Milliyetçiliğin Ekonomik Kalkınma Üzerindeki Etkileri

 

Dr. Osman SÖNMEZ[i] – Dr. Hasan MİKAİL[ii]

Bu çalışma Türkiye’de neredeyse üzerinde hiçbir akademik araştırma yapılmamış ve aynı zamanda son derece önemli bir konu olan milliyetçi ekonomi politikasını irdelemektedir. Çalışma da pratik düzeyde de bu ekonomi politikasının uygulandığı halde ülke ekonomisi üzerindeki pozitif etkileri araştırılmıştır.

Milliyetçi ekonomi politikası, temel olarak milli bazı esas alan bir üre­tim modelini, ithalat ve ihracat arasındaki dengeyi sabit tutmak ve ya­bancı mal özentisi yerine yerli malı tüketimi ilkelerini esas almış ve be­nimsemektedir. Bu ekonomi politikasını ülke ekonomilerine uygulayan devlet örnekleri olarak Almanya, Japonya ve İsrail devletleri incelenmiş ve bazı varsayımsal tezler önerilmiştir. Bu önerilerin uzun vadede ekono­mik istikrarın sağlanması ve kalkınmanın elde edilmesi amaçlı Türkiye’de denenmesi tavsiye edilmektedir.

Anahtar kelimeler: Ekonomik İstikrar, Ekonomik Kalkınma, Milliyet­çi Ekonomi Politikası.

The Influence Of Nationalism On The Economic Development

This study investigates the National Economics Politics, which is very important subject for Turkey’s today and this theme ha.s been never studied in an academic level at Turkey example. This study has been also researc­hed positive affects of this model when it will be applied to the countries economics.

The National Economics Politics mainly considered on the following principal elements of the normal economics. They are followed as a pro­duction model which founded by the national resources, balanced stabi­lity between export and import relations, consume local products instead of foreign and imported products.

Key words: An Economical Progress, An Economical Stability, The National Economics Politics.

GİRİŞ

Milliyetçi Ekonomi Politikası denince herkesin aklında doğal olarak milli­yetçilik ideolojisi canlanacaktır. Bu ideoloji daha derin olarak irdelendiğinde bize ırkçılığı çağrıştırmaktadır. Doğal olarak Milliyetçi Ekonomi Politikası ilk defa kavram olarak ekonomi sözlüğüne gireceğinden bu tarz benzeşmelerin olabilmesi sorununu öncelikle çözmek gerekmektedir. Bunu açıklayabilmek için öncelikle milli ekonomi nedir onu bilmemiz gerekmektedir. Bugün dünya global bir köydür denince nasıl ki, milli ekonomi anlamının güncel geçerliliği­ni yitirdiğinin şahidi olmaktaysak, aynı şekilde ırkçı ideolojinin de en son Hitler’in uygulamaya çalışıp da başaramadığı bir örneği kapsamında bugün geçerli olmadığı varsayımını söyleyebiliriz. Bu varsayım çerçevesinde bazı is­pat edilmiş gerçekler de mevcuttur. Şöyle ki, global ekonomiden bahseder­ken, Japonya’da yaşayan bir Japon ABD’den internette gördüğü ve beğendiği herhangi bir x malını kolayca elektronik ticaret dediğimiz yöntemle sipariş edebilmekte ve almaktadır. İşte burada dünya üzerindeki tüm sınırlar ekono­mi alanından baktığımız zaman kalkmıştır.

Milli ekonomi ise tamamen global ekonomi ile kıyaslanması gereken bir kavram asla değildir. Çünkü milli ekonomi politika globalizmle ayrı kavram­lardır ve kıyaslanması mümkün görünmemektedir. Ayrıca milliyetçi ekonomi politikası dar alana hapsedilip kalmış bir politika örneği de olmamaktadır. Aksine global dünyada daha da önemi artmıştır. Bu bağlamda Milliyetçi Ekonomi Politikasını uygulayan örnek devletler olan Almanya, Japonya ve tamamen bir Milliyetçi Ekonomi Politikası (MEP) şaheseri olagelen İsrail dev­letini irdeleyeceğiz.

MEP, genel hatlarıyla tamamen bir ülkenin kendine özgü kültür ve gele­neklerine sadık olması ve kendi toplumunun ihtiyaçları ölçüsünde yerel giri­şimlerle kalkınma ekonomisini destekleyen fikirler yığını olarak tanımlana­bilmektedir. Bunu biraz açarsak ve ülke örneğine indirgemek gerekirse, Rus­ya örneğinde demir-çelik, petrol ve gaz ürünleri Rusya’nın kendi toprakların­dan doğal kaynaklar şeklinde çıkarmış olduğu ülkesinin öz ve yerli kaynakla­rı olmaktadır. Rusya bu öz kaynakları ile günümüzde bile dünya silah üreti- [1] mi piyasasını elinde tutmaktadır. İşte bu örnekte başvurulan metot sadece ve sadece MEP’dır. Çünkü silah üretimi başlangıç aşamasından en son aşa­masına kadar Rusya toprakları içerisinde başlayıp bitmektedir. Bu yüzden bugün dünyada Kalaşnikof marka bir silah ismiyle kendine yer edinmiştir. Kalaşnikof marka silah bugün dünya silah piyasasında önemli bir yere sa­hiptir ve diğer silah türlerinden kendi özelliklerine göre kalitesine göre de se­çilmektedir. Rusya bu bağlamda kendi doğal kaynaklarını, işçi gücünü, milli emeğini ve Rus teknolojisini kullanarak dünya çapında kendi markasını ya­ratmıştır. Bu örnekte MEP’ten söz edilmektedir.

Bu örnekler sıralamasından sonra nihai aşamamız olan sonuç alma aşa­masına gelmiş bulunmaktayız. Gördüğümüz gibi MEP tabii olarak milliyetçi­likle özdeşleştirilebilmektedir. Çünkü bahsedilen kalaşnikof silahları denildi­ğinde bugün akla Rus ve Rus malı gelmektedir. Dolayısıyla dünya silah paza­rında Rus silahı kendi sözünü demektedir. Bunu Türkiye örneğinde inceler­sek, şu anda aklıma nargile gelmektedir. Nargile de dünya pazarında sadece Türkiye’ye özgü ve geleneksel bir çeşit içki türü olagelmektedir. Türkiye MEP projesini nargile alanına uygularsa zannımca nargileyi tüm dünyaya Türki­ye’yi çağrıştıran bir tarz olarak tanıtabilir kanısındayım. Sadece aklıma şu anda bu geldiği için Türkiye için nargile örneğini vermekteyim. Tabii ki, MEP projesi daha faydalı alanlara uygulanacağı taktirde daha çok verim alınacağı tartışılmaz bir gerçektir. Örneğin, Küba denildiğinde her nasıl bize Küba pu­rosu çağrışım yapıyorsa, Japonya denildiğinde hemen bir suşi[2] yemeği aklı­mıza gelmekteyse, nargile denince de akla Türkiye gelmelidir. Nargile tütünlü bir içecek olması nedeniyle belki de tercih edilmesi doğru olmayan bir seçe­nektir. Fakat bir kebap yemeğimiz tüm Türk dünyasının ortak yemek çeşidi­dir. Bugün kebap denince dünyada asla akla Japonya veya Amerika gelemez. İşte bilinçli bir MEP projesi takip ederek milli kebabımızı bütün dünyaya yay­gın ve herkes tarafından tercih edilir bir Türk markası olarak kabul ettirece­ğimiz halde daha maksimum verim alabilmemiz söz konusu olacaktır. Nite­kim, bugün bunun bir örneğini milli bir Türk yemeği olan dönerde görmekte­yiz. Fakat bu piyasayı tamamen Türkleştirmek ve dünyaya yüzde yüz Türk malı şeklinde pazarlamak zarureti bulunmaktadır. Nasıl ki, Suşi denince ak­la hemen Japonlar gelmektedir ve aynen kaleşnikof silahı herkese Rus malı bir silahı ve Rusları çağrıştırmaktadır, aynen bunu Türk dönerine uygular­sak döner denince akıllara tartışmasız Türkiye gelmelidir. Her nasıl Afrika yapımı kaleşnikof örneği yoksa, Alman malı döner de piyasada olmamalıdır.

Diğer önemli kriter, ithalat ve ihracat dengesinde sabitliyi muhafaza et­mektir. Örneğin 30 milyar dolarlık bir ihracat yapıyorsa bir ülke, bunun yeri­ne aynı miktarda ithalat gerçekleştirmek zorundadır. Aksi durumda, ülke ekonomisi ciddi açıklar, enflasyonlar ve deflasyonlar yaşayabilmektedir. Türkiye örneğini incelersek bu kriterin, bir koka kola içeceği vardır ve tüm Tür­kiye’de neredeyse içecek piyasasına hakimdir bugün. Fakat Türkiye’nin ve tüm Türklerin geleneksel ayran içeceği vardır. Neden bunu milli bir marka yapıp kendimiz tüketmeyelim ki? Artı sadece bunu tüketmekle de kalmayıp, milli Türk içeceği adıyla daha kaliteli bir karışım şekline getirip ABD’ye ihraç etmeyelim ki? İşte burada yine MEP ortaya çıkmaktadır. Millilik ve milli gele­neklere ve adet-ananelere sadıklık kavramı boy göstermektedir. Bugün bir Rus asla koka kolayı tercih etmez. Bir Rus kendi milli içkisi haline getirdiği limondan yapılan limonatayı kolaya tercih etmektedir. Bunu alkollü içki sek­töründe araştırırsak yine değişen bir şey yoktur. Yine bir Rus hiçbir zaman hiçbir içkiyi milli Rus içkisi olan Votka ile değişmeyecektir. Biz de aynı örneği Türk milli içkisi olan Rakı’ya neden uygulamamışız acaba? Bu da MEP proje­sinde oldukça başarısız olduğumuzu ispat etmektedir. Bugün Türkiye’de içki piyasasında Votka raflarda yerini alabilmiştir. Fakat Rusya’da hayatımda Rakı’ya rastlamadım. Bu dediğim gibi sadece şu anda aklıma gelen sıradan ör­neklerdir. Tüm sektörleri irdelersek Türkiye’nin MEP projesini hiçbir alana uygulamadığını görmekteyiz[3].

  1. MİLLİYETÇİ EKONOMİ DOKTRİNİ[4]

Milli Ekonomi Doktrini, bir ülkenin kendini ekonomik bakımdan diğer ül­kelerden bağımsız hale getirme amacıdır. Bir ülke, arzu ettiği malların büyük bir kısmını üreterek kendi kendine yeterli, dolayısıyla diğer ülkelere karşı ba­ğımsız duruma gelir. Savaş zamanlarında kendi kendine yeterli olmak birçok avantaj sağlarsa da, bu ekonomik bakımdan sağlıklı bir politika değildir; Karşılaştırmalı Üstünlük Prensibi’ne ters düşmektedir. Milliyetçilik kendi ba­şına bir ideoloji olma durumunda olmadığı için genellikle gelişkin ideolojilere eklenerek yaşar. Mesela, bir milliyetçi hukuk, milliyetçi özgürlük ve adalet anlayışı/teorisi olmadığı için cevapları ideolojilerde aranan bu gibi temel so­ru ve sorunlarda liberalizm, sosyalizm veya muhafazakarlığa yakın durur[5].

Milli Ekonomi Doktrini’nin kurucusu ve tek temsilcisi, Friedrich List’dir. On dokuzuncu yüzyılda, iktisat teorisi ile politik faktörlerin etkileşmesini tahlil eden ve klasikleri bu açıdan eleştiren iki düşünür çıkmıştır: Friedrich List ve Karl Marx’dır.

List, 1819’da Frankfurt’ta tüccar ve sanayicilerin katıldıkları bir dernek kurmuştur. Bu derneğin amacı, resmi dili Almanca olan devletler ve prens­likler arasında gümrük birliğini gerçekleştirmekti. Gümrük birliği önerisi, Avusturya Başbakanı Metternich ve Alman devlet adamları tarafından tepkiyle karşılanmıştı. List, Württemberg yasama meclisine seçilerek adalet sisteminde reform yapılmasını ve yerinde yönetim sisteminin daha ileri bir aşa­mada düzenlenmesini isteyince, on ay hapis cezasına çarptırılmıştır. Tutuk­lanmış ve Amerika’ya göç etmek koşuluyla salıverilmiştir.

Amerika’da çiftçilik yapmış, Der Adler adında bir gazete çıkartmış ve yol- cu/yük taşıyan ilk demiryolunu inşa etmiştir. Piyasa ekonomisinde kazandı­ğı deneyim, onu Adam Smith’in teorisi hakkında kuşku beslemeye sevk et­miştir. 1827’de, “Amerika Ekonomisinin Ana Çizgileri” başlıklı bir kitap yayım­lamıştır. Bu kitap, Amerika’nın gümrük politikasını etkilemiştir. Andrew Jackson’un başkanlık kampanyasına yaptığı yardımlardan ötürü, konsolos olarak Almanya’da görevlendirilmiştir. Kıta Avrupa’sında ilk demiryolunu gerçekleştirmiştir. 1837’de “Doğal iktisat Sistemi” ve 1841’de “Milli Ekonomi Sistemi” başlıklı yapıtlarını kaleme almıştır. Fizyokratlar, “Bırakınız yapsınlar ve bırakınız geçsinler” sloganını ortaya atmışlar ve serbest mübadele sistemi­ni savunmuşlardı. Türgot, devletleri birbirlerinden ayıran gümrük sınırları kaldırılmaksızın ekonomik uyumsuzlukların giderilemeyeceğini ileri sürmüş­tü. Adam Smith ve Ricardo, serbest mübadelenin bütün ülkeler yararına ol­duğunu ispatlamaya çalışmışlardı. Jean Baptiste Say, siyasi bakımdan bü­yük önem taşıyan ülkeler arasındaki sınır çizgilerinin iktisadi yönden birer sakınca teşkil ettiğini yazmıştı.

List, “Milli Ekonomi Sistemi” başlıklı yapıtında Fizyokratların ve Klasikle­rin serbest mübadele tezine karşı çıkmıştır. Bireyler ile tüm insanlık arasın­da, ikisinden de ayrı bir realite olarak Tanrı’nın milletleri yarattığını işaret et­miştir. Millet denilen realiteyi görmeksizin bireysel çıkarları tahlil eden ve ev­rensel iktisat kanunları koymaya kalkışan Klasiklerin yanıldıklarını düşün­müştür. Millet realitesini ve milli çıkarları iktisat politikasına esas tutmak ge­rektiğini belirtmiştir. Zollverein denilen Alman Gümrük Birliği’nin kurulma­sında List’in hizmeti büyüktür. Gümrük Birliği’nin gerçekleşmesinden sonra, Almanya’nın nasıl bir dış ticaret politikasını benimsemesi gerekeceği tartışıl­mıştır. Klasik görüşü savunanlar, Liberalizm’i önermişlerdir. List ise, himaye­ci bir gümrük politikası izlenmesini istemiştir.

Milli Ekonomi Doktrini’ne göre; milletlerin bazıları tarihin, doğanın ve şansın “lütfuna”, bazıları da “gadrine” uğramışlardır. Tarihi ve politik arızaların kalkınmalarını engellediği ülkeler vardır. Klasiklerin evrensel iktisat ilke­lerinin birer hazır elbise gibi bütün ülkelere uygun düşmesi mümkün değil­dir. Dış ticaret politikası, ülkelerin ihtiyaçlarına, çıkarlarına ve yasal karak­terlerine göre biçimlendirilmektedir. Geri kalmış veya gelişme halinde olan ülkeleri göz önüne getirelim. Bu ülkelerin hedefleri, tarım ve sanayi kesimle­rinde ileri ekonomiler düzeyine erişmektir. Ancak, gelişen ülkelerde yeni ku­rulacak sanayinin, serbest mübadele sisteminde dış rekabete dayanamaya­cağı açıktır. Örneğin yeni doğan yahut genç Alman sanayii, dünya piyasala­rında tutunmuş büyük İngiliz firmalarıyla rekabet edebilmek durumunda değildir.

Çocuk yahut genç sanayi, gümrük duvarlarının gerisinde korunmalıdır. Gelişen ülkeler hesabına, himayecilik, bir süre için zorunludur. Ayrıca, eko­nomi politikasının bireysel ve milli amaçlarında farklılığı gözetmek gereklidir. Bireysel ekonomi, kişi çıkarcılığına dayanmaktadır ve para/fiyat kavramları­nı ölçü kabul etmektedir.

Günlük kazançlarını güvenceye almak ve ihtiyaçlarını en uygun koşullar­la karşılamak, bireylerin doğal eğilimidir. Ancak ekonomi politikası yalnız gü­nün ihtiyaçlarını değil, geleceği de dikkate almak zorunluluğundadır. Gelece­ğin güvenliği, toplumların yaşamında daima ön planda tutulmalıdır. Milli menfaatler, üretim kaynaklarının uzun dönemde geliştirilebilmesi açısından, güncel tüketimden fedakârlığa ihtiyaç duyurabilir. Geleceğin güvenliği ve re­fahı, himayeciliğin gerekçesidir. Gümrük himayesi, halkın yaşam düzeyine ve çıkarlarına zarar vermekle beraber, çok defa ülkenin uzun dönemli çıkarları­na daha uygun düşmektedir. Serbest mübadele, iç piyasada rekabeti canlan­dırmakta ve ucuzluk sağlamaktadır. Milli ekonomi sistemi ise, fiyatların ucuzluğunu değil, memleketin üretim gücünü dış rekabetten korumayı hedef tutmaktadır.

  1. 1. Milli Dayanışma Vergisi

Fransa’da 1945 yılında uygulanmış olağanüstü bir vergidir. Savaşın bazı gruplar üzerinde sağladığı zenginlikleri törpülemeyi hedef almış ve gelir dağı­lımının aşırı bozulmasına engel olmayı amaçlamıştır. Milli Dayanışma Vergisi iki ayrı vergiden meydana gelmişti. Birinci vergi, bölümlü artan oranlılık esa­sına dayanan, servet ve sermayelerin 1945 yılındaki genel tutarı üzerinden alınan bir vergi olup, oranı % 3 ile % 20 arasında değişiyordu. İkinci vergi ise, 1940-1945 yılları arasındaki servet artışı üzerinden alınan artan oranlı bir vergi olup, en düşük oran % 5 idi; fakat 5 milyon Frankı aşan matrah di­liminde oran % 700’e kadar yükselmişti[6].

Milli Dayanışma Vergisi, hem servet vergisi hem de servet artışı vergisi ni­teliğinde karma bir vergiydi. Bu vergi modern vergicilik ilkelerine uygun ola­rak salınmış olmasına karşın başarısızlıkla sonuçlandı.

  1. 2. Milli Bütçe

Bütçe, devletin ekonomik hayatta büyük bir rol ve sorumluluk yüklenme­sinin bir sonucu olarak, genel ekonomi politikası aracı olmuştur. Milli bütçe kavramı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kullanılmaya başlanmıştır. Milli ekonominin bütün faaliyetlerinin gelirler ve giderler olarak meydana getirece­ği sonuçların bir tahminidir.

Milli bütçe gereğinin duyulmasının nedenleri şunlardır: Kamu harcama­larının milli harcamalar içinde hızla artış eğilimi göstermesi; Keynes’in ya­rattığı fikir reformu ile ekonomik konuların makro ekonomik olarak değer­lendirilmesi; modern ekonomilerde sosyal nedenlerle devletin işsizliğe müda­halesi; kamu sektörü ve özel sektörün ekonomi içindeki ilişkilerinin artması ve dayanışma gereği; milli muhasebe, istatistik ve ekonometri alanındaki iler­lemelerdir.

Bu bütçelerin amacı, gelecek ekonomi politikasının uygunluğunu denetle­mek ve bu politikanın beklenen başarı ve başarısızlıklarım saptamaktır. Ayrı­ca, yalnızca özel kesimle kamu kesimi arasındaki istenilen fonksiyonel ayırı­mı yapmak değil, milli ekonomik bütçe dengesini istenilen çalışma hacminde tutabilmek de amaçlanmaktadır. Gelecek hakkındaki ekonomik tahminler konusunda genellikle kullanılan kavramlar, “gayri safi milli gelir” ile “gayri safi milli hasıla”dır. Bu ikisinin eşit olması zorunluluğu vardır. Tahminlerde bunların ekonomik sınıflandırmasını yapmak en yararlı sonucu verebilir. Milli gelir tahminini ve ekonomik politika seçimini yapabilmek için karar mo­dellerine gereksinme vardır. Karar modelleri, veriler, amaçlar ve araçlar un­surları kullanılarak, ekonometrik çalışmalarla saptanabilir.

Türkiye’de 1969 yılından beri düzenlenen yıllık ekonomik raporlar, geçmiş yılın ekonomik durumunu ve gelişimin sonucunu değerlendirirken, milli gelir tahminleri de gelecek yılın ekonomik bütçesini ortaya koymaktadır.

“Milli Gelir Tahmin Raporu”nda kaynaklar ve harcamalar tablosuna yer ve­rilmektedir. Böylece, şeklen de olsa, Anayasa’nın hükmü gereğince milli büt­çe yapılmış olmaktadır. Bunun için, programın hedef ve ilkeleriyle yeni stra­teji ve Beş Yıllık Plan’da belirlenen temel sorunlar ve amaçlar ile o yılın tüm ekonomisi için hedefler belirlenmekte ve milli bütçe tahmini yapılmaktadır.

  1. 3. Milli Ahrar Fırkası

Siyasi parti (kuruluşu 4 Mayıs 1919). Kurucu ve yöneticileri: Asaf Muam­mer, İsmail Suphi, Agâh Mazlum, Bekir Sami, Câmi, Tevfik Hamdi, Refik İs­mail, Süleyman Nüzhet, Şakir Sarıca, Abdülhak Şinasi, Mahir Said, Mehmed Refik Beylerdi. Mütareke yıllarında geniş faaliyet gösterdi. İttihat ve Terakki’- cilere karşı, «ademi merkeziyet» ve «mesleki içtimai» doktrininden yanaydı.

Milli Kurtuluş hareketini destekledi. Son Osmanlı meclisine mebus sok­mayı başardı, ancak seçimlerin meşruluğunu kabul etmeyerek meclisin da­ğılmasını istedi. Bazı üyeleri ilk B.M.M.’ne katıldı. Parti, Anadolu’da kurtuluş hareketinin gelişmesi sonucu kendisini feshetti[7].

  1. 4. Milli Hasıla ve Milli Gelir

Bu kavram faktör fiyatlarıyla safi milli hasılaya eşittir. Milli gelir veya milli hasıla amortismanlarla birlikte hesaplandığında söz konusu kavram faktör fiyatlarıyla gayri safi milli hasılaya eşittir. Bir ülkede belli bir dönemde üretilen mal ve hizmetlerin üretimine katılan üretim faktörlerinin (emek, müte­şebbis, sermaye ve toprak) üretime katılmaları karşılığında aldıkları payların [ücret, kâr, faiz ve rant (kira)] toplam parasal değeri milli geliri oluşturur. Başka bir tanımlamayla “milli gelir”, belirli bir ülkede yaşayan kişilerin belirli bir dönemde meydana getirdikleri nihai mal ve hizmetlerin toplam parasal değeridir. Diğer bir ifade ile de, belli bir dönemde üretilen nihai mal ve hiz­metlerin satın alınması için yapılan harcamaların toplamıdır.

Milli gelir kapsamında iki tür akım yer alır: Üreticilerle çeşitli kullanıcılar arasındaki mal ve hizmet akımı ve yine üretimden doğan ve üretim faktörleri­ne yönelen parasal gelir akımıdır. Milli gelir bu akış sürecinin üç aşamasında ayrı ayrı hesaplanmaktadır. Bunlar üretim, gelir ve harcama aşamaları olup, yukarıda verdiğimiz milli gelirle ilgili tanımlar bu üç aşama kapsamındadır. Milli gelirin üç yoldan hesaplanması tabloda verdiğimiz milli gelirin hesap­lanmasındaki üç yol kısaca şöyle açıklanabilir:

  1. Üretim yolu: Ekonominin üretim faaliyet kollarında belli bir dönemde üretilen mal ve hizmetlerin toplam değerinden, bu üretimleri yapabilmek için sektörlerin diğer sektörlerden ara tüketimlerinde kullanmak üzere aldıkları mal (ara malları) ve hizmetlerin değerinin düşülmesi ile elde edilen katma değerlerin toplamı yoluyla hesaplanmaktadır.
  2. Gelir yolu: Üretime katılan üretim faktörlerinin, üretime iştirakleri karşılığında aldıkları pay olan ücret, faiz, kira ve kârların doğrudan tespiti yoluyla da milli gelir hesaplanmaktadır. Hiç kuşkusuz, üretim faktörlerinin eline geçen her gelir, milli gelir değildir. Örneğin emekli maaşları, bağışlar, hediyeler gibi gelirler transfer niteliğindedir. Milli gelirin gelir yolundan oluş­masında temel unsur, üretim faktörlerinin üretime katılmaları karşılığında aldıkları paylardır.
  3. Harcama yolu: Önce doğan, sonra da üretim faktörleri itibariyle kişi­selleşen gelirin, mal ve hizmetler itibariyle nihai kullanımını gösterir. Nihai kullanımda özel ve devlet nihai tüketimi, sabit sermaye oluşumu, yıl içinde üretilen mallardan kullanılmayanların stoklara eklenen kısmı ve ihracat ara­sında dağılır. Toplam nihai kullanım değeri, yani gayri safi milli harcamalar, gayri safi milli hasılaya eşittir. Böylece milli gelir, nihai harcamaların belir­lenmesiyle, üçüncü bir yolla da hesaplanmaktadır.
  4. 5. Millileştirme

Millileştirme terimi esas itibariyle, yabancı firmaların devlet mülkiyetine geçirilmesini ifade eder. Ancak, yerli firmaların devlet mülkiyetine geçirilmesi anlamındaki “devletleştirme” de, bazen aynı anlamda kullanılmaktadır. Milli­leştirmede hâkim unsur, firma sermayesinin yarıdan fazlasının devlete ait ol­masıdır.

