Mayıs 2023 seçimlerinin diğer seçimlerden önemli bir farklılığı, ana gündem maddesinin “Millîyetçilik” olarak tanımlanan güvenlikçi/militarist/askeri bir dilin egemenliğindeki bir propaganda neticesinde ortaya çıkmasıdır. Seçimlerin ardından “millîyetçi oyların belirleyiciliği”nden, “millîyetçiliğin yükselişi”nden, “millîyetçilerin bölünmesi”nden, “millîyetçi bir lig”den bahsedilmiştir. 2023 seçimlerinde AKP-MHP blokunca kullanılan dışlayıcı/düşmanlaştırıcı söylemler ve Ümit Özdağ’ın öncülüğünü üstlendiği blokun ikinci tura kalması, Türk millîyetçilerinin belirleyici bir rol oynadığı görüşünü yaygınlaştırdı.
Oysa Türk millîyetçiliğinin, bu süreçte yükselen bir değer ve belirleyici bir güç olduğunu iddia etmek olgunun yanlış bir değerlendirmesine dayanır ve gücünün küçümsenmesi anlamına gelir.
Biraz açalım.
İktidarın Mayıs 2023 seçimlerinde belirlediği hedef diğer seçimlere kıyasla radikal bir farklılık taşıyordu. AKP-MHP blokunun temel hedefi: Mevcut seçmen desteğini artırmaktan ziyade korumaktı. Ekonomik kriz, deprem, toplumsal sorunlar vs. çözülemediği için, içine düşülen stratejik yalpalama, sağlıklı bir seçim söyleminin oluşturulmasını bile engelledi. AKP’nin birinci parti olarak çıkması ve mecliste çoğunluk sağlamaları iyi ve etkili bir propaganda yürüttükleri anlamına gelmiyor. AKP’nin hegemonik denetimi altındaki medya kuruluşları eliyle yürütülen popülist propaganda sonucunda, toplumun kutuplaştırılması ve düşmanlaştırılmasına dayanan tehlikeli bir yola girildi. Propagandada banal bir yerlilik/millîlik söylemine oturtulmuş kimlik siyasetine başvuruldu. Elbette bu tercihin de pragmatist, rasyonel bir zemini var. Düşmanlaştırma ve kimlik siyaseti stratejisinin özelliği, toplumun kabaca ikiye bölünmesi ve kutuplara dâhil olanların bütün farklılıklarının yok sayılıp aynı sepete atılarak tek tipleştirilmesiydi. Bu politikadan beklenti ise, ekonomik çöküş, depremin yarattığı yıkımın büyümesindeki yetersizliğin ve beceriksizliğin etkisi gibi yıkıcı olguların yaratacağı etkinin zayıflatılmasıydı. Böylece yaranın uyuşturularak acısının hissedilmesi engellendi. Yani gündemdeki sorunların seçmenin oy verme davranışına yansımasını sağlayacak hareketlilik kimlik bloklaşmasındaki sertleşme nedeniyle engellenmiş oldu. İç grup dayanışması da yoğun şekilde dinin araçlaştırılmasına dayanan İslamî-Millî söylemle de güçlendirilmiş, sıkılaştırılmıştı.
Post-truth olarak tanımlanan bir çağda yaşıyoruz. Bu çağın önemi, hakikatin öneminin yitirilmesidir. Hakikat veya gerçeklik bir değer olmaktan çıkmıştır. Değerlerle var olan “toplum” değerlerini kaybederek “kitleleşmiş”tir. Yani ruhsuz, düşüncesiz, hissiz, değersiz kitle “toplum”un yerini almıştır. Toplum, artık hakikatin peşinde değildir. Kandırılmaya razı bir kitle haline gelmiştir. Bilmemekten kaynaklı bir kandırılmadan bahsetmiyorum. Gerçek bilindiği hâlde yalana inanmak istemektedir. Gönüllü bir kandırılma söz konusudur.
Post-truth çağda bizatihi yaşanan nesnel gerçekliklerin bir önemi kalmamıştır. Nesnel gerçeklik dediğimiz bir olgunun aynı koşullarda herkes tarafından aynı şekilde algılanmasıdır. Ezici bir pahalılığın varlığı (mesela, en küçük kentlerde bile asgari ücrete varan ev kiraları), yoksullaşmanın üzeri örtülemeyen gerçekliği gibi… Bu nesnel gerçeklik karşısında, gerçekliğin manipüle edilerek aslında bir krizin olmadığı, yoksulluğun yaşanmadığı, bütün bunların marketlerin, kasapların, üreticilerin yarattığı hükümet karşıtı girişimler olduğu söyleminin hakikat kabul edilmesidir. Bu sahte gerçekler, ölümüne savunulmaktadır.
