Yeni sömürgeciler milliyetçileri, gül bahçesinin dikenleri olarak görmektedirler. Sömürüyü kurumsallaştırarak sürdürebilmek için milliyetçilerin ve millî devletin tasfiye edilmesi gerektiğini düşünmektedirler. Millî kültürü ve millî kimliğe karşı sözü edilen hegemon güçlerin geliştirdikleri “gösteriler, modalar, ahlaki değerler, siyasal yasalar, kitle iletişim araçlarıyla bir anda bütün dünyayı abluka altına alıyor; ekonomi-politik, dinler dışı bir din hâline gelerek sınırsız üretim, başarı ve tüketim hırsı bütün dünyaya pompalanıyor; evrensellik adına insanların yüzyıllardır edindikleri kültürel kimlikler yok ediliyor10”. Time dergisi bir reklamında şöyle demektedir: “Time’ın dünyanın her yanındaki 24 milyon okuyucusunun birbirleriyle ortak yanları, kendi yurttaşlarıyla olandan daha çoktur. Yüksek gelir, iyi bir öğretim, iş, hükümet ve meslek çevrelerinde sorumlu mevkiler. Okuyucularımız, zengin ve nüfuzlu insanlardan oluşan uluslararası bir topluluk meydana getirmektedirler11”.Millete dayalı milliyetçiliği reddedenler, onun yerine şirkete dayanan yapay bir milliyetçiliği dayatmaktadırlar. Bu noktada markalar ve logolar bayrak, tacirler diplomat, iş kıyafetleri üniforma kimliğine büründürülmektedir.
İnsanlar; Batıkulluğu, kapıkulluğu ve şeyhkulluğuna kimliksizleştirilmeden, kişiliksizleştirilmeden razı edilemezler. Büyük bir milletin, kültürün, tarihin ve değerler manzumesinin çocuğu olduğunun bilincinde olan fertler bundan gurur duyarlar kendilerine olan güvenleri artar. Evladı olmaktan gurur duyulan bir milletin çocuğu da ecdatlarına layık olmaya çalışır. Kişiler ait olduğu milletten, gruptan, değerler manzumesinden ayırılmadan başkaları tarafından yönetilmeye ve kullanılmaya razı edilemezler. “Etrafın sarıldı! Kurtulma ümidin yok!” duygusu verildikten sonra kişi teslim olmaya zorlanır. Onun için öncelikle bireyi milletine bağlayan bağların çözülmesi gerekir. Bu amaçla bireyi millî kültürüne ve milletine bağlayan bağlar koparılır, aidiyet duygusu yok edilir ve kendisini zayıf, güçsüz ve değersiz hissetmesi sağlanır. Yani milliyetçi duygular ezilmeden bireyler, gruplar ve ülkeler zaptedilememektedir.
Emperyalizmin milliyetçilik üzerinde oynadığı oyun süreklilik arz eder. Yabancılaştırma faaliyetleri Türkiye‘de önemli mevziler kazanmıştır. Kıbrıs denilince bir zamanlar yer yerinden oynayan Türkiye‘de millî duyguların krizle yumuşatılmasından sonra seyircilik ve neme lazımcılık duyguları gelişmiştir. Kerkük/Musul konusunda aynı duyarsızlık tavana vurmuştur. Ülkenin bağımsızlığı ve egemenliği konusundaki duyarsızlık tavan yapmıştır. “Ya İstiklâl Ya Ölüm! ” diye istiklal savaşına kalkışanların torunları ülke bölünme, bağımsızlığını kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya olmasına karşın kılını dahi kıpırdatmıyorlar. Herkes itirazı bir başkasından bekliyor.
Aslında milliyetçiliğe, Donkişot‘un yel değirmenlerine saldırması gibi saldıranlar yukarıdaki misyonun çıktılarıdır. Onlar dini ve milliyetçiliği kırmızı çizgi olarak ilan eden iktidara yakın duruşun hesabını yapmaktadırlar. Türkçede güzel bir deyim vardır: Düşmanın ekmeğini yiyen, kılıcını kuşanır, diye. Kişiler önce iktidarın kılıcını kuşanmışsa arkasında ekmeğini yemek amacında demektir. Doğaldır ki, Soros ya da AB fonlarındaki eurolar ile beslenenler AB/ABD’cilikte kraldan çok kralcı kesileceklerdir. İlkesizlik, hedefsizlik ve çizgisizlikle gurur duyanların kalemşörlüğü başka türlü yapılamaz. Milliyetçilik gibi çok ciddi bir olguyu basit ve içinde fikir kırıntısı dahi bulunmayan demogojik cümlelerle eleştirmek haksızlığın ötesinde; haddini aşmak ve sorumsuz davranmak anlamına gelir.
Sonuç
Yukarıdaki sorular ve benzerlerinin milliyetçilik duygusu hesaba katılmadan açıklanması mümkün değildir. Milliyetçilik bağımsızlığın ve özgürlüğün oksijenidir. Milliyetçiliğin bu niteliğidir ki millete yönelik tehditleri, her türden uşaklığı, örselenmeyi, itilip/ka- kılmayı, yumuşak başlılığı, adam sendeciliği, yabancı otoriteye kulluğu reddeder. Milliyetçilik namustur ve adam gibi adam olanların bilincidir. Milliyetçilik hem bireysel hem de toplumsal anlamda egemen kalabilmenin temel şartları arasında yer alır. Bu nedenledir ki, davranışlarının yönünün tayin etmede milliyetçiliği bir pusula gibi kullanmayan toplumlar süreç içerisinde olgunlaşmamış, ilkel ve sömürge niteliğine indirgenmişlerdir.
Milliyetçiliklerin geniş çaplı terör ve yıkım yaratma kapasitesine rağmen millet ve milliyetçiliğin modern dünya düzenine tek gerçekçi sosyo-kültürel çerçeveyi sunduğu iddia edilmektedir. Bugün millet ve milliyetçilik rakipsiz durumdadır. Ayrıca millî kimlik de yaygın olarak çekici ve etkili olmaya devam ediyor ve pek çok kişi onun kültürel tatmin, kök salmışlık, güvenlik ve kardeşlik ihtiyaçlarını karşıladığını hisse- diyor12.
Milliyetçilik “milleti sevmek ve yüceltmek” ilkesine dayanır. Bu kendi toplumu için beslediği sevgiyi sonuçta bütün toplumlar için düşünmek anlamına da gelir. Irkçılık yapmak, sömürmek, tepeden bakmak, baskı kurmak, bölmek, ayırmak ya da soykırım yapmak için milliyetçiliğe değil, emperyalist güdülere ihtiyaç vardır.
KAYNAKÇA
Isiah Berlin, “Volksgeıst’ın Geri Dönüşü: İyi ve Kötü Milliyetçilik”, Yüzyılın Sonu, Türkiye İş Bankası Yayını, 2. Baskı, İstanbul, 2000, s.80.
Özcan Yeniçeri, Milletlerin Orta Direği: Milliyetçilik, Tür – kiye ve Siyaset Dergisi, 5. Sayı, Kasım-Aralık 2001, s.112.
Christophe Jaffrelot, Bazı Ulus Teorileri, Uluslar ve Milliyetçilik, Metis Yayını, İstanbul 1998. s.63.
20 Yüzyıl Ansiklopedisi, Çilt; 2, s.247,Baskan Yayınları, 1978.
Jean Leca, Neden Söz Ediyoruz, Uluslar ve Milliyetçilikler, Metis Yayını, İstanbul 1998, s.16.
Partha Chatterjee, Milliyetçi Düşünce ve Sömürge Dünyası, İletişim Yayını, İstanbul 1996. s.311.
Partha Chatterjee, Milliyetçi Düşünce ve Sömürge Dünyası, İletişim Yayını, İstanbul, 1996, s.18.
Anthony D. Smıth, Küreselleşme Çağında Milliyetçilik, Çev; Derya Kömürcü, Everest Yayını, İstanbul, 2002.s.29.
Catherine Withol De Wenden, “Ulus ve Yurttaşlık: Hem Rakip Hem Ortak”, Uluslar ve Milliyetçilikler, Metis Yayını, İstanbul 1998, s.43.
10 Serge Latouche, Dünyanın Batılılaşması, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1993, s.13-49.
11 Richard J. Barnet, Donald E. Müller, Evrensel Soygun Çokuluslu Şirketlerin Gücü, E Yayını, İstanbul, 1976, s.43.
12 Anthony D. Smıth, Küreselleşme Çağında Milliyetçilik, Çev. Derya Kömürcü, Everest Yayını, İstanbul 1995, s.182.
İLK YAYIMLANDIĞI YER: 214 TÜRK YURDU • MART 2012 • SAYI: 295, s.214-219