Diğer bir ifade ile bir firmanın millileştirilmiş kuruluş sayılması için ser­mayesinin tümünün devlete geçmesi gerekmez. Yarıdan çoğuna devletin sa­hip olması yeterlidir. Millileştirme siyasi ve stratejik gerekçelerle yapılabilece­ği gibi, iktisadi ve mali gerekçelerle de yapılabilir. Örneğin, İngiltere’de, 1908’de Londra Limanı, 1926’da İngiliz Elektrik İşletmeleri, devlete gelir sağ­lamak ve aynı zamanda topluma daha etkin hizmet götürmek gibi mali ve ik­tisadi amaçlarla millileştirilmiştir. Bunun yanında, İkinci Dünya Savaşı so­nunda yine İngiltere ve Fransa’da bazı kilit sektörlerin millileştirilmesi ise, si­yasi nedenlerle olmuştur.

Türkiye’de ise yabancı şirketleri millileştirme hareketi daha çok 1933­1945 yılları arasındadır. Mali imkânların sınırlı olması dolayısıyla devlet 1933 yılına kadar, yabancıların elinde bulunan ayrıcalıklı firmalardan 3 tanesini (Haydarpaşa Limanı İşletmesi, Mersin-Tarsus-Adana Demiryolu [1928] ve Mudanya-Bursa hattı [1931]) millileştirme yoluna gitmiştir. 1933 yılında dev­letçilik ilkesinin kabulü ve bağlı olarak I. beş yıllık sanayi planının uygula­maya konulması ile millileştirmeye de hız verildi. Bu dönemde millileştirilen şirketlerden bazıları şunlardır: İstanbul T.A. Su Şirketi (1933), İzmir Rıhtım Şirketi (1933), İzmir-Aiyon ve Manisa-Bandırma Demiryolu (1933), İstanbul Rıhtım Dok. ve Antrepo T.A.Ş. (1932), Aydın Demiryolu Şirketi (1935) İstan­bul Telefon T.A.Ş. (1936), Ereğli Şirketi (1937), Şark Demiryolları T.A.Ş. (1937), Ergani Bakır T.A.Ş. (1936), Kuvarsan Bakır Madeni İşletmesi (1939), Bira Fabrikaları T.A.Ş. (1940).

Öte yandan İstanbul Tramvay Şirketi, İstanbul Elektrik Şirketi, İstanbul Tünel Şirketi, Ankara Elektrik T.A. Ş. ile İzmir Suları T.A. Ş. de aynı dönemde millileştirilen kuruluşlar arasında bulunmaktadır.

  1. MİLLİ ÜCRET POLİTİKASI

Özgür toplu pazarlık sisteminde, sendikaların, otonom ücret artışlarına ve enflasyona meydan vermemek üzere, kendi kendini sınırlama yoluna gitmesi ve merkezi bir ücret politikası izleyerek, ücret artışlarının milli prodüktivite artışı düzeyinde gerçekleşmesine yardımcı olmasıdır. Ancak, sendikaların kendi kendini sınırlayarak milli bir ücret politikası izleyebilmesi için, gerek devletin, gerek işveren kesiminin ekonomik büyümeyi, tam istihdamı, fiyat istikrarını, âdil gelir dağılımını ve çalışma barışını sağlayacak mukabil ön­lemleri alması gerekir.

Milli ücret politikasının tek başına uygulanması, enflasyonsuz bir ekono­mik büyümeyi ve tam istihdamı gerçekleştirmeye yeterli değildir. Ücret dışın­daki gelirlerle birlikte tüm ekonomik faaliyetin, genel bir gelir politikası için­de enflasyonsuz tam istihdamı sağlama amacına yönelmesi gerekir. Milli üc­ret politikası, ancak uygun ve âdil bir gelir politikasıyla birlikte uygulandığı takdirde başarılı olabilir. Bu bakımdan sosyal siyaset literatüründe bu politi­ka, içeriğine daha uygun olan “milli ücret ve milli gelirler politikası” adıyla anı­lır. Bu politika, devletin, işçi ve işveren örgütleriyle işbirliği yapmasını zorun­lu kılar. İşçi sendikaları, merkezi bir ücret politikası izleyerek tam istihdam halinde ve emek piyasasının müsait olduğu zamanlarda dahi, ücret artışları­nın milli prodüktivite artışları düzeyinde gerçekleşmesini sağlayacaktır.

İşveren kesiminin de, merkezi bir fiyat politikası izlemesi ve standart bir muhasebe esasını uygulaması gerekir. Devletin ise tam istihdamı, fiyat istik­rarını, paranın iç ve dış değerini koruyucu tüm önlemleri alması zorunludur. Özgür toplu pazarlık sisteminin uygulandığı demokratik bir ülkede, devletin, fiyatları ve ücret dışındaki gelirleri denetimi altında tutamaması halinde, sendikaların merkezi bir ücret politikası izleyerek kendi kendini sınırlama politikası izlemesi beklenemez. Bu takdirde sendikalardan, ücretlilerin milli gelirdeki payının küçülmesine, diğer gelir gruplarının payının ücretliler aley­hine büyümesine fırsat vermesi istenmiş olur. Özgür sendikaların böyle bir ortamda kendi kendini sınırlama politikasını benimsemesi ve bunu üyelerine kabul ettirmesi mümkün değildir. Ayrıca, milli ücret politikasının saptanma­sı ve uygulanması çok güç bir politika olduğu, bu politikayı başarıyla uygula­yan ülkelerin sayısının pek az olduğu da belirtilmelidir[8].

Milli ücret politikasının amacı, ekonomik gelişme yanında, refahın yaygın­laştırılması ve halkın refah seviyesinin yükseltilmesidir. İşgücü içinde ücretli­lerin oranı arttıkça, ücret gelirlerinin halkın refahını artırıcı etkisi ve önemi artacaktır. Bu bakımdan, ülkede izlenmesi gereken milli ücret politikasının saptanması sırasında, eldeki verilerin çok dikkatle değerlendirilmesi gerekir. Milli gelir içinde ücret gelirlerinin oranı, bu oranın işgücü içinde ücretlilerin oranı ile karşılaştırılması ve aynı işlemin diğer gelir grupları için tekrarlan­ması sonucunda, mevcut gelir dağılımının âdil olup olmadığı anlaşılacaktır. Ayrıca, milli ücret politikasının saptanması sırasında, ülkede o ana kadar or­talama reel ücret seviyesinin nasıl bir gelişme gösterdiği, belli devreler so­nunda ücretlilerin maddi refahlarındaki artış hızının ne olması gerektiği, üc­retlilerin gelir seviyesi ile diğer gelir gruplarının gelir seviyesi arasındaki iliş­kinin ne olduğu, titiz bir biçimde araştırılmalıdır. Görüldüğü gibi, milli ücret politikasının saptanması, milli gelirin ücret, kâr, faiz ve rant gelirleri arasın­daki nispi dağılımıyla ilgilidir. Yapılacak tercih, öncelikle milli gelirin dağılım yapısını değiştirmek veya mevcut yapıyı sürdürmek arasındadır.

Yapıyı değiştirme söz konusu ise, bu takdirde, yapının ücretliler lehine mi, yoksa ücretliler aleyhine mi değiştirilmesi gerekir? Buna, yukarıda sözü­nü ettiğimiz göstergelerin ve ekonomik planlama hedeflerinin ışığında karar verilecektir. Milli gelirin dağılım yapısı değiştirilmeyecekse, iş gücü içinde üc­retlilerin payının sabit kalması halinde, ücretlerin kabaca milli prodüktivite artışı oranında artırılması söz konusu olabilir. Pek tabii, milli ücret politika­sının maliyet enflasyonuna yol açmayacak biçimde düzenlenmesi gerekir. Bu da, her sektörde iş gücü maliyetinin genel maliyet içindeki öneminin dikkate alınmasını zorunlu kılar. Ayrıca, ekonomik büyüme ve tam istihdam hedefle­ri açısından, öncelik verilecek iş kollarında işçiliğin genel maliyet içindeki yeri ile ilgili araştırmalar da merkezi bir ücret politikasının saptanmasında dik­kate alınmaktadır.

Milli bir ücret politikasının saptanması ve bazı ilkeler üzerinde anlaşmaya varılabilmesi için devlet, işçi ve işveren kuruluşlarının temsil edildiği bir üc­retler konseyinin kurulması ve tarafların birbirine karşı açık, dürüst ve iyi niyetli hareket etmeleri gerekir. Bu iyi niyet, tarafların her birinin, söz konu­su konseyin koyduğu ilkeleri benimsemesi, bazı sorumluluklar yüklenmesi ve bunları uygulama alanına koyması ile ispat edilir.

Milli ücret politikasını uygulayacak taraflardan biri sendikalardır. Sen­dikal kuruluşların en üst düzeydeki temsilcisi olan konfederasyon düzeyin­deki kuruluşun, böyle bir sorumluluğu yüklenebilmesi için, her şeyden ön­ce alt kuruluşlar üzerinde bir otoriteye sahip olması gerekir. Zira, saptana­cak ücret politikasının, üye sendikalar tarafından benimsenmesini ve bu­nun uygulamasını sağlamak durumunda olan taraf, sendikal üst kuruluş­lardır.

Öte yandan, işveren sendikaları konfederasyonunun da, merkezi bir fiyat politikası izlemesi ve kendine üye kuruluşları bu politikaya uymaya zorlaya­bilecek güçte olması gerekir. Ayrıca, işveren sendikaları konfederasyonunun, bütün önemli sanayi dallarında üyelerine standart muhasebe esasını kabul ettirmesi ve sağlıklı maliyet muhasebesi kayıtlarının tutulmasını sağlaması gerekir. İşverenlerin bilançoları, her zaman, ücretler konseyinin ve tayin ede­ceği uzmanların denetimine açık olmalıdır. Aksi halde, gizli kalmış kârlar ko­nusunda uyanabilecek kuşkular, toplu sözleşmelere taraf olan sendikaları kendi kendini frenleme politikasına karşı direnmeye yöneltebilir.

İşveren sendikaları konfederasyonunun yükleneceği diğer bir sorumluluk da, kendisine üye olan işverenlerin, işçi sendikalarını içinde bulundukları düzenin bir parçası olarak kabul etmeleridir. Onları, mücadele edilecek taraf olmaktan çok, her alanda işbirliği yapılabilecek, devamlı ve işçi-işveren ilişki­lerinin ahenkli bir biçimde yürütülmesi açısından yardımcı kuruluşlar ola­rak benimsemelerini sağlamaktır.

Sendikaların merkezi bir ücret politikası uygulama ve kendi kendini fren­leme politikası izlemesini bekleyen hükümetlerin sorumluluğu, diğer iki ke­simden daha da büyüktür. Hükümet, öncelikle fiyat istikrarını, ekonomik büyümeyi, tam istihdamı ve gelir adaletini sağlamaya yönelik tüm önlemleri almaya kararlı olduğunu göstermeli ve özellikle, sendikalara bu konuda gü­vence vermelidir.

Yukarıda belirtilen amaçlara uygun para ve kredi önlemleri, maliye politi­kası önlemleri, enflasyonu ve devalüasyonu önleyici önlemler yanında, çalış­ma barışını korumak için, işçi-işveren uyuşmazlıklarında hakemlik yapma görevi, hükümete düşen sorumluluklar arasında sayılabilir. Milli ücret ve milli gelirler politikası, ancak her kesim kendine düşen yükümlülükleri titiz­likle yerine getirdiği takdirde, başarı şansı olan bir politikadır.

Milli ücret ve milli gelirler politikası, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, ilk olarak Hollanda, Norveç, İsveç, Danimarka ve Avusturya gibi çoğunluğu Ku­zey Avrupa’da bulunan küçük ülkelerde uygulanan, daha sonra İngiltere ve Fransa’da ve 1960-1970 yılları arasında Amerika Birleşik Devletleri de dahil olmak üzere birçok sanayi ülkesinde uygulama alanına konulmuş bir politi­kadır. II. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda bu politikanın ülkemizde de uygulan­masını gerçekleştirmek üzere, bir “Ücret ve Gelirler Konseyi”nin kurulması öngörülmüştür. Ancak, bu ilke, gerek Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı dö­neminde, gerekse izleyen Beş Yıllık Kalkınma Planları dönemlerinde uygula­ma alanına konulamamıştır.

  1. 1. Milli Korunma Kanunu

18.1.1940 tarihinde yürürlüğe konulan 3780 sayılı Milli Korunma Kanu­nu, hükümete o dönemin zorunlu kıldığı olağanüstü yetkiler vermiştir. Hü­kümete fabrikalarda üretilen malları değer fiyatını ödemek şartıyla el koyup stok etmek, fabrikalara el koyup işletmek, işçilere mecburi mükellefiyet yük­lemek, malların fiyatlarını saptamak, mamulleri muayyen usullerle tevzi et­mek, mal ihracatında satış şartlarını tayin etmek, halkın ihtiyaçlarıyla ilgili olarak iktisadi ve ticari faaliyette bulunmak üzere devlet müesseseleri kur­mak gibi çok geniş yetkiler vermiştir.

Savaş yıllarının getirdiği olağanüstü koşullarda alınan bu tedbirler nede­niyle iç piyasalarda arz ve talebin serbest bir şekilde işlemesinin ve fiyatların buna göre teşekkül etmesinin mümkün olamayacağı açıktır. Bu bakımdan bu dönemde iç piyasalarda devlet müdahaleciliği, hatta devlet ticareti büyük ölçüde uygulanmıştır[9]

  1. MİLLİYETÇİLİK KAVRAMI[10] VE MİLLİYETÇİ EKONOMİ DOKTRİNİ[11]

Bir millete ve onun menfaatlerine bağlılıktan esinlenen ve milleti siyasal organizasyonun temel birimi kabul eden yaklaşım. Bu yaklaşımın bir ideoloji teşkil edip etmediği tartışmalıdır. İdeolojimsi olduğunu söylemek en doğru yol gibi görünmektedir.

Milliyetçilik insanlığın birbirinden farklı milletlere bölündüğüne ve yegane uygun ve meşru politik birimin millet olduğuna inanır. Çeşitli alt kategorilere ayrılır: Siyasal milliyetçilik millet fikrini politik amaçlara ulaşmak için kul­lanma teşebbüslerini kapsar. Kültürel milliyetçilik milletin farklı bir medeni­yetin sahibi olarak yeniden canlandırılmasını hedefler ve bu yüzden siyasal amaçlardan ziyade dil, din, hayat tarzı gibi öğelerin savunulmasına ve güç­lendirilmesine yönelir. Etnik milliyetçilik kültürel milliyetçilikle önemli ölçüde çakışmakla beraber, ayrı olmaya ve başkalarından ayrılmaya daha fazla vur­gu yapar. Abartılması durumunda etnik milliyetçilik kültürel milliyetçiliğin unsurlarını yansıtmak bakımından zayıflar ve ırkçılığa doğru gider. Nitekim, yayılmacı milliyetçilik saldırgan ve militarist bir milliyetçilik türüdür ve genel­likle şövenist inanç ve doktrinlere dayanır.

Milliyetçilik kendi başına bir ideoloji olma durumunda olmadığı için ge­nellikle gelişkin ideolojilere eklenerek yaşar. Mesela, bir milliyetçi hukuk, milliyetçi özgürlük ve adalet anlayışı/teorisi olmadığı için cevapları ideoloji­lerde aranan bu gibi temel soru ve sorunlarda liberalizm, sosyalizm veya muhafazakarlığa yakın durur[12].

Cumhuriyet döneminde sadece bir kez MEP benzeri bir proje büyük önder Atatürk tarafından uygulandı ve yerli malı tüketildi, ithal edilen yabancı mal yerine Türkiye’de üretilen mal tercih edilmesi özendirildi ve başarılı olundu.

Diyelim bugün elektronik sektöründe SONY marka hakim durumdadır. SONY denince yine aklımıza hemen Japon ırkı gelmektedir. Biz ise SONY benzeri bir mal üretmek yerine tüccar zihniyet izlemekteyiz. Ticaret iyi bir şeydir. Fakat tacirliği ekonomi politikası yapamazsınız. Bu merkantilist eko­nominin milli çıkarların önüne geçmesi anlamına gelir ve başarısız bir sonuç teşkil etmektedir. Türkiye Japonya’da SONY marka bilgisayar, TV ithal etmek yerine Japonya’ya bu sektörde yetiştirilmek ve uzmanlaşmak üzere eleman, işçi gönderirse daha fazla verim alınacaktır. Nitekim dediğim uygulanırsa belki 10 yıl sonra Türkiye tüm dünyaya yeni bir elektronik marka geliştirip satabilecek yetenekte bir ülke olacaktır. Dediğim gibi, Türkiye ekonomi politi­kasına yeni bir vizyon geliştirmeli, malı sadece alıp başka ülkelere veya hal­kına satmak yerine, bu teknolojiyi öğrenmek üzere Japonya’ya uzmanlaşmak için elemanlar gönderecektir ve bu teknolojiyi geliştirmek amaçlı Türkiye’de teknoloji enstitüleri açılarak bu alanda gelişme sağlanmalıdır. Askeri alanın ihtiyacını karşılamak üzere bir Alcatel’imiz bulunmaktadır, doğrudur. Fakat bugün alcatel sony ile kıyaslanamaz derecede kalitesizdir. Bunun gerçek ne­denleri ise araştırma ve geliştirme ünitelerinin yetersizliği ve bir anlamda da konu ile ilgili uzman eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Gerekirse meşru ol­mayan fakat hayati önem taşıyan yollara bile el atılmalıdır. Nitekim bu dün­yada süper devletler arasında olmuş teknoloji casusluğunda da kendisini göstermiştir.

Örneğin bugün Türkiye’de de yaygın bilindiği haliyle Rus’ların atom bom­basının yapım şemasını Amerikalılardan çaldığı söylentileri, Ruslar tarafın­dan da ilk olarak atom bombasını Ruslar yaptı, sonra atom bombasının ya­pımcısı Einstein ABD gizli servisi tarafından ABD’ye kaçırılarak atom yapımının sırları kendisinden alındı şeklinde yorumlanmaktadır. Aynen ilk uzaya roket fırlatan Rus’lar olduğunu bugün Amerika kabul etmez. ABD’ye göre uzay teknolojisini Rus’lar onlardan çalmıştır, Rus’lara göre de ABD Ruslardan çalmıştır. İşte bu tarz örnekler günümüz süper devletleri tarafından da yapılmış örnekler olduğuna göre neden Türkiye’nin teknoloji casusluğu ala­nında hiçbir başarası bulunmamaktadır? Gelişmiş devletler teknoloji casus­luğu için yıllık bütçeler ayırmaktadır. Bu da apaçık bir MEP projesiydi[13].

Hep beyinlere adeta zerk edilmiş yine başka bir yanlış vardır; Amerika onaylarsa doğrudur. Bu ABD mandası olan hemen tüm devletlerde böyledir. Aynen kısmen de olsa eski Doğu Bloğu ülkelerinde de her konuda Rus bir bi­lim adamının otoritesine güvenilmektedir. Fakat gerçek bilim asla bu değildir ve bu olamayacaktır da. Gerçek birdir, doğruya götüren yol birdir. ABD yo­ğurda yeşil dedi diye veya Rus yoğurda kırmızı derse, Japon da gelip hayır ikiniz de yanlış diyorsunuz yoğurt sarıdır derse ABD demişse doğrudur veya Rus diyorsa tamamdır deyip yoğurdun beyazın dışında bir renkte olduğunu kabul mu edeceğiz? Akıl ve mantık ve gözle görülen şey yoğurdun renginin beyaz olduğunu derse yoğurt beyazdır diyebilmeliyiz. İşte bunu başaracağı­mız zaman her şey zaten çözülecektir zaten.

  1. Türk Milliyetçiliği Çerçevesinde Türkiye AB İlişkilerinin Değerlendirilmesi

Olayı siyasi boyuta çekersek, ben bugün Türk milliyetçisi olarak ve Türk milletinin dünyada hiçbir ırka boyun eğmesini, teslim olmasını istemeyen bir Türk ferdi olarak Turan ideolojisini ve Türk Birliği fikrini savunmaktayım. Fakat her nedense bunu yakın çevremde kimseye bir türlü anlatmakta güç­lük çekmekteyim. Bazıları, fakir Türk devletleri bir araya gelse bile uluslar­arası arenada bir güç olamayacağını söyler. Bazısı da Türk Birliği yapsak da atom bombamız olmadan asla sözü geçer bir birlik olamayacağımız inancın­da. Fakat, işi yine mantık süzgecinden geçirdiğimiz zaman, Türk Birliği ola­rak tasarladığımız bu devletlerin zengin Uranyum yataklarına sahip olan Ka­zakistan ve Kırgızistan var. Aynen 2. Dünya Savaşı’nda Ruslar kendileri bile savaşı Azerbaycan petrollerinin sayesinde kazandıklarını itiraf etmektedirler.

Kazakistan’da bugün bir uzay üssü vardır ki, Rusya bu uzay üssünü (Baykonur[14] uzay istasyonu) her sene kiralar ve bunu kaybetmek istememek­tedir. Peki biz niye kazanmak istemiyoruz? Demek ki, statükocu politikaya bağlı kalmışız ve emperyal hiçbir amacımız olmamış. Fakat bir Rus, bir Ame­rikan emperyal hedeflerle amaçlarını gerçekleştirmek için bir Türk’ün vata­nını bile sömürmeye cesaret etmişse, bu zaman bir Türkün de emperyal he­defler peşinde koşması gayet doğal karşılanabilir. Bu örnek bir an önce dev­letin dış siyaseti olarak uygulamaya konmalıdır bile. Maalesef Türk dış politi­kası statükoculuğa aşırı sadık kalmış ve hiçbir revizyonist dış politika örneği göstermemiştir. Bu da Türkiye’yi değişen ve globalleşen dünyada Türkiye’yi çok zayıf bırakmıştır. Gelişmiş ülkeler yanında Türkiye bugün 3. dünya dev­leti ünvanını almış ve gelişmekte olan ülkelerle az gelişmiş ülkeler arasında bir yerle yetinmektedir. Bu da oldukça rencide edici, bana göre gurur kırıcı ve Büyük Türk ırkına yakışmayacak bir konumdur. Bana göre Türklük bü­yüklüktür ve bunun aksini iddia edenler de Türk olamaz ve değildirler ve Türklüğün ve Türkiye’nin gelişmesi için de bunlar hava su gibi önemli un­surlardır.

Bugün dünyanın süper devleti kabul edilen ABD’nin 270 milyon nüfusu vardır. Aynen 170 milyonluk bir Rusya imparatorluğu da ikinci sırada halen güçlü yerini korumaktadır. Fakat ekonomik olarak yargılarsak ABD’den son­ra Japonya gelmektedir. Şimdi düşünelim, eğer her şey gerçekten de bazıları­nın zannettiği gibi sadece dolara endeksiyse neden Rusya Japonya’nın man­dası değildir? Peki bu olabilir mi? Bana göre asla olamaz ve yakın yüzyılda bile gerçekleşmesi olanaksızdır.

Bunu Türkiye için de uygulamak yerine her nedense Türkiye’de araştırma yaptığım toplumun genel kesiminde bir köleliğe yatkınlık, ABD’ye teslim ol­mayı kabullenme sezmekteyim. Bunun yerine Türkiye kendi atom bombasını kendisi üretmek yolunu seçmelidir. Örnek olarak İran’ı irdelersek, bugün İran cumhurbaşkanı ABD’yi takmıyor bile. ABD, İran’a seni vururum ayağını denk al dediğinde, İran da ben de seni vururum diye biliyor. Ama incelersek İran’ın milli geliri ABD’den defalarca azdır. Şimdi ABD savunma harcamasına daha fazla dolar (yeşil kağıt parçası) ayırıyor diye İran’ın ABD’den korkması mı gereklidir? İran’ı incelersek nüfus, arazi bakımından Türkiye’yle neredey­se aynıdır. Fakat bugün ABD köleliğini kabullenmiş ve ekonomisini IMF’ye teslim etmiş bir Türkiye ile İran kıyaslanamaz derecede birbirinden farklı. Bunun dışında Türkiye statükocu dış politikayı kabullenmekle beraber, aynı zamanda sadece tek taraflı müttefiklik esasına yer vermektedir çizdiği dış politikasına.

Fakat Atatürk’ün kurduğu ve bizlere teslim ettiği Türkiye Cumhuriyeti bi­ze bunları mı öğretti? Atatürk’ün kurduğu zaman Cumhuriyetimizde ABD’ye esir olmak ilkesi bulunmakta mıydı? Atatürk’ün zamanında 1 Türk Lirası bilmem kaç cent’ti, şimdi ise 1 dolar kaç milyon lira olmuş. Tüm bunlara Türk milleti layık mıdır? Yeni Atatürklere ihtiyacımız vardır. Atatürk Cumhu­riyeti kurduğu zaman, iki taraflı müttefiklik politikasını esas alan bir dış po­litika çizmiştir. Machivelli bize ne öğretmiştir? Devlet için her şey meşrudur. Yani devlet için derken devletin gelişmesi, sözünü diyebilmesi, ABD kölesi olmaması ve s. gibi kriterler söz konusu olmaktadır. İşte deha Atatürk, o dö­nemde Kurtuluş savaşı veren bir OsmanlI’nın tamamen yok olmasını engelle­di ve Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu. Bunu onun dış politikadaki ustalığına borçluyuz. Sovyet Rusya’daki Lenin’e bana yardım et, Türkiye’de Komünizm kuracağım diyebilmiştir. Ne dedik, savaş, döneminde her şey meşrudur. Aynı zamanda Almanlardan da yardım almak için Hitler ile farklı gizli anlaşmalar yapmıştır büyük Atatürk. Ama maalesef günümüzde bunun hiçbir örneğine rastlayamıyoruz.

Yanı başımızda bizimle kanı, dini, dili, kökü, tarihi ve kültürü aynı olan Türkmenleri ABD ordusu Kürtleri yanına alarak kırmaktadır ve gözler önün­de yapılan bu soykırımına her nedense mevcut Türk hükümeti (Erdoğan AKP hükümeti) sessiz kalmakta ve teslimiyetçilik göstermektedir. Bu bütün dün­ya ülkeleri tarafından Türkiye’nin acizliği olarak algılanmış ve halen bu şekil­de devam etmektedir. Tüm uluslar arası hukuk kurallarına da ters düşen bu olaya neden susuyoruz o da ayrı bir konu. Şu anda bölgede olanlara karşı Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm hukuk kurallarına esasen müdahale edip Ker­kük bölgesindeki Türkmenleri kurtarmak için her türlü meşru hakkı bulun­masına rağmen hükümet susmaktadır. Hayretle karşıladığım ve suskunluğu­mu koruyamadığım bir olaydır bu olay[15].

Öncelikle Avrupa Birliği’nin nasıl ortaya çıktığını incelemek gerekir. Avru­pa Birliği’nin tarihini son 50 seneye ve Fransa ile Almanya arasında imzala­nan kömür çelik antlaşmaları ve atom enerjisi birliğine dayandıranlar yanılgı içerisindedirler. Avrupacılığın fikir babaları tam 400 sene önce Avrupa’da böyle bir birlik kurulması gerektiğini söylemiş ve Avrupa Birliği için ilk adım­ları kendi fikirlerinin felsefesini oluşturarak atmışlardır. Bunu doğal olarak 2. Dünya savaşı sonrası gelişmeler izlemiştir. Almanya birinci ve ikinci Dün­ya savaşlarını kaybedince kendi yanlışını ve savaşları neden kaybettiğinin farkına varmıştır. Alman ırkının bütün ırklardan üstün olduğu varsayımını esas alan teze göre Almanlar bütün Avrupa’nın sahibidirler. Almanlar ikinci dünya savaşını kaybettikten sonra, artık 20. yüzyılın silahla, savaşla ve tanklarla galibiyet almak çağı olmadığını anladılar. Bu yüzden devamlı savaş halinde oldukları Fransa ile aralarındaki sorun bölge olan “Rur Bölgesindeki Kömür Rezervleri” için bir anlaşmaya vardılar. Bunu müteakiben Benelux bir­liği ve Avrupa’nın bugünkü bildiğimiz Avrupa Birliği hali gelmektedir.

Avrupa Birliği felsefesinin diğer nedenleri olarak toprakları Avrupa’ya ka­dar uzanan Osmanlı devletinden bir şekilde korunmak amacı da gütmektey­di. Bunun somut örnekleri olarak, 1. Dünya savaşı sonrası zayıf düşen Os­manlı’nın parçalanmasıdır. Almanya’nın dış politikası revizyonist dış politika teorisine dayanmaktadır ve hiçbir zaman Türk dış politikası gibi durağan ve statükocu olmamıştır. Bu yüzden her iki dünya savaşında Türkiye’ye çeşitli uydurma vaatler vermiş, bunun neticesinde Enver Paşa’nın Turancılık ideolojisini takip ederek büyük kayıplar vermesi olayı meydana gelmiştir. Türki­ye’ye verdiği tüm vaatlerin arkasında ise Türkiye’yi dolaylı yollardan kullana­rak, bölgede kendi otoritesini kurmaktır. Devletçilik siyasetini Prussiya (Prusya) impa­ratorluğundan alan Almanya, kendi tarihine sadık kalarak dede babalarının asırlarca kullandığı siyaseti takip etmiştir. Bugün bunun için Avrupa kurul­muştur ve Avrupa Birliği demek neredeyse yüzde 80 oranında Almanya de­mektir.

Diğer önemli etken ise Almanya’nın ve tüm Alman ırkının sanki genlerin­de mevcut olan milliyetçilik ruhundan kaynaklanmaktadır. Günümüz mo­dern dünyasına şöyle bir bakarsak, dünyanın ister ekonomik, askeri ve sos­yal, siyasal her alanda en güçlü devletlerini: ABD, Japonya, Almanya, Fran­sa, Rusya ve İsrail şeklinde sıralayabiliriz. Adı geçen devletlerin bugün atom bombasına, uzayda yüzlerce uydulara sahip ve dünyada sözü geçen devletler olduğunu biliyoruz.

Şimdi dünyada en fazla milliyetçi olan milliyetleri biraz tanıyalım. Sırala­ma yaparsak, bunlar başta Yahudi ırkı olmak üzere, Almanlar, Japonlar ve Ruslar, Fransızlar şeklinde bir sıralama göreceğiz. Amerika örneğinde ise ABD’de kısa süreli de olsa yaşamış birisi olarak dünyanın belki de en ırkçı ve milliyetçi olmaları kansına vardığımı söyleyebilirim. Bunu söyleyen yalnız ben değil, diğer bu konuda akademik araştırma yapmış otoriteler bile söylemektedirler ve bu konuda yüzlerce araştırma makaleleri bulunmaktadır. Fa­kat dünya kamuoyunca, nedense bu faktör biraz yanlış algılanmakta ve Amerikanların hiç de sanıldığı kadar milliyetçi olmadıkları düşüncesi mev­cut. Fakat gerçekler böyle değildir. Bunu ABD’de yaşayan herhangi bir Türk’e sorabilirsiniz. Bir 11 Eylül hadisesi vardır ki, bu olay sonrası tüm Amerikan­lar evlerinin önüne Amerikan bayrağı asmışlar ve olayın üzerinden 3 sene geçmesine rağmen Amerikalılar halen evleri önünden bu bayrakları çıkarma­mışlardır v.s. Gibi bir sürü örnek gösterebiliriz bu konunun ispatı için.

Sonuç olarak milliyetçi ekonomi politikası[16] izleyen devletlerin ekonomik kalkındıkları neticesine gelmekteyiz. Günümüz Almanya devletinin ikinci dünya savaşını kaybettikten sonra nasıl fakir bir hale geldiğini fakat milliyet­çi ruhlu alman halkının bu savaştan 50 yıl sonra dünyanın en güçlü 3. eko­nomisi olması ve Avrupa Birliğini tesis etmesi ve diğer ilerlemeler halinde is­pat edilebilir. Japonlar da kendi adet ve ananelerine sadık bir millettiler ve bunu hepimiz bilmekteyiz ki, bir Japon asla bir Avrupalı değildir ve Japonlar Asya kültürünü korumuş en sadık ırk sayılabilirler.

Şimdi gelelim bunların Türkiye ile olan ilişkilerine. Dikkat edersek, Avru­pa Türkiye karşısına 40 senedir çeşitli şartlar koymaktadır. Türkiye her defa­sında bunları yerine getirse de her defasında Avrupa yeni şartlar ileri sür­mektedir. Bugün ise mesele o yere varmıştır ki, Avrupa’nın Türkiye’nin önü­ne koyduğu şartlar artık bizim milli gururumuza zarar verecek bir nitelikte­dir[17].

Türkiye, Avrupa Birliği’ne girme sevdasından en kısa zamanda vazgeçme­lidir. Bunun yerine daha akılcı ve mantıklı projeler üretmelidir. Buna örnek, Türk Cumhuriyetleri ile kurulacak Turan Birliği ve uzun vadede İslam Dev­letleri Birliği olabilir. Avrupa Birliği, olmazsa olmaz değildir. Avrupa Birliği yerine başka alternatif birlikleri değerlendirmek zorundayız. Artı Avrupa ver­diği tüm şartları yapsak bile, yine bizi oraya almayacaktır. Arada yüzlerce farklılık içeren kriterler ve etmenler vardır. Din, dil, tarih, kültür v.s. gibi, saymakla bitmeyecek çok farklı faktörler bulunmaktadır. Avrupa Birliği, Tür­kiye’yi bu birliğe almak isteseydi, bunu yıllar önce yapardı. AB’nin amacı Türkiye’yi bu birliğe almaktan ziyade, siyasi oyunlar oynayarak, Türkiye’nin gelişme sürecinin karşısını almaktır.

  1. MİLLİYETÇİ EKONOMİ POLİTİKASININ MANEVİ DEĞERLERİ

Yöneltmek, “fedakâr nesiller yetiştirmek” demektir. Kendi arzularından, millî menfaat hesabına vazgeçmek; bir millî idealin “korkmaz, yılmaz, bık­maz” takipçisi olacak nesiller yetiştirmek demektir. Fedakârlık ne kadar fazla olursa, kalkınma hızına da o kadar çabuk ulaşılır. İşte “Japon mucizesi” budur. Özellikle savaş sonrası, Amerikan eğitim sistemiyle yetişen genç neslin, kültürden uzaklaştığını gören işverenler, üniversite mezunlarının işe alınabil­mesi için “Japon Maneviyât Eğitiminden geçmelerinin şart olduğu” görüşünde birleştiler[18].

Bir toplumun millet olabilmesi için maddî ve manevî birtakım değerlere ihtiyaç vardır. İşte, “kültür” toplumu millet hâline getiren bu maddî ve mane­vî değerler bütünüdür. Milliyetçilik, ise bireyin yer aldığı milletin varlığını sürdürmesi ve yüceltmesi için diğer bireylerle birlikte çalışmaya, bu çalışma­yı ve bilinci, diğer bireylerin de istifade edebileceği şekilde yansıtmaktır[19].

Milletlerin varlıklarını devam ettirmesi için “Kültür ve Milliyetçilik” kav­ramlarının önemi hiçbir zaman unutmamalıdır. Çünkü, milleti millet yapan değerler bu kavramların derinliklerinde gizlidir. Ne zaman ki bir millet kültür ve milliyet bilincini kaybederse, işte o zaman o milletin gelecekle ilgili sıkıntı­ları başlamış olur. Atatürk bu konuda 1923 yılında şu ifadeyi kullanmıştır.

“Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimi­zin dayanağı Türk toplumudur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluma dayanan Cumhuriyet de, o kadar kuvvetli olur.” Ata­türk’ün bu veciz ifadesinde de anlaşıldığı üzere, Cumhuriyetin ve Türk mille­tinin bekâsı bu değerlerin sağlam temeller üzerine inşa edilmesi ve sürdürül­mesi ile mümkündür.

Türk Ocakları Akademik Çalışma Grubu olarak amacımız, Türk Kültürü ve Milliyetçilik konusunda yukarıda belirtmeye çalıştığımız değerlerin korun­masında ve yaşatılmasında gerekli ilmî çalışmaları devam ettirmek, bu kav­ramların millet hafızasındaki yerini sağlamlaştırmaktır[20].

  1. KAPİTALİZM İLE MİLLİYETÇİ EKONOMİ POLİTİKASININ MUKAYESESİ

Özel teşebbüse ve kazanç yollarının aranması ilkesine dayanan ekonomik sistemdir. Kapitalizm, önce İngiltere’de, daha sonra Almanya ve Fransa’da ilk fabrikaların kurulmasıyla sonuçlanan XIX. yy. sanayi devrimine bağlanır. Fabrikaların kurulmasıyla bazı üretim kesimlerinde, sözgelimi dokuma sa­nayiinde, el emeği yerini makinelere bırakmış ve iflâsa sürüklenen el sanat­çısı ya yok olup gitmek ya da fabrikalarda işçilik yapmak zorunda kalmıştı. Kapitalist ekonominin başlıca özelliği, ticaret ve sanayiin örgütlenmesinde sermayenin (kapital) en büyük rolü oynaması ve bütün iktisadî etkinliklerde kazanç (kâr) amacının güdülmesidir. Sermaye, bankaya yatırılan ve faiz geti­ren paradır. Daha genel anlamda, herhangi bir üretime katkıda bulunan bü – tün mallar sermayedir: toprak, fabrikalar, hizmetler (ticarî işletmeler, banka­lar v.b.). Kazanç ise bu sermayenin işletilmesiyle sağlanan net kârdır. Kapita­list bir devlette her birey bir işletme kurabilir; üretim araçları, üretime emeği geçen bütün insanların değil, bu işletmede hisse sahibi olan belli sayıda ba­ğımsız kişinin ya da şirket halinde birleşmiş kişilerin malıdır. Devletin elinde bulunan kamu kesimine karşılık, özel teşebbüsün hüküm sürdüğü bu kesi­me «özel kesim» denilir.

Sermaye (kapital) ve kapitalizm kavramları zaman zaman eşanlamda, do­layısıyla yanlış kullanılır. Sermaye, insanların ihtiyaçlarını tek başına ve do­laysız olarak karşılamaz. Tüketiciler tarafından kullanılan malların üretimine yardımcı olur. Sermaye, insan veya doğa yapısı olabilir. Makineler, aletler, sa­nayi araçları, fabrika binaları, madenler, ekilebilir topraklar, ham ve yarı ma­mul mallar “sermaye” kavramının sadece birkaç örneğidir. Kısacası sermaye, üretim sürecinde kullanılan araçların tümüne verilen addır. Kapitalizm ise bu üretim araçları üzerinde bir mülkiyet, bir işletme biçimidir. Sermayenin özel mülkiyet altında bulunduğu (fertler ya da fertlerin birleşerek meydana getirdikleri şirketler olabilir) durumlarda, düzen “kapitalist” bir düzendir[21].

Sermaye özel ellerde olduğu zaman, o özel eller kullanış yer ve biçimleri üzerinde son söze sahiptirler. Özel sermaye sahipleri de sermayeyi kendi çı­karlarına uygun yer ve şekillerde kullanırlar. Demek ki, kapitalizmi şu şekil­de tanımlamak mümkündür: İnsan veya doğa yapısı sermayenin özel ellerde (özel mülkiyet altında) bulunduğu ve kişisel kazanç için kullanıldığı bir eko­nomik örgütlenme biçimidir. Dikkat edilmesi gereken nokta, sermayenin “varlık” ve onun üzerindeki “mülkiyet” biçiminin aynı anlama gelmediğidir: Yiyecek gibi, barınak gibi temel tüketim mallarının yapımına katılacak doğal kaynakların yokluğunda hiçbir toplum varolamaz; varolsa bile işleyemez. Ay­nı şekilde, insan yapısı araçlara, makinelere, sanayi cihazlarına sahip olma­yan ─hem de büyük miktarda sahip olmayan─ modern bir toplum düşünüle­mez. Ancak, bu sermaye mallarının mülkiyet, kullanış ve denetlenme şekille­ri ayrı olabilir. Kapitalizm, işte, bu şekillerden bir tanesidir. Kapitalizmin sa­vunucuları en iyi şeklin, en iyi düzenin bu olduğunu ileri sürerler. Kapitaliz­min karşısında olanlar ise diğer şekilleri savunurlar. İkisinin de anlaştığı nokta, sermayenin varlığının gerekli olduğudur.

Ayrı düştükleri nokta ise, sermaye üzerindeki mülkiyet biçiminin nasıl olacağıdır. Bir başka deyişle, sermayenin nerede ve nasıl kullanılacağı konu­sunda kararların kimler tarafından verileceğidir.

Özel mülkiyet: “Özel mülkiyet”, kapitalist ekonomilerin en önemli temel kurumlarındandır. Özel mülki yet kavramının anlamı kısaca şudur: Mal sa­hibine, sahibi olduğu mallar üzerinde tam bir denetleme ve kullanma yetkisi ve hakkı verilmesi, tanınan bu hakkın da toplum tarafından korunması. Da­ha kesin çizgilerle diyebiliriz ki, özel mülkiyet, değer taşıyan nesneleri alma, saklama, kullanma ve elden çıkarma hakkıdır. Ayrıca mal sahibine, malını bizzat kullanma hakkının yanı sıra, o malı başkalarının kullanabilmesi için gerekli şartları koyma yetkisi de verilmektedir. Zenginliğin birikimini ve ko­runmasını teşvik eden temel unsur, özel mülkiyet kurumudur. Bu koşulların devam etmesi halinde özel mülkiyet, kapitalist ekonomilerin en belirgin ve en etkili bir kurumu olmaya devam edecektir. Özel mülkiyet ortadan kalktığı za­man -ki böyle bir durumda ekonomik kararların kaynağı özel mülkiyet dışı bir kurum olacaktır- kapitalist düzen de varlığını yitirecektir.

Veraset: Genellikle özel mülkiyetin bir kesiti olarak görülen veraset, hiç değilse kuramsal bir açıdan bakıldığı zaman, ayrı bir incelemeyi gerektirmek­tedir. “Mal tevarüsü” ya da miras yoluyla mal edinme olarak da adlandırılabi­lecek bu kurumda iki ayrı hak dizisi görüyoruz: Bunlardan birincisi vasiyet etme hakkı, ikincisi de miras hakkıdır. Veraset kavramının buradaki kullanı­lışı her ikisini de kapsamına almaktadır.

Veraset kurumu kapitalizmin önemli temel taşlarından biridir; ortadan kalkması üretim malları mülkiyetinin tedrici bir şekilde kamulaştırılmasına yol açacaktır; zira gayet kesin bir şekilde zenginlik (sermaye) birikimini teşvik etmektedir. Fakat veraset hiçbir şekilde doğal bir kurum değildir. Veraset in­sanın mutlak ya da doğal hakları arasında görülemez. Özel mülkiyet gibi ve­raset hakkı da, toplum tarafından değişik biçim ve kalıplara sokulabilir; hat­tâ toplum tarafından insanlara tanınan haklar arasından da çıkarılabilir. Bu kurumlar insan yapısıdır. Nasıl kapitalist sistem doğal veya mutlak bir sis­tem değilse, kapitalizmi meydana getiren bu kurumlar da aynı şekilde mut­lak ya da doğal değildir; sadece sistemin (kapitalizm) doğasındadır. Bir başka deyişle, kapitalist düzen sürdükçe özel mülkiyet ve veraset kuramları da de­vam edecektir.

Özel teşebbüs (girişim) özgürlüğü: Teşebbüs özgürlüğü kapitalist eko­nomiler için büyük önem taşır. Müteşebbisin görevi, belirli mal ve hizmetle­rin piyasaya arz edilmesi için gerekli nitelik ve nicelikteki üretim araçlarının bir araya getirilmesi ve eşgüdüm içinde çalışmalarının sağlanmasıdır. Müte­şebbis, üretim araçlarının kiralanması, alınması üretimde kullanılmasında bir fayda görmediği sürece, o araçlar belirli alanlarda belirli şekillerde kulla­nılmayacaktır. Kapitalist düzenlerde müteşebbislere faydalı olabilecek alanla­rı bulup çıkarmak ve üretim araçlarını bu alanlarda kullanmak özgürlüğünü tanımak gereklidir. Üretim süreci bu şekilde yürütülmediği takdirde, kapita­list bir düzen altında başka türlü de yürütülemez. “Özel teşebbüs özgürlüğü” kapitalist ekonomilere özgü bir kurumdur.

Rekabet: Rekabetin sayısız biçim ve görünümleri de kapitalist ekonomik düzenlere damgasını vurmuştur. Rekabet kurumunun ilk ve en önemli göre­vi, kapitalizmin en önemli unsurlarından biri olan değer biçme süreci ile ilgi­lidir. Kapitalist ekonomilerde rekabet ya da serbest pazarlar ya da rekabet yoluyla fiyat belirlenmesi, kapitalist ekonominin diğer kurumlarıyla tutarlılık içindedir. Kapitalist ekonomilerin düzgün bir şekilde ve aksamadan işleyebil­mesi için bu fiyat belirlenmesi mekanizmasının da aksamadan ve düzgün bir şekilde işlemesi gerekir. Kapitalist ekonomilerde rekabetin en önemli görevle­rinden biri, mal üretiminde yüksek verimlilik (etkenlik) sağlamak ve ulaşılan bu verimlilik düzeyini korumak ve geliştirmektir. Yüksek verimliliğin (etken­lik) oluşumunu sağlayacak kuvvet ve kurumların yokluğunda, hiçbir ekono­mik örgütlenme biçiminin uzun ömürlü olması beklenemez.

Kâr amacı: Kâr güdüsünün kapitalist ekonomilerdeki yerini ve görevleri­ni değişik şekillerde anlatmak mümkündür. Bir açıdan bakarsak diyebiliriz ki, kâr güdüsü, kapitalist ekonomilerin merkezî denetim organı dır; kapitalist ekonomileri fiilen yöneten kişi veya kuruluşların bulunması, düzenin özü ba­kımından, imkânsızdır. Kâr güdüsünün, müteşebbisi, üretim araçlarını en verimli üretim süreçlerinde kullanmak üzere harekete geçirmesi beklenir. Bu kâr güdüsü, müteşebbisi üretim araçlarını daha az önemli olan yerlerden da­ha önemli olanlarına aktarması için uyanık tutar. Bir başka deyişle, yüksek bir uzmanlaşma düzeyine ulaşmış ekonomilerde, kâr güdüsü eşgüdümü sağ­layacak bir araç olarak çalışır. Buna ek olarak müteşebbisi gerçekten müte­şebbis olmaya âdeta zorlar. Bunu yapmakla da yetinmez; gelir fazlası olasılı­ğının dalma bulunması sayesinde, teşebbüs hizmetleri yapmasını da sağlar. Sonuçları önceden kestirilemeyecek tehlikelerin göze alınması da bu kuru­mun bir parçasıdır. Kar güdüsü teşebbüs kararlarının denetimini yapar. Te­şebbüs unsurunun ana kaynağı olması bakımından, kolaylıkla kapitalizmin kilit kurumu olarak nitelenebilir.

  1. MİLLİYETÇİLİK HAKKINDA ÖNE SÜRÜLEN FİKİRLER

Bu son bölümde Milliyetçilik, Milli Ekonomi Doktrini, MEP hakkında çe­şitli bilim adamları ve aydınların görüşlerine yer verilmektedir. Eleştirici veya övgücü, her türlü görüşe yer verilmiştir. Görüşler tamamen yorum yapan ki­şilerin şahsi fikirleri olduğu dolayısıyla yorumu yapan kişileri doğrudan bağ­lamaktadır. Okuyucunun konular hakkında kıyaslama yapabilmesi amacıyla bu görüşlere yer vermeyi uygun bildim.

Milliyetçi elit, resmi ideolojinin vatan milliyetçiliğinin ötesine geçen bir milliyetçilik modelini savunmaktadır. Türklerin tarihi vatanı olarak kabul et­tikleri bölgelerle işbirliğini ve hatta entegrasyonu desteklemektedir. Pan-Tür- kizm’in ilk savunucuları, Doğu’nun Osmanlı İmparatorluğu’nun yeniden in­şası için önemli fırsatlar sağladığını iddia etmişlerdir. Geniş bir tanımla Pan- Türkist ideolojiye göre, Anadolu’dan Asya’ya Türkçe konuşan insanların hep­si tek bir ulustur. Milliyetçi dış politikayı daha iyi kavrayabilmek için, Türk toplumunun milliyetçi kitlesi arasında en popüler parti olan Milliyetçi Hare­ket Partisi’ne (MHP) bakmak yararlı olacaktır. Türkiye’de bu partiye olan des­tek artarak devam etmiş ve 1999 parlamento seçimlerinden sonra koalisyon ortağı durumuna gelmiştir. Dış politika konusunda MHP, Türkiye’nin Kürt politikasında herhangi bir imtiyaz vermemek için elinden gelen çabayı gös­termektedir. Nitekim Ağustos 2002’de kabul edilen Avrupa Birliği uyum ya­salarından Kürtçe eğitimin serbest bırakılması ve idam cezasının kaldırılma­sına Kürt ayrılıkçılığının şiddetleneceği ve hapiste bulunan PKK lideri Abdul­lah Öcalan’ın idam cezasından kurtulacağı çekinceleri ile aleyhte tavır almış­lardır[22].

Ortadoğu coğrafyası Türkiye’nin çıkarları için önemlidir ve bölgede statü­konun korunması taraftarıdırlar. Bu bağlamda İsrail ile ilişkileri destekle­mektedirler. Amerika’da Türkiye karşıtı Ermeni diasporasının faaliyetlerini dengeleyebilmek için önemli rol oynadığı düşünülen Siyonist lobinin yardımı Türk milliyetçilerini İsrail ile ilişkileri sıcak tutmaya yönlendiren sebepler arasındadır. Irak konusunda oldukça şahin bir tavır takınılmakta ve Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurulması savaş sebebi sayılmaktadır. MHP aynı za­manda Türkiye’yi kuşatan bölgelerde stratejik ittifaklar kurmayı desteklemektedir. Bunlar arasında Kafkaslar, Ortadoğu ülkeleri, Balkanlar ile kuru­lan dostluk ve işbirliği anlaşmaları ve Türkiye, Ürdün, İsrail, Mısır, ve Filistin arasında kurulacak Doğu Akdeniz ittifakı sayılabilir. Bu ittifaklara ek olarak MHP, yeni tesis edilen Türk dünyası ile ilişkileri geliştirmekten sorumlu bir bakanlık aracılığıyla Türk cumhuriyetleri ile ilişkileri geliştirmeye çalışmıştır.

Türk milliyetçiliğinin, iktidar ortağı olduğu dönemde dış politika hedefle­rine ulaşamaması ve temel dış politika sorunlarında sadece karşıt tepkisel tavırlar alması, dönemsel değil önemli yapısal sorunların ürünüdür. İzlenen dış politika geniş kitleleri dışarıda bırakan, önemli sorunları kendi bağlamla­rından kopararak iç politik fay hatlarına dönüştüren, sonuçta ise kendini marjinalleştiren bir seyir izlemiştir. Türk milliyetçilerinin hedefi, ülke çıkarla­rını gözetmektir ve bu süreç oldukça esnek, dünya realiteleri ile uyumlu, aşı­rı ideolojik ve keskin tavır alışlardan uzak, uzun dönemli stratejiler ve bu stratejilerle uyumlu politikaların ortaya konmasını şart koşmaktadır. Öte yandan dış politikanın iç bağlamı çok önemlidir. Türk milliyetçiliği ülke men­faatlerini gözeten hiçbir grup ya da oluşumu dışlamamalı ve ülke menfaatleri kavramının oldukça farklı anlamlarla ortaya konulabileceğinin farkında ol­malıdır. Bu hassasiyet, peşi sıra dış politikanın bürokratik-otoriter bağlamın­dan koparılarak toplumsal taleplerle irtibatlandırılmasını getirecektir.

Türk milliyetçiliğinin dış politika kimliğinin tehdit ve güven algılamaları bölgesel ve global realitelerle çelişmemelidir. Öncelikle Türkiye’deki mevcut dış politika ile milliyetçi algılamalar arasındaki fark kapanmalıdır. Avrupa Birliği sürecini sürdüren dış politika eliti, bu ülkenin diplomasisinin unsur­larıdır ve milliyetçiler bunu tümden ihanet olarak algılama yanılgısı içinde olamazlar. Ayrıca MHP tabanı üzerinde yapılan anketlerde parti tabanının AB’ye desteği artmaktadır. Milliyetçi elit, Türk milliyetçiliğinin Türk insanının milliyetçiliği olduğu ve toplumsal taleplerle yeniden şekillenebileceği gerçeğini göz ardı etmemeli, topluma daha empatik bakamamanın bedeline girmemeli­dir.

Dış politikada vizyonsuzluk, bölgesel dış politika ve Avrasyacılık düşünce­sini öne çıkarmaktadır. Vizyon eksikliği üçüncü dünyacı ve anakronistik sol­cu dış politika algılamalarını gündeme getirmektedir. Ancak bu düşünceler ne kadar makyajlanırsa makyajlansın milliyetçilerin uzun dönemli benimse- yemeyecekleri ve asla layık olmadıkları sorunlu yaklaşımlardır. Türk milliyet­çiliğinin dış politikası artık yanlış jeo-politik okumalar ve “coğrafya kirası” gi­bi kavramların üzerinde şekillenmemelidir.

Avrupa Birliği’ne giriş sürecini Türkiye’nin federe devlete dönüştürülerek bölünmesi tarzında okumalar, önemli bir özgüven eksikliğini ve ülkenin sa­hip olduğu dinamizmi göz ardı etmektedir. Farklı uluslararası bölge ve olu­şumları ele alıp bunları bir fay hattının iki ucuna koyarak zıtlıklar üzerinden dış politika yapmak, zamanın dışına çıkmak demektir. İç politik ortamda an­lam ifade eden bu çatışmalar, ne yazık kİ dış politika oluşum sürecinde bir mana ifade etmemektedir. 21. yüzyılın ilk yıllarında yeni kızıl elma demokra­tikleşme, siyasal ve ekonomik istikrar ve kalkınma olmak zorundadır. Jeopo­litiğin yerini jeo-yönetime, izolasyonun yerini entegrasyona bıraktığı bir dün­yada milliyetçi dış politika aktif ve katılımcı olmalıdır.

Türkiye’yi köprü değil köprüler kuran bir ülke olarak algılayan, dar-sınırlı coğrafyaları değil güçlü-müreffeh bir Türkiye’yi kızıl elma olarak gören, top­lumsal talepler ve kültür-medeniyet süzgecinden geçirilen uluslararası norm­lara dayalı bir dış politika, Türkiye’ye yakışanıdır. Bulunduğumuz coğrafya, yakın ve uzağımızda çıkarlarımız olan ülkeler, uluslararası bölgeler, havzalar, özgüveni yüksek ve modern-başarılı örneklerinde görülen altyapı ile yeniden yorumlanmalıdır. Son dönemde sayıları çok sınırlı olsa da ümit verici araştır­ma kurumları çok geniş bir kulvarda bağımsız tartışma ortamları oluştur­muşlardır. Bu kurumların sayısının artması entelektüel bir zenginlik ortaya koyarak, dış politika üretim sürecinde olumlu katkılar yapacaktır. Yeni milli­yetçi anlayış ile ortaya konacak dış politika ülkenin ufkunu genişletecektir[23].

  1. yüzyılın başlarındaki dünya savaşları da bu askeri yapıyı desteklemiş ve güçlendirmiştir. I. Dünya Savaşı ile birlikte ideolojik ulus-devlet kavramı tüm ülkeleri etkisi altına almıştır. Bu dönemde, devletin gücünü artırmak ve ülke sınırları içinde yaşayan toplumu bir arada tutmak için, bir ulusal kimlik yaratma olgusu önem kazanmıştır. Dolayısıyla milliyetçilik önem kazanmış, ülkelerarası ekonomik, kültürel ve sosyal etkileşimler azalmıştır. Ulus-devlet- lerin ve milliyetçiliğin güç kazanması ile devletler, eğitim politikaları, dil ve din politikaları, iletişim vs. üzerinde sıkı kontrol kurmaya başlamışlardır. Bir başka deyişle ulus-devletler kültürün küreselleşmesine engel olmuşlardır.

1913 yılından itibaren, o ana kadar dünya ölçeğinde yayılmakta olan tica­ret ilişkileri zayıflamıştır. Savaş sebebiyle ve dolayısıyla ticarete getirilen kı­sıtlamalar, kotalar ve artan gümrük kontrolleri nedeniyle ticaret ters yönde etkilenmiş ve ülkeler arasındaki sınırlar ayırıcı birer duvar olmuşlardır. Bu­nunla birlikte, savaş tehdidi, devleti toplum karşısında güçlendirmiştir. 2. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar süren bu dönemde, demokrasi, insan hakla­rı, sivil toplumun gelişimi gibi kavramlar ideolojik ulus-devletlerin hegemo- nik baskısı altında kalmışlardır. Bu hegemonya da toplumların dinamik ya­pılarının ortaya çıkmasına ve harekete geçmesine engel olmuştur. I. Dünya Savaşı’ndan sonra 1930’lara gelindiğinde, devletin ekonomik ve sosyal alan­daki rolünü güçlendiren bir başka küresel olay da 1930’ların ekonomik krizi olmuştur. Ekonomik kriz ve kriz yılları ülkelerin liberalleşme politikalarına sekte vurmuş ve ekonomide ve diğer sosyal politikalarda devlet müdahalesini daha büyük ölçüde yeniden gündeme getirmiştir. Devletler bu süreçte pek çok alanda mutlak egemen ve baskın konuma gelmişlerdir. Ülkeler bu kriz­den çıkmanın yollarını ararken, krizi aşmada ekonomik önlemler yanında politik önlemlerin de alınması gereğini kabullenmişlerdir. Sovyetler Birliği’nin krizden etkilenmeden çıkması ve dünya ticareti içindeki payını artırması bu­nalımdan etkilenen ülkelerde sosyalizmin ve komünizmin yükselmesine ne­den olmuştur.

Bu süreçte ülkeler içe kapalı politikalar izlemişler, krizi aşmak için ulus­lararası bir düzenleme sistemi oluşturulamamıştır. 1930’lardaki kriz yılları­nın yarattığı siyasi ve sosyal ortam, II. Dünya Savaşı’na giden yolu açmıştır. Böyle bir ortamda çıkan II. Dünya Savaşı da, siyasal ve ekonomik buhranla­rın devam etmesine neden olmuştur[24].

Milliyetçi, muhafazakar, sosyal adaletçi ve serbest piyasa ekonomisini sa­vunan bir felsefe üzerine kurulduğunu belirten ANAP, programına küresel­leşmenin toplumlar üzerindeki değiştirici etkilerinin kabulü ile başlayarak, siyasetin görevinin de küreselleşmenin her alandaki zararlarının giderilerek benimsenmesine yol açacak ve yerel değerleri geliştirip küreselle eklemlen­mesini sağlayacak mekanizmaları oluşturmak olduğunu vurgulamaktadır. ANAP’ın siyasi yaklaşımının merkezinde özgür birey, adaletçi toplum ve reka­betçi ekonomi yer almaktadır. ANAP politikalarının ana unsurları arasında yer alan, bireysel hak ve özgürlüklere saygı, sivil toplum dinamiklerinin geliş­tirilmesi, insan merkezli gelişme, çağdaş demokrasi anlayışının yerle ştirilme- si şeffaf ve etkin devlet, bürokrasinin sınırlandırılması gibi liberal ilkelerin yanı sıra, gelir dağılımındaki adaletsizliğin, işsizliğin ve yoksulluğun toplum­sal sorunlarına vurgu yapılarak, işsizlik ve yoksullukla mücadele, adil gelir dağılımı, temel öğrenimde devlet desteğinin yaygınlaştırılması, eğitimde fırsat eşitliği, toplumun bütün kesimlerini kucaklayan bir sosyal güvenlik sistemi, kadın-erkek eşitliğinin her alanda sağlanması, kadınların, gençlerin, engelli­lerin ve yaşlıların toplumsal ihtiyaçlarına duyarlılık, yaşanabilir çevre politi­kaları gibi sosyal politikalara da aynı önemde yer verilmektedir. ANAP bu an­layışı, ekonomik liberalizmle sosyal adaletçiliğin, bireyin özgürlük alanı ile kamusal çıkarların ideal şekilde buluşması olarak değerlendirmektedir. AB üyeliğini dış politikasının merkezine alan, bununla birlikte Avrasya’da yön­lendirici, Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’da lider ülke anlayışına uygun aktif bir dış politika hedefleyen bir anlayış yansıtılmaktadır.

Milliyetçiliğin barışçı ve medenî bir toplum hayatının gerekleriyle uyuşma­sının neredeyse imkânsız olduğunu teorik kanıtlarla açıklamak hiç de zor değildir. Ama bizim bunu anlamamız için öyle teorik tahlillere pek ihtiyacı­mız yok gibi. Çünkü, Türkiye’de özellikle son zamanlarda olup bitenler bu­nun böyle olduğunu adeta bağıra bağıra söylüyor. Bu durum milliyetçiliğin tehlikelerini, lafı eğip bükmeden ve dolambaçlı anlatımlara başvurmadan, dosdoğru bir şekilde dile getirmeyi kaçınılmaz bir ahlakî görev haline getir­miştir. Çünkü, birçok ulusal meselede milliyetçiliğe yapılan atıflar tam bir hezeyan halini almıştır. Genelin iyiliğini, bilinçlerine kazınmış milliyetçi mit­lere ve hayallere kurban edecek kadar kendi “millet”inin veya “ulus”unun ka­derine kayıtsızlaşan milliyetçi hezeyanın hükümferman olduğu zamanlarda yaşıyoruz. Bir örnek olarak, Kıbrıs meselesinin sözde tartışılma biçimini ha­tırlayınız. “Kıbrıs’ı satmak”, “şerefsizlik”, “hainlik”, “bilmem kimin çocukları” türünden adamakıllı ölçüyü kaçırmış isnat, itham ve küfürlerle yoğrulmuş bir karalama edebiyatının milliyetçiler arasında nasıl da rağbet gördüğüne hepimiz tanık değil miyiz?… “Ölçüyü kaçırmış” dediysem, salim akılla düşü­nenlerin ölçüsünü kastettiğimdendir. Yoksa, milliyetçiliğin “ölçüsü”nün zaten bu olduğunu bilmiyor değilim. Milliyetçi safsatanın esiri olmak için, ilk ba­kışta zannedilebileceğinin aksine, cahil olmak da gerekmiyor. Tahsilli, dünya görmüş, “hatta profesör olmuş” kişiler bile bu akıntıya kapılabilir. İşte en son örneği: İstanbul Üniversitesi’nin üstelik de tabip olan rektörü “Güneydoğu’da 25 bin şehit verdik, bir 45 bin daha, 100 bin daha şehit verir, Kıbrıs’ı da alı­rız, Yunanistan’ı da!” buyurmuşlar. Adamdaki şu rahatlığa bakınız: Sanki in­sanlardan değil de sayılardan bahsediyor! Böylesine irrasyonel ve “bilim-dışı” bir söylemi bir bilim adamına yakıştıran var mıdır bilmem[25].

Herhalde biliyorsunuz, medeni dünyada anayasasında devleti “milliyetçi” olarak tanımlayan tek ülke Türkiye’dir. Ayrıca, milliyetçilik Anayasa’nın diba­cesinde de sıkça tekrarlanan bir temadır… Bir kişinin, hatta bir siyasi parti­nin değil, bir devletin “milliyetçi” olmasının nasıl bir şey olabileceği üstünde bilmem hiç düşündünüz mü? Ben insanı bundan daha fazla dehşete düşüre­bilecek şeyleri hayal etmekte doğrusu zorlanıyorum. Milliyetçilik öyle bir illet ki bulaştığı her ideolojiyi de yozlaştırıyor. Özellikle Türkiye’deki sosyalizmin ve İslâmcılığın durumuna bakınız. Bunu söylemekle, elbette milliyetçilikten arınmış bir sosyalizmi tezkiye etmek veya sosyalizmle milliyetçiliğin büsbü­tün bağdaşmaz olduklarını söylemek istemiyorum. Ama şu da bir gerçek ki sadece Türkiye’de değil, dünyanın başka yerlerinde de sosyalizmin en kari- katürize biçimleri milliyetçilikle harmanlanmış olanlarıdır. Öte yandan İs- lâmcı söyleme bir bakınız: Bugün İslâmcılar’ın çoğunluğunun savundukları fikriyatın özünde saf milliyetçilerinki kadar milliyetçi olması İslâm’ın evrenselci mesajı adına ne hazin bir tecellidir! Şunu çok net görmeliyiz: Milliyetçi­lik, kimi milliyetçilerin iddia ettiği gibi, “milletini sevmekle veya milletinden yana olmakla, onun çıkarını gözetmekle tanımlanabilecek bir şey değildir. Bu kabil hassasiyetler ne milliyetçiliğe özgüdür ne de bunlar onu başka ideolojik pozisyonlardan ayırt eden özelliklerdir. Tarih de göstermektedir ki, milliyetçi saplantılar, sözde kayrılmak istenen milletlerin kendilerine büyük zararlar vermiştir. Onun için, bu gibi sloganların asıl işlevi, milliyetçilerin, kendileri gibi düşünmeyenleri hain olarak yaftalamalarını kolaylaştırmaktır[26].

Milliyetçiler, bir de, kendi milliyetçiliklerinin sözde haklılığının kanıtı ola­rak başka toplumların milliyetçiliklerini örnek verme alışkanlığındadırlar. Böylelikle demek isterler ki, doğal ve normal olan milliyetçiliktir, milliyetçi ol­mamak ise anormaldir. Oysa, tam da onların kanıt diye getirdikleri şey milli­yetçiliğin yanlışlığını teyit eden en önemli kanıtlardan biridir. Öyle ya, demek ki, dünya barışı bütün toplumların kendi çıkarlarını başkalarının zararında görmekten vazgeçmelerini gerektiriyormuş. Son olarak, şu “Atatürk milliyetçiliği”ni başka milliyetçiliklerden ayırma aldatmacasından da vaz geçsek iyi olacak. Resmi söyleme ve akademik neşriyata (anayasa hukuku kitapları da­hil) bakarsanız, “Atatürk milliyetçiliği” bildik anlamda bir milliyetçilik değil­dir. Demek istiyorlar ki, “Atatürk milliyetçiliği” ırkçı, şövenist ve irredantist olmayan, daha “medenî” bir milliyetçiliktir. Oysa, gerçekte Atatürk milliyetçi­liği de bir milliyetçiliktir, Türk milliyetçiliğidir. Kimi nüanslarına rağmen, onun ne teorisini ne de pratiğini bildik anlamda milliyetçilikten büsbütün ayırmak mümkündür[27].

İletişimle birlikte ulusal sınırların aşılması olumlu ve olumsuz süreçleri insanlığa dayatmış bulunmaktadır. Önemli olan, yoksul ülkeler ile zengin ül­keler arasında gittikçe açılan farkı ve çok uluslu tekellerin insanlığın tümü üzerindeki hakimiyetini ve bilgi ile haberleşmeyi tekeline alan zengin ülkeler­le çok uluslu sermayenin dünya üzerindeki egemenliğini kırmaktır. CTP bu yüzden bölgesel ve dünya çerçevesinde gelişen ekonomik ve siyasi birliklere olumlu yaklaşırken, bu sürecin belli güçlerin hakimiyetinde gelişmemesi için gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin halklarının enternasyonal işbirliğine büyük önem verir.

Bu süreçte, bölgesel, kıtasal birlikler gelişirken, gerek ayrılıkçı milliyetçili­ğin, gerekse hegemonyacı milliyetçiliğin dünya halklarına taşıdığı felakete karşı ciddiyetle mücadele edilmesine inanmaktadır. CTP, ulusal ve toplumsal özellik ve değerlerin, evrensel insani değerlerle gelişip güçlenmesini arzular­ken, uluslararası güvenliğin ABD’nin tek başına belirleyiciliğine karşıdır. Bu yüzden BM’nin yeniden ve demokratik yapılanmasını savururken, tüm dün­ya halklarının tek kutuplu bir yapılanmanın ekonomik, kültürel, sosyal ve siyasal yapılanmasına karşıdır.

CTP emeğin ve insanın özgür olacağı savaşsız ve sömürüsüz bir dünyaya ulaşmak için, yerel ve evrensel bağlamda sosyalizmin evrensel değerleri ile mücadele verilmesini savunur. Kıbrıs’ta bir çözümle birlikte AB üyeliğini öngören CTP, toplumumuzun ve tüm Kıbrıs’ın demokrasi, insan hakları ve sos­yal adalete dayanan bir toplumsal düzene kavuşması için mücadelesini sür­dürme kararlılığındadır.

1970’li yılların başında Bretton Woods sisteminin çökmesi ile beraber, ulusal ve uluslararası ekonomik ilişkilerde köklü değişikliklerin yaşandığı ye­ni bir döneme girilmiştir. Ekonomik istikrarsızlıklar/dalgalanmalar, liberalizasyon hareketleri, piyasalar arasındaki bölünmüşlüklerin ulusal ve uluslar­arası düzeyde ortadan kalkarak daha rekabetçi bir yapıya oturması ve kay­nak dağılımının daha rasyonel hale gelmesi ile teknoloji ve iletişim alanların­da sağlanan muazzam gelişmeler sayesinde finansal piyasaların işlem hacim­lerinin artması ve kullanılan finansal ürünlerin çeşitlenmesi bu dönemin en temel özellikleri olarak ortaya çıkmıştır. Bu dönemde makro düzeyde, ulus­lararası finansal sistemde yer alan ülkelerle ilgili, piyasa katılımcılarının ka­rarlarını etkileyebilecek her tür verinin yine tam ve zamanında ilan edilmesi ile uluslararası düzeyde yaşanacak krizleri önleyecek yapılanmaların varlığı önem taşımaktadır.

Son otuz yıl içinde, özellikle gelişmiş ülkelerin başı çektiği ülkelerde yaşa­nan liberalizasyon ve onun sonucunda sınır ötesi sermaye hareketlerine geti­rilmiş olan sınırlamalar azalmış ve sonuçta küresel anlamda piyasa bölün­müşlüğü ortadan kalkarak uluslararası finansal sistem adeta tam bir Pazar gibi işlemeye başlamıştır. Bu gelişme finansal entegrasyon olarak adlandırıl­maktadır. Bu sistemin en önemli aktörleri de IMF ve Dünya Bankasıdır. Ül­keler için şu anda önemli olan bu finansal entegrasyonu sağlıklı bir şekilde sağlayabilmektir. Ulusal ölçekte oluşturulan/oluşturulacak politikaların da bu küresel/bölgesel sistemlere entegrasyona bağlı olarak şekillendirildiği gö­rülmektedir. Bununla birlikte, bu finansal entegrasyon sisteminin bir ayağı da kamu-özel sektör ortaklıklarının geliştirilmesidir. Ekonomik büyüme ve kalkınmanın kamu ve özel sektör arasındaki güçlü ilişkiye bağlı olarak sağ­lanabileceği düşüncesi savunularak, bu tür ortaklıklar teşvik edilmektedir. Bu iki sektör arasındaki değişen ilişkiler piyasa şartlarının baskın olduğu bir sistemi önermektedir. Böyle bir sistemde, devletin esas yatırımı, iç ve dış gü­venliğe, savunmaya, bazı temel servislerin sunumuna ve eğitime yönelik ola­caktır.

Uluslararası ölçekteki ikinci ilgi alanı ise sosyal ve insani gelişmedir. Sos­yal ve insani gelişmeyi teşvik eden en önemli aktörler Birleşmiş Milletler ve bağlı kurumlandır. Bu kavram ile, günümüzde ülkelerin, politik, sosyal, eko­nomik ve kültürel yapılarını derinden etkileyen hızlı değişimlerle karşı karşı­ya kalması durumunda, bu değişimlerin fırsata çevrilmesi için en iyi yolun insan kaynakları gelişimi ve toplumsal gelişim olduğu savunulmaktadır. Dünyanın karşı karşıya olduğu değişimler sonucu oluşan ekonomik, sosyal ve politik eşitsizlikler, ekonomik büyüme ve insan gelişimi üzerinde yavaşla­tıcı etkiye sahiptir. Yüksek oranlardaki fakirlik, gelir dağılımındaki dengesiz­lik ve değişik marjinal kesimler (kadınlar, gençler, çocuklar, farklı dini ve et­nik kimlikler) ile belirlenen sosyo-ekonomik bölünmüşlük, ülkelerin yeni ge­lişmeleri yakalama kabiliyetini zayıflatmaktadır. Bu politikaya göre, küresel­leşme ve liberalleşmenin etkilerinden faydalanabilmek ancak insan gelişmiş­liği ile mümkündür. Burada devletin rolü, tüm vatandaşları için ülke olanak­larından eşit faydalanmayı sağlayarak demokratikleşme projesini hayata ge­çirmektir. Demokratikleşme projesinin en önemli İki noktası ise sivil toplum katılımı ve özel sektörün güçlenmesidir. Bu iki gelişme toplumsal bağları kuvvetlendirecek ve insan gelişmesini destekleyecektir. Bunlara ilaveten dev­letin eğitim, sağlık gibi bazı temel toplumsal hizmetlerdeki müdahaleleri ise onun temel rolü olacaktır.

Sosyal ve insani gelişme politikası, kalkınmayı ve gelişmeyi sadece toplam üretim ve kişi başına ortalama gelir gibi göstergelerle ölçmenin yeterli olma­dığını vurgulamaktadır. Bunun yerine, bu tür göstergelerin insanların insani fonksiyonlarını yerine getirmedeki rolü düşünülmelidir. Devletin bu çerçeve­deki rolü, insanların iyiye yönelik seçmelerini gerçekleştirebilecek olgunluğa erişmelerini sağlayacak maddi ve sosyal imkanları sunmaktır. İnsan ancak bu imkanlar sağlandıktan sonra özgür olabilir.

SONUÇ VE ÖNERİLER

Milliyetçi Ekonomi Politikası şimdiye kadar Türkiye’de hiçbir bilimsel lite­ratürde rastlamadığım ve tamamen yeni bir fikirdir. Somut örnekleri Japon­ya, Almanya ve İsrail devletlerinin kurulması ve bugünkü güçlü ekonomiye sahip olmalarında görülmektedir. Vardığım sonuca göre MEP projesi Türki­ye’de de uygulanmalıdır.

İkinci Dünya Savaşı sonrası mağlup iki Japonya ve Almanya devleti eko­nomilerindeki yükselişi sadece MEP projesine borçludurlar. Milliyetçi felsefe­nin ekonomi alanına uygulanması sonucu meydana gelen MEP projesi uygu­lanmadan da ekonomik kalkınma mümkündür. Fakat bunlar emperyalarda görülmektedir. Şu anda ABD dünyada kendi imparatorluğunu ilan ederek, Afganistan ve Irak’ı işgal etmiştir. ABD’de mecburi askerlik uygulaması bu­lunmamaktadır. Ama MEP projesini kısmen ekonomisi ve dış siyaset belirle­mede uygulayarak ABD bugün hem ekonomik olarak hem de askeri olarak dünyanın tek süper gücüdür. Ekonomik olarak tam dünya egemenliğini ilan eden ABD’nin GSMH’sı bugün 11 trilyon doları bulmaktadır. Askeri alanda ise tamamen olmasa da Rusya ile hemen hemen aynı güce sahip bir güçtür bugün ABD askeri alanda.

Türkiye de MEP projesine uymalıdır. Somut olarak Türkiye kendi uzay is­tasyonunu kurmalıdır, kendi atom bombasını hazırlamalıdır, uzaya uyduları­nı fırlatmalıdır. Bugün Türkiye Türksat uydusunu Fransa’daki üsten fırlat­mış ve Fransa imparatorluğuna tonlarca para ödemiştir. Türkiye bu alana MEP projesini uygularsa kendi uzay istasyonunu kurup kendi uydusunu ve roket araştırmalarını kendisi yapar. MEP projesi kapsamında gerekirse Tür­kiye teknoloji casusluğuna bile büyük bütçeler ayırmalıdır. Çünkü bazı bü­yük devletler uzay istasyonunun ve atom bombası teknolojisinin sadece ken­dilerinde olmalarını istemektedirler. Türkiye ise ekonomik olarak bunları elde etme gücünde değilse Machