Not: Yazarın konuyla ilgili diğer iki makalesi olan;
Milliyetçiler ve Kürt Sorunu Tartışması – 1: Kimlikleştirilmiş Şiddet
Milliyetçiler ve Kürt Sorunu Tartışması – 2: Kürt Sorununun Çözümünde Türk Milliyetçiliğinin Konumu
başlıklı yazılarına web sayfamızın “Yazar” veya “Ara-Bul” sekmelerinden ulaşabilirsiniz.
Milliyetçiler ve Kürt Sorunu Tartışması – 3: “Türk” İle Barışmak
Tanıl Bora, yeni nesil ülkücüler ile eski nesil ülkücüleri kıyasladığı bir söyleşide yeni nesil ülkücülerle ilgili şu tespitte bulunur: “İlgi alanları eski ülkücü-milliyetçilere nazaran çok daha geniş, daha geniş görüşlüler, mizahi olabiliyorlar, kendileriyle de alay edebiliyorlar. Daha kabil-i hitaplar ama çok net iki kırmızı, koyu kırmızı çizgileri var. Bir tanesi Kürt meselesi, diğeri göçmenler. Başka konularda görebildiğiniz hoşgörünün Kürtler ve göçmenler söz konusuyken izini göremiyorsunuz.”[1] Birikim dergisinde Kemal Can ile birlikte yazdıkları makalede de benzer tespitlerde bulunur.[2] Kürt sorununun eski-yeni nesil ülkücülerin ortak tavır geliştirdikleri bir konu olduğu açık. Peki Kürt sorunu söz konusu olunca bu tavizsiz tavrın sebebi ne? Yazarlar bu soruya kısaca, alışılageldiği üzere, “Kürt düşmanlığı” cevabını veriyorlar.
Konu irdelenmeyi, tartışılmayı hak ediyor. Ciltlerce kitap yazılabilecek bir konu. Ama biz burada sadece bir beyin jimnastiği yapacağız. Her bir önermemizi yeniden tartışabiliriz. Önemli olan ilişkisel bir konumda yer almak, öteki ile bir diyaloğa girebilmek.
Kürt Sorunu tartışmasında “millet” sorunu, çözülmesi en çetrefilli konudur. Aslında çetrefilli değil ama çetrefilleştirilen bir sorun. Siyasal niteliğin belirleyici olduğu bir kimlik olarak “millet” olgusu Avrupa’da da kabul gören anlayış. Yurttaşlığın kapsayıcılığı çerçevesinde kendini ifade eden bir kimlik. “Türk kökenli Alman futbolcu”, “Türk kökenli İngiliz siyasetçi” vs. gibi kullanımlar etnik kimliğe vurgu yaparken millet kimliğini de tanımlar. Ama “Kürt kökenli Türk edebiyatçı Yaşar Kemal” tanımlaması bizim sol ve liberal çevrede yadırganan ve olumsuzlanan bir kimlik tanımlaması. Bir Kürt nasıl Türk olabilir? İşte basit bir sorunun çetrefilleşmesi dediğimiz bu olgu. Sonuçta çetrefilli bir hale gelmiştir. Bu açıdan, milletin ne olduğu ve olmadığı, etnisite-millet ilişkisi ve bunların antropolojik ve siyasal kullanımı başlıca anlaşmazlık noktalarıdır. Bu sorunun halledilmesi Kürt sorununun mahiyeti ve çözümünün de yolunu açacaktır.
İki ana sual millet sorununda belirleyici bir özelliğe sahiptir:
1. Kürtler toplumla bütünleşmek mi istiyorlar yoksa paralel bir toplum mu tasavvur ediyorlar?
2. Kürtler Türkiye Devletinin bir vatandaşı olarak yaşamak mı yoksa özerk/bağımsız bir devlet mi talep ediyor?
Bu sorular bağlamında şu soruyu sormak meşru hale gelmektedir: “Kürt Sokağı” ve göçmen sakinleri “Türk” kavramını kategorik olarak reddederken ve reddetmekle kalmayıp “Türk”ü değersizleştiren bir strateji takip ederken herhangi bir uzlaşma yoluna gidilebilir mi?
