Türk Yurdu dergisinin Ocak-2013 sayısında yer alan “Türk Milliyetçiliği Soruşturması”na verilen cevaplar, arzu edilen canlılıkta değilse de “mahalle”de bazı kıpırdanmalara sebep oldu. Gerek söz konusu soruşturmaya gelen cevaplar gerekse soruşturma sonrasında ortaya çıkan “kıpırdanmalar”a baktığımızda, Türkiye için müşkül teşkil eden “gerçek mesele”nin, -yani canlı bir beden gibi bütünleşmiş bir millet olabilmek fikrinin- ne kadar uzağında olduğumuz hemen fark ediliyor. Oysa bu “mesele”nin ülkemiz için ne kadar hayatî olabileceğini bilhassa son günlerde hemen herkes görüyor. Gerçi, olumsuzluklar varmış gibi takdim edilmeye çalışılsa da fikir ve siyaset planında ifade ve temsilde sıkıntılar yaşansa da seçkinler(!) fark etmese de sözde seçkinlere ve diğer her şeye rağmen ülkemizde, bütün unsurlarıyla, bayrağına ve hakimiyetine bağlı bir millet vardır ve var olmaya devam etmektedir.
Ne var ki, böylesine önemli bir konuyu hem literatürün hem de hayatın uzağında gündelik siyasetin, günlük kaygıların ve anlık rüzgârların gölgesinde konuşuyoruz. Hayat akıp gidiyor ve Türkiye, tıpkı bir metin tahlili yapar gibi hayattan kopuk bir şekilde tartışmayı sürdürüyor. Türk aydınları, realitenin uzağında ve hakikat duygusundan mahrum bir hâlde konuşma kolaycılığını bir türlü terk edemiyor.
Ülke olarak meselenin ne bilgisine ne de metodolojisine maalesef hakkıyla vakıf olmadığımızı görmek hazin. Meselenin bilgisi, hem kendi tarihimiz hem de dünya tarihi ile ilgili; her ikisini de bilmek zorundayız. Metodolojisi ise, üzerinde hiç bir zaman ittifak edemediğimiz bir konu. Oysaki millet olmak, bu tür konulardaki ittifakla mümkün; bu konularda ittifak edebilmek de millet olmakla…
Öncelikle kabul etmeliyiz ki, milliyetçilik üzerine Osmanlı’dan bugüne, lehte aleyhte ileri sürülen fikirleri kötüleyerek bir yere varamayacağımız gibi takdis ederek de bir yere varamayız. Bilhassa kendisini milliyetçi sıfatıyla takdim edenlerin, bu konuların eleştiri ve değerlendirmesini “millilik”ten hoşnut olmayan çevrelere bırakmak yerine, hiçbir boşluk bırakmayacak şekilde bizzat kendilerinin yapması gerekiyordu.
Bugün, millî kavramı çevresinde ülkenin en çok ihtiyaç duyduğu şey, eleştiri hatta özeleştiridir. Kaldı ki Türkiye’de şu anda hissedilen en büyük boşluk da maalesef “milleti savunan bir muhalefet” boşluğudur. Bu boşluk, ülke meselelerinin konuşulmasını güçleştirmekte hatta imkânsız kılmaktadır. Çünkü dünyanın hiçbir ülkesinde bir halkın izzet-i nefsini koruması “istikrarsızlık” unsuru sayılmamıştır, sayılamaz da; maalesef Türkiye’de ima ediliyor. Oysa izzet-i nefsine sahip çıkamayan ve zamanla bu hasletini unutan bir millet, gün gelir kendini de unutur.
Bir milletin her daim kendini hatırda tutacak şekilde yaşamasının ilk ve tek yolu, o millete bir gelecek duygusu vermektir. Ancak bir gelecek tasavvuru olan milletler, “kendilik şuuru”nu kaybetmezler ve kendilerini her zaman göz önünde tutarlar. Gelecek duygusu, milletleri canlı tutar. Gelecek tasavvuru inşa edebilen ve bu inşa üzerinde mutabık kalabilen milletlerin hâli ve mazisi her zaman millî hafızada faal hâldedir. Kaldı ki, gelecek üzerine kafa yoran milletler, hâlin farkında ve mazinin idrakindedir. Hatta sadece geleceği olan milletlerin bir tarihi vardır da diyebiliriz. Bu anlamda milletler, gelecek üzerine odaklandıkları anda geçmişlerini tarih haline getirirler. Çünkü her geçmiş tarih değildir. Geçmişi tarih yapan şey, idrake yansıyış şeklidir.