Peki böyle bir post-truth ortamda millîyetçiliğin gerçekliğinden bahsedebilir miyiz? Elbette edemeyiz. PKK-FETÖ-DHKPC gibi ne kadar terör örgütü varsa muhalefeti desteklediği söylemi, Amerikancı, İngilizci olmakla suçlanan muhalefete bu iddiaların oy verilmesinde belirleyici olduğu doğru mu? Basit bir gözlem bile bunun ne kadar doğru olduğunu gösterir. Sorun da burada tezahür ediyor zaten. 10 yıl boyunca PKK ile resmî düzeyde görüşen, zamanla bir müzakere sürecine geçen bir parti o dönemde de yüksek oy alarak birinci çıkmıştı. Sonradan terör örgütü ilân edilen, terör ve casusluk örgütü İslamcı FETÖ’ye devlet kurumları teslim edilirken ve darbe girişimine kadar onlarla sistematik bir mücadele yürütmeyen bir iktidar yine birinci çıkmıştı. “Ne istediniz de vermedik?” siteminden sonra “kandırıldık” itirafı bile toplumu etkilememişti. Millîyetçi duygu belirleyici değildi. Bu bahsettiklerimiz yüzyıl önce değil, iki seçim öncesiydi.
AKP-MHP ikilisinin başını çektiği Cumhur İttifakı’nın muhalifleri terörize eden ve “biz Millî- yerliyiz, diğerleri düşman” söylemi ile milletvekilliği seçiminde çoğunluğu sağlamaları millîyetçiliğin yükselişi ve belirleyiciliğine bir gerekçe olarak sunulunca Millet İttifakı da ikinci tur Cumhurbaşkanlığı seçiminde AKP-MHP iktidarını aynı argümanlarla eleştiren bir söyleme sarıldı. Dikkat çeken ise ülkeye giren kaçaklar, Suriyeli Araplar, Afganlar ve bunların doğurduğu sorunları dile getirmek, terör ve güvenlik söylemlerinin millîyetçilik olarak kamuoyuna sunulmasıydı.
Özellikle ikinci tur sürecindeki bu tartışmalar millîyetçiliğin belirleyiciliği ve yükselişi üzerine hatırı sayılır sayıda yazının kaleme alınmasına sebep oldu. Yazıların çoğunluğu millîyetçiliğe karşıt ve mesafeli kalemlerden çıkması da bir başka dikkat çekici özellik. Türk millîyetçilerinin bir şey söylediğini yazdığını pek görmüyoruz. Yükseldiğini iddia edenler genelde olumlu şekilde değil, onun yükselişini olumsuzlayarak gündeme getiriyor.
Millîyetçilik yükseliyor mu? Tanıl Bora’nın 1995 yılında çıkan Millîyetçiliğin Kara Baharı kitabını yeniden okurken dikkatimi bir şey çekti: 30 yıl önce yazılan eserin girişinde, yükselen millîyetçiliğin tartışılması. Yani on yıllardır yükselen millîyetçilik aralıklarla gündeme geliyor.
Peki sürekli yükselen ve alçalan bir millîyetçilik mi var? Yoksa değişen koşullara göre farklı şekillerde yansıyan bir olgunun idraki mi söz konusu?
Bu sorular da aslında yaygın olarak sorulmuş sorular. Burada yapılan bir hata şu: Millîyetçilik, iki bloktan birinin özelliği olarak etiketleniyor ama diğerinin bütün bu etiket anlamlarından uzak olduğu iddia ediliyor. Millîyetçilik bir grupta olur. Ya vardır ya da yoktur. İki grupta da bulunabileceği düşünülmez. Aynı hassasiyeti paylaşanları ortak yönlerinden soyutlayarak parçalamak ülkenin genelinin sorunudur ve sonucu kötü de olsa bir siyasi seçim stratejisidir.