Türk kimliği ile sorunlu ideolojik gruplar küçük ama etkili bir toplumsal kesimini teşkil eder. Sosyalistinden liberaline, İslamcısından Kemalistine uzanan bir genişlik. Toplumsal, tarihi, seküler, dini, etnik, kültürel veya anayasal açından Türk kimliğinin ne ölçüde kapsayıcı olduğu bir tartışma söz konusu değil. Yani, “Türk” adlandırmasının ne ölçüde kapsayıcı olduğu? Kapsayıcı değilse bunun nedeninin ne olduğu ve bu engelleri aşmak için neler yapılabileceği gibi sorular bu kesimde pek itibar görmez ve sınırlı bir eksende tartışılır. Elbette bu soruların cevaplandırılması da başlı başına bir müphem alanı temsil eder. Mesela, ben Kürtsem, Çerkezsem neden Türk olarak kendimi tanımlayayım? Bunun gerekçesi, hukuk ve siyasi mi yoksa kültürel mi? Tarihsel mi yoksa toplumsal mı? Yoksa siyasi-hukuki olan ile tarihi-toplumsal olanın kesiştiği bir zemin mi?
***
Ülkede bütün etnik ve dini kimlikleri kapsayan “Türk yurttaşlığı” üzerindeki tartışma Türk kavramının anayasal netliğine rağmen kapsayıcılığı değil “dışlayıcılığı” üzerinden yürütülmektedir. Bu tartışmalarda Türk kimliği net bir şekilde içeriğinin değil bizatihi varlığının, kendisinin karşıtlığına dayanır. Yani “Türk” bir nefret objesi olarak konumlanmıştır ve buna bağlı olarak da tartışmalar bu kavramın kapsayıcılığının potansiyelini değil de niçin reddedilmesi gerektiği üzerinden yürütülmektedir. Doğal olarak her varsayım kendini doğrulayan argümanlar bulur ve üretir. Teori ve pratik arasında da tam bir uyum söz konusu olmaz çünkü teori adı üzerinde bir gerçekliğin tanımlanmasını, betimlenmesini değil bir açıklamayı gerektirir. Hakikat değildir, yanlışlanabilir. Bu sebeple teori nesnel gerçeklikle bağı ve uyum derecesi güçlendikçe açıklama gücü de artar.
Türk kimliği karşıtı gruplar açısından Türk “insan” olmanın ötekisi konumundadır. Türk’ün bir nefret objesi olmasının göstergesi sadece Kürt Sorunu değildir. Ermeni sorunu, Dersim, Rumlar, Süryaniler, Lazlar, Gürcüler gibi ülkede “icad edilen” bütün sorunların kaynağı ne toplumsal ne de kültürel ve siyasi alanda görülür. Tek sorun Türk olarak sabitlenmiştir. Türk’ün anlam verdiği bütün siyasal, toplumsal ve kültürel kurumlar da aynı şekilde bu nefret objesinin içeriğini oluşturur ve değersizleştirmenin ana hedefidir.
Sorun vatandaşların problemlerinin mevcut sistem ve devlet içinde çözülmesi değildir. Yeni ve farklı bir devlet içinde çözme tasavvurlarıdır. Uzlaşıyı bitiren veya bir türlü başlatamayan sorun “Türk”e olan nefretin motive ettiği “Türk devleti”nden başka bir devlet doğurmadır. Türkiye’nin bölünme senaryolarının yer aldığı tartışmada bir diyalog doğal olarak söz konusu değildir.
Kürt ve göçmen sorununda milliyetçilerin tavizsiz olması bütün diyalog yollarını kapattığı anlamına mı gelir? Elbette hayır. Fakat öncelikle Türk ile barışılacaktır ki sonrasında Ülkücü Türk milliyetçilerinin başına getirilecek sıfat belirleyici olsun.
Sol ve liberal Kürtçü çevrelerin analizlerinde dikkat çeken Türk-Kürt ikiliğinin normalleştirilmesi gibi duruyor. Kürt sokağı, Kürt illeri, Kürt coğrafyası, Kürdistan vs. ama genelde Türk sokağı, Türk illeri denilmez. Etnik vurgu var, diye Türkiye demeyenleri rahatlıkla Kuzey Kürdistan-Güney Kürdistan isimlerini kullanmaları da dikkatlerden kaçmıyor.