Öte yandan bir milletin müşküllerini nasıl halledeceği, kurduğu gelecek düşü ile doğrudan alakalıdır. Gelecek duygusunu ve gelecek tasavvurunu bir dünya görüşü hizasında inşa edebilen milletler, meselelerini fark edip çözüm zorunluluğu duyarlar. Dünya görüşü ve gelecek tasavvuru üzerinde mutabakat oluşunca -buna yeni bir medeniyet ufku da diyebiliriz- meselelerimizin halli sadedinde metodoloji veya usul dediğimiz şey çıkar karşımıza.
Türkiye kamuoyu, bugünlerde tam bir “ağız dalaşı” seviyesinde milliyetçiliği konuşuyor. Türk Yurdu dergisinin soruşturması, esasen tam vaktinde hayata geçti. Ne var ki, bu soruşturma dosyası, -meseleyi ülke kamuoyu seviyesinin (yani fikrî deniz seviyesinin) biraz altında(!)- tartışan tarafların hiçbirisinin dikkatine takılmadı.
Biz yine de Türk Yurdu dergisinin ‘Milliyetçilik Soruşturması’na gelen cevaplar üzerine, cevaplar sadedinde konuşmaya devam edeceğiz. Metodoloji konusu, cevapları okuyunca anlıyoruz ki, bütün heybetiyle karşımızda duruyor. Yanlış anlaşılmasın, gelen kıymetli cevaplar metodolojiden mahrum demiyorum. Lâkin üzerinde mutabık kalınan bir metodolojinin olmaması da aslında aynı neticeyi doğuruyor. İnsan hayıflanmadan edemiyor; Türk aydınları, böylesine hayatî bir konunun tartışılmasına dair metodoloji problemini çoktan halletmiş olmalıydı.
Türk milleti, 1918-23 arası ölümden döndü. Ölümden döndüğü için de o tarihten sonra başına gelen hiçbir felaket onu yeterince korkutmadı. “Biz neler gördük”, “ne badirelerden sağ salim çıktık” duygusuyla rastladığı her uğursuzluğu hafife aldı. Bütün düşünce alışkanlıklarını ve düşünebilmek için gereken alet edevatını, en başta lügatini ve kâmusunu kaybetti ama umursamadı.
Bana kalırsa bu “ölümden dönme rehaveti”ni hâlâ üzerimizden atabilmiş değiliz. Bu rehavetle, heyecanlarımıza, sevgilerimize, nasiplerimize yeterince itina göstermedik; sahip olduklarımızın mülkiyet bedellerini ve liyakat kıstaslarını yerine getirme mesuliyetinden hep kaçındık. Ölümden döndük ama hangi ölümlerden hangi hayata nasıl döndük sorusunu hep saklı tuttuk; sormadık o soruyu. Kaldı ki, o ölümden dönme maceramız, aynı zamanda bugünkü Türkiye’yi de kuran macera idi. Ne var ki, biz, o macerayı hatırlamayı unutunca, başkaları başka şeyleri hatırladı, hatırlattı ve şimdi, çok değil 20-30 yıl önce rüyamızda görsek inanamayacağımız meselelerle uğraşıyoruz. Zira, yaşadığımız o muhteşem macerayı ifadeden ibaret bir düşünce çabasını bile içselleştirip benimseyemediğimiz gibi hem külfet sayıp uzağında durduk hem de çağdışı sayıp hor gördük. Hâlbuki o büyük macerayı hakkıyla yorumlayıp onun üzerinden millî romantizmimizi inşa edebilirdik. Hem bizden öncekiler hem de bizim nesil, geçmişimizi tarihin bekleme odasına atıp horladı. Sadece geçmişimize değil, yaşayan her şeyimize sözgelimi lisanımıza, kelimelerimize bile yaptık bunu…
Biliyoruz ki yanlışları anlatmaktan ibaret bir gayretten doğrulara ulaşamayız. Lâkin doğruları konuştuğumuzda yanlışlar kendiliğinden açığa çıkar. Bugünkü Türkiye, gelecekte ne yapacağına dair bir karar vermek zorundadır. Millet, milliyet ve milliyetçilik kavramlarıyla ilgili konuşurken içine düştüğümüz asıl açmaz, geleceğimize dair bir niyet ve maksat eksikliğidir. Türkiye’nin geleceğe ilişkin, halkıyla paylaştığı bir niyeti yok. Gelecekle ilgili herkesin paylaştığı anlaşılır bir niyetin olması, ne’yi, nasıl ve niçin yapacağımız konusunda bizi açık ve net olmaya iter. Milliyetçilik dediğimiz vakıa da esasen bu açık niyetin gölgesinde halkın zihninde paylaşılan bir duygudan ibarettir.