PKK, bu seçimlerin adeta belirleyicisi oldu. FETÖ suçlaması da terörist ithamlarının sosu. Millet İttifakı’nın iktidara gelmesi ile terör örgütlerinin sokakları ve devleti ele geçireceği şeklindeki kara propaganda karşısında hassasiyet göstermek millîyetçilik olarak sunuldu. Terör ve bölücülük karşısında hassasiyet göstermek için illâ ki millîyetçi olmaya gerek yoktu. Bu hiç akla gelmedi, sorgulanmadı. Yapılan saha çalışmaları toplumun yaklaşık % 80’ninin çeşitli tonlarıyla millîyetçi bir çizgide bulunduğunu gösteriyor. Böyle bir durumda gerek muhalefette ve gerekse iktidar içinde millîyetçilik hassasiyeti taşıyan geniş bir toplum kesimi var. Her iki seçmen blokunda da millîyetçi duygular toplumu yatay ve dikey kesiyor. Toplumun büyük çoğunluğu ülkenin millî birliği, terör tehditleri ve güvenlik sorunları karşısında ciddi bir hassasiyet gösteriyor. Bu çoğunluğun millîyetçi bir düşünceye veya belki de doğrusu bir duyguya, yaşam üslubuna sahip olması, milliyetçiliğin, millîyetçileri tek bir politik çizgide buluşturmasını engelliyor.
Keza bir başka yanlış tutum da sayıları on milyonu geçen sığınmacıların ve kaçakların varlığından rahatsızlık duyulmasının millîyetçilik yapmakla suçlanmasıdır. Sadece millîyetçi değil radikal millîyetçi ithamı da sol ve liberal çevrelerde bolca kullanılıyor. Ülke ekonomisinin çökmesinden, sığınmacı meselesinin, toplumsal bir sorun olarak ortaya çıkmasından ve yönetilememesinden sadece muhalefet mensuplarının rahatsız olduğu değil, iktidarın destekçilerinin de bulunduğu yapılan çalışmalarda görülmektedir. Sığınmacıların yol açtığı sorunlardan rahatsızlık duymak ile millîyetçi olmayı özdeşleştirmek sağlıklı bir düşünce değildir. Böyle bir durumda AB ülkelerini radikal Millîyetçi bir çerçeveye oturtmak mümkün. Biz de yüzyıllardır yönümüzü Avrupa’ya çevirdiğimize göre, bugün de Avrupa’yı örnek alarak Suriyeli politikamızı belirleyebiliriz. Doğal olan bu !
Terör ve sığınmacı sorunu karşısında muhalefetin eleştirilerini “güvenlikçi politikalara yönelmek” şeklinde değerlendiren bir zihniyet terör gibi ciddi bir sorunu güvenlikçi olmayan bir yolla çözmenin yöntemini mi keşfetti? Seçim öncesinde de “güvenlikçi politika” millîyetçilik olarak tanımlanıyordu. Bu mantığa göre asker, polis gibi güvenlik güçleri de herhalde millîyetçi hareketin özneleri oluyorlar. PKK, Hizbullah’ı, Hizbullah da PKK’yı terör örgütü olarak suçlar ve birbirleri ile çatışırlar. Düz mantıktan hareketle yani karşıdakini terörist diye suçlayınca bunların ikisi de millîyetçi mi oluyor?
Millîyetçilik tarihsel, sosyo-politik ve kültürel bir olgudur. Siyasi alanda ise siyasal-hukuki bir ilişki biçimi olarak görünürlük kazanır. Türkiye Cumhuriyeti devletine vatandaşlık bağıyla bağlı kişiler, aynı zamanda ortak bir tarih bilincine, kültüre, ülküye, geleneğe vs. bağlı olmasıyla millet meydana gelir. Millîyetçilik de bu bağın yaratılması, güçlendirilmesi ve “sevmesi’dir. Yukarıda saydığımız ve millîyetçilik olarak sabitlenen politik uygulamalar millîyetçiliğin aslî bağlamından koparılmasına da sebep olmakta ve bir takım insani tepkilere indirgenmektedirler.
İktidarın siyasi bir propaganda stratejisi olarak benimsediği kimlik siyaseti, toplumu duygusal ve fiili bakımdan bölen ve düşmanlaştıran bir yöntem. Toplumun yarıdan fazlası “öteki” konumunda. Bu düşmanlaştırma ise haliyle toplumu millet olma değerlerinden ve dinamiklerinden uzaklaştırmaktadır. “Aziz milletimiz” ifadesi ile AKP ve sonradan MHP seçmenleri dahil edilirken milletin diğer geri kalanı ise millet-dışı kalıyor. Yok edilmesi gereken bir düşman! Millîyetçilik herhalde bu yarı-millet hâli olmasa gerek?