Türkiye’de bir Kürt sorunu var mı? Sosyoloji literatüründeki etnik sorun kriterlerine bakıldığında böyle bir sorunun varlığından söz etmek mümkün değil. Toplumsal boyutta temsil edilmeyen bir sorunun salt siyasi varlık alanından çıkarılması sınırlı bir sorun çerçevesi çizer. Buna bağlı olarak da bireysel ve toplumsal bir ikilik de gündeme gelir. Şayet var da görülemiyorsa veya rahatça tartışılmıyorsa da bunun üzerinde durmak gerekiyor. Mesela, acaba bu tartışmanın rahatça yürütülememesinde Kürtlük istismarını sol bir söylemle süsleyen PKK “terör örgütü”nün rolü nedir? İşte PKK’nın bu rolünün üzerinde de ciddi şekilde durulmalıdır. Mesela, biz “PKK terör örgütüdür” dediğimizde, bu cümleden “Kürt düşmanı” sonucu çıkarmak nasıl bir bilişsel evrene dayanır? PKK’ya karşıtlık ve düşmanlık ile Kürt’e karşıtlık ve düşmanlığı eşitlemek sol-liberal aydınlar için temel bir sapmadır. Bilişsel çelişkiyi aşmanın da bir yöntemidir.
Elbette bir diyalog zemini yaratmanın entelektüel açıdan öncelikle şiddetin reddi, dürüstlük, doğruluk, iyilik vs. gibi ahlakî bir şartı olmalıdır ki buna karşı çıkacak kimse de yoktur. Tartışılan konu açısından öncelikli şartın da şiddetin doğrudan reddedilmesi olması önemlidir. O zaman varsa, sorunların konuşulması ve tartışılması için oluşacak ortam çözümü de beraberinde getirecektir.
Kürt sorununu tartışan metinlerin temel çıkmazı etnik kimliği bir soy üzerine sabitlemeleridir. Soy belirleyicidir ve tözsel bir kimlik özelliği taşır. Demirtaş’ın yazdığı “Yeni Başlayanlar İçin: Kürt Sorunu Nedir?”[3] yazısı bu söylemin hâkim olduğu zihniyet örüntüsünün kristalize örneğidir. Burada da “soy” isim olarak anılmasa da metnin bütününe yön veren ana belirleyici etken. Bu soy miti de değişmez bir kimlik sunmaktadır. O yüzden Türkler Türkçe konuşur çünkü etnik kimliği Türk’tür Kürtler Kürtçe konuşur çünkü etnik kimliği Kürt’tür. Azeriler niye soydaş olarak görülür de Ortadoğu’da Kürtler soydaş görülmez? Çünkü soydaş değillerdir. Tözselleştirilen soycu bir etnik kimlik argümanı düz mantıkla ve ergenleri ikna ederek bir Kürt Sorununun varlığı ispat edilmeye çalışılırsa elbette yeterli. Yoksa Kürt etnikçiliğinin (yoksa Kürt milliyetçiliğinin mi diyelim?) “düşünürlerinden” destek alan bir metin bu kadar sığ olmasa gerek. Türk kimliği siyasal ve hukuki boyutunun devre dışı bırakıldığı ve ırksal antropolojik çerçeveye sıkıştırılan bir kimlik savaşı görüntüsü çizer.
Tözsel, dar, indirgemeci bir zihniyet örüntüsünün tezahür ettiği bir örnektir bu. Çünkü, birleştirici ve ortaklaştırıcı bir kimliğin değil de farklılaştırıcı-ayrıştırıcı bir kimliğin inşa edilmesini hedef alır. Mesela, şöyle düşünelim, “biz Türkler” Kürtleri soydaş kabul etmesek veya Kürtler kendilerini Türklerle ortak bir kültürel, tarihi, dini kimliğe mensup görmese Halapçe katliamında yüzbinlerce Kürt neden Türkiye’ye geliyor da İran’a veya Suriye’ye gitmiyor? Bu öylesine bir soru değil, cevabı pek çok sorunun da çözüm anahtarı işlevi görür. Ayrıca, milyonlarla ifade edilen ve İstanbul’a, İzmir’e, Mersin’e ve Anadolu’nun herhangi bir yerine giden Kürtler neden hemen yanı başındaki Barzaniler yönetimindeki “Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi”nin egemenliğindeki “vatana” göç etmiyor? Veya bizim aydınların huşu ile “zevk alarak” kullandıkları Güney Kürdistan’a göç etmiyorlar?
Türk kimliğinin kapsayıcılığı bu somut örneklerle kendini gösterir. Soy değil, soy ve etnik kimlik üstü bir kapsayıcılık sadece kuramsal ve hukuki değil artık toplumsal bir gerçeklik haline gelmiştir. Biz yine de tartışalım. Acaba Türk kimliği ne ölçüde diğer etnik dini ve kültürel grupları ve sınıfsal farklılıklara kapsayabilme yeteneğine sahiptir? Demirtaş’ın bahsettiği gibi Kuzey Irak’taki Kürtlerin soydaş olarak sayılmaması, sadece Türkmenlerin soydaş olarak kabul edilmesi Türk kimliği için zaaf mıdır? Burada eleştirilecek husus “soydaş” kavramının Türk dış politika söyleminde yerleşmiş olmasıdır. Doğal olarak Türkiye devletinin resmi kimlik tanımlamasına aykırı gibi görünen bir kullanım söz konusu. Biz de bu kullanımı hayatın gerçekliği üzerinden düşünürsek Türk kimliği kimi gruplarla soy, kimi gruplarla kültür, kimi gruplarla coğrafi, kimi gruplarla da örf ve adetlere bağlı olarak bir ilişki kurabilir. Mesela Müslüman olmayan Türklerle yani, Karayimlerle, Hakaslarla, Çuvaşlarla, Altaylarla, Sibirlerle dini bir bağ kurulamaz. Tarihi bağ kurulur ama esas olarak güçlü bir soy ve kültür bilinci üzerinden bir bağ kurulur. Azerbaycan ile hem din, tarih, kültür bağı kurulur ama mezhep bağı kurulamayabilir. Balkanlarla dil, kültür, gelenek, tarih üzerine bir bağ kurulur. Anadolu’da da Kürtlerle belki kök-soy bağı yoktur ama güçlü bir tarih, kültür, din, gelenek bağı vardır. Üstelik evliliklerle toplumsal karışma oranını da küçümsememek gerekir. Ayrıca ortak bir tarih ve vatan bilinci gelişmiştir. İşte bu yüzden Ortadoğu Kürtleri hep Türkiye’ye gelir. Çünkü Türkiye ve Türkler “yabancı” değildir, “öteki” hiç değildir. Suriye’deki savaştan kaçan Kürtlere kapıyı kapatan “Güney Kürdistan Kürtleri” nasıl “aynı millet” sayılıyor da kapılarını açan Türkler “ayrı millet” oluyor? Milletdaşlık aynı zamanda zorda kalanın yanında olmak, ona yardım etmek, onunla üzülmek, sevilmek değil miydi?
Burada sorun şu olabilir ki, Türk kimliği ne ölçüde farklılık taşıyan yaşam formları için kapsayıcı bir kimliktir? Kapsayıcı ilişkileri kurmakta bir zafiyet gösteriyor veya yeteneğini kullanabiliyor mu? Asıl tartışılması gereken budur? Velakin, Türk kimliğini dışlayıcı, ötekileştirici bir konuma oturtarak bir “milletler mücadelesi”ne dönüştürülmeye çalışılırsa burada zaten tartışılacak bir konu yoktur.
***
Yakın zamana kadar, özellikle Kürt açılımı döneminde, aydınlar arasında çok-kültürcülük teması “millet sorununu” çözmenin ve demokrasinin olmazsa olmazı, zorunlu şartı olarak görüldü. Çok-kültürcülük söylemi bilimsel, popüler ve siyasi gündemin birinci sırasında yer alırken bugün terk edilmiş konuşulmaz olmuştur. Peki yıllarca demokrasinin olmazsa olmazı olarak sunulan toplumsal bir model, demokrasi yok olduğu için mi gündemden düştü? Elbette demokrasi kaynaklı değil zihniyet merkezli bir sorun söz konusudur. Müzakereci ve ilişkisel bir çözümlemeye değil de dogmatikleştirilen ve bir inanç haline getirilen kavramlar ve fikirlerle varlığını sürdürmeye çalıştı. Tekelleştirilen bir hakikati cansiparene savunan sol-liberal-İslamcı entelektüel duruşun çöküşü neticesinde gündemden düşmüştür. Çünkü, örnek aldığımız Avrupa ve Amerika’da yurttaşlıktan çokkültürcülüğe gündemde yer alan tartışmalar bir toplumsal ve kültürel entegrasyon sorunu olarak farklılıkların toplumsal uyum politikaları doğrultusunda tartışılırken bizde farklılıkların yaratılması, belirginleşmesi, tanınması ve siyasal sınırlarının belirlenmesi ekseninde temayüz etmiştir.
Amerika’da Amerikan olmak, Almanya’da Alman olmak en temelde dil öğrenilmesi üzerinden öncelenir. Almanya’da Almanca, Amerika’da, İngiltere’de İngilizce vatandaş olmanın ve gelinen ülkede toplumsal uyumun olmazsa olmazı görülürken bizde Türkçe’nin kullanım alanının sınırlanması ve etnik dillerin resmi dil düzeyine çıkarılması yurttaşlık tartışmalarının merkezinde yer alır. Çünkü Türkçe resmi bir dil olarak değil Türklerin dilidir ve asimilasyonun bir aracıdır. Türkler Türkçe konuşur Kürtler Kürtçe, Lazlar Lazca, Rumlar Rumca konuşur. Herkesin anadili de bir eğitim dilidir ve anayasal olarak tanınması gerekir. Zaten bu tözsel etnikçi yaklaşımın Türk karşıtlığı vatandaş olmanın şartlarından Türkçe öğrenmeyi de kaldırdı. Hem de yerli ve milli olduğunu iddia eden iktidar tarafından.
Çok kültürcülük bile bir toplumsal entegrasyon olarak yürürlüğe sokulurken biz de tartışıldığı bağlam toplumun kültürel adacıklara bölünmesi üzerine kuruldu, tasarımlandı. Amerika’da, Fransa’da, Yunanistan’da, Almanya’da, ulusal yurttaşlıklar var iken, Alman, İngiliz, Amerikan, Fransız kimlikleri ile anılırken neden Türkiye’de “Türk yurttaşlığı” olmuyor? Burada sorunun bam teline basıyoruz.
Türkiye’deki farklı etnik, dini, kültürel grupların topluma uyumlarının nasıl mümkün olabileceği tartışılmamaktadır. Yani değilse Kürtlerin topluma nasıl entegre olacağı konusu değil, Türklerden ayrı bir millet olduğunu ve bağımsız olması gerektiğini tartışan, bunu ısrarla savunan geniş bir aydın grubu vardır. Bu da herhangi bir toplumun ve devletin kabul edebileceği bir durum değildir. Türkiye’nin Türk dünyası politikasına bakarak soyu öne çıkardığını Türk’ün de millet değil bir etnik kimlik olduğu vurgusunun yapılması bu yüzden doğru işleyen bir mantık değil. Daha somut olarak ifade edecek olursak, bir soydaş Azerbaycanlı, Kazakistanlı, bir Suriyeli, bir Iraklı Türk, Türkiye’ye elini kolunu sallayarak girebilir mi? Madem bu ülkelerle soydaşlık, Türklük üzerinden bir ilişki kuruyoruz o zaman bu soydaşların doğrudan Türk vatandaşı kabul edilmesi, dolayısıyla vizesiz ülkeye girebilmeleri, oya kullanabilmeleri gerekir. Oysa bahsettiğimiz ülke vatandaşları Türkiye’ye vizesiz gelemezler. Türkiye’de oy kullanamazlar. Bizim bu “soydaşlarımızı” tarihi, kültürel, toplumsal açıdan aynı millet mensubu olarak kabul etmiş olmamız onları siyasi ve hukuki bir devlet kimliği açısından da kabul ettiğimiz anlamına gelmez.
Selahattin Demirtaş’ın makalesinden sonra şunu söyleyebiliriz ki Kürt sorunu önünde iki temel sorun vardır. Bunlar başta belirttiğimiz sorularda ifadesini bulur. Birlik olmak mı, bölünmek mi? Yani ayrı bir devlet/Kürdistan mı yoksa vatandaş olarak mensubu olacağımız Türkiye devleti mi? Bu iki tercihten hangisinin ortaya çıkacağı Kürt sorunu karşısındaki duruşun mahiyetini de belirler.
Dipnotlar
[1] İrfan Aktan, “Tanıl Bora: MHP Türkçülüğü yeni kuşak yönelimlerin marjında kalıyor”, https://artigercek.com/makale/tanil-bora-mhp-turkculugu-yeni-kusak-yonelimlerin-marjinda-kaliyor-214615 . (11. Haziran 2022).
[2] Tanıl Bora-Kemal Can, “Ülkücü-Milliyetçi İdeolojide Yeni Yönelimler”, Birikim, Sayı: 398-399, Haziran-Temmuz 2022, s. 119-145
[3] Selahattin Demirtaş, “Demirtaş’ın yazdığı “Yeni Başlayanlar İçin: Kürt Sorunu Nedir?”, https://t24.com.tr/yazarlar/selahattin-demirtas/yeni-baslayanlar-icin-kurt-sorunu-nedir,37192