Nasıl bir gelecek tasavvur ettiğimize dair muhayyel ve mutasavver bir seviyede birçok şey söylenebilir lakin gerçekleşmesi mümkün olacak kıratta bir ülkü için, önce bizim millet olarak ne yapacağımıza karar vermemiz gerekiyor. Ne yapacağımıza nasıl karar verebiliriz sorusu da hâl ve geçmişe bakmayı zorunlu kılar. Bu kararı verebilmemiz için, önce kim olduğumuz sorusuna bir cevap vermeliyiz. Kim olduğumuzu anlamak için de “biz kimdik?” yani geçmişte “ne idik” hususunda bir karara varmalıyız. Bu da geçmişe yani tarihe bakmakla mümkündür. “Biz kimiz?” sorusu, “Biz kimdik?” sorusuyla iç içe bir soru. Çünkü ‘an’, ‘maziyi’ içeren bir durumdur. ‘Gelecek’ de mazinin içinde mevcuttur”1
Gelecek hakkında bir karar verdiğimiz anda, gündemimize gelen bütün konular, bu karardan etkilenecektir. Bu itibarla, milliyetçilik gibi doğrudan hayata dair bir konu, tabiatıyla seçtiğimiz veya aradığımız gelecek tasavvuruna göre mahiyet ve şekil değiştirecektir. Milliyetçilik tartışmalarının sınırlarını da gelecek tasavvurumuzun sınırları tayin edecektir.
Şayet gelecek hususunda mutabık kalabilseydik, şu anda farklı yerlerde durduğumuz diğer toplumsal kesimlerle ortak bir dil inşa edebilirdik. Anlaşamadığımız, niza mevzuu konularının tamamında, hem de milliyetçilik kavramına ihtiyaç duymadan pekâlâ anlaşabilirdik. Aslında bu denemeyi en başta milliyetçiler yapmalıydı; mesela, “Acaba içinde milliyetçilik kelimesi geçmeden Türkiye’nin meseleleri konuşulsa neler söylenebilirdi?” ve bu söylenenlere kimler, neden itiraz ederdi?
Bugün itibariyle bir yangının içinde ve ilelebet devam edecek zannıyla, yangının sıcağında konuşuyoruz. Sözlerimiz alev gibi… Yangını söndürmek niyetiyle konuşulsa bile aynı tesiri yapıyor; yangın büyümeye devam ediyor. Şimdi düşünmek zorundayız; “Acaba bu yangın olmasaydı; yani ülkemiz, bir bölünme tehlikesi ve etnik fitne ile karşı karşıya kalmasaydı, milliyetçiliği nasıl konuşurduk?”. Veya bu yangından çıkış için başka bir kurtuluş yolu bulunsaydı, bugünkü konuştuğumuz “milliyetçilik” hakkında ne düşünürdük?
Bu velvele içinde, “milliyetçilik”ten konuşurken sıkıntı teşkil edebilecek noktaları es geçiyoruz. Asıl meseleyi konuşamıyoruz. Belki de “konjonktürün milliyetçilikleri”ni konuşuyoruz ve milliyetçilik ne’ye yarayacak sorusunu soramıyoruz. Milliyetçilik, nasıl fark edilir, hayata nasıl geçer, sorularından kaçınıyoruz.
Konuştuğumuz şeylerin, Taşkent’te, Semerkant’ta, Bosna’da, Üsküp’te, Diyarbakır’da, Edirne’de, Kerkük’te, Şırnak’ta, Kahire’de, New-York’ta, Moskova’da, Pekin’de, Delhi’de, Mekke’de, Medine’de, Ankara’da, İstanbul’da ve en önemlisi yarın Rabbimizin huzurunda nasıl yankılanacağını düşünmek zorunda olduğumuzu sanki unutuyoruz.
Millet olma zaruretini ihmal ederek milliyetçiliği konuşamayız. Türkiye’nin tarihini ihtilaf mevzuu hâline getirerek millet olamayız. Tarihimizde ihtilafa konu olabilecek hususlarla hesaplaşmadan bir iletişim düzeni kuramayız. Geçmişimizi aktüel sancıların ve iddiaların çatışma alanı olmaktan çıkarmadan hiçbir güncel meselemizi halledemeyiz.
Türkiye’ye ne için Türkiye denir? Ve Türkiye ne’yini kaybederse buraya bir daha Türkiye denmez, sorusuna herkesin paylaştığı bir cevap bulmadan millet de milliyetçi de olunamaz!
Hülâsa yakın dönem Türkiye tarihini hakkıyla değerlendirmeden hiçbir sosyal, fikrî, irfanî ve kültürel meseleyi müzakere dahi edemeyiz.
1 http://www.ihsanfazlioglu.net/yayinlar/makaleler/1. php?id=48
YAYAINLANDIĞI YER: TÜRK YURDU, NİSAN 2013, SAYI: 308, S.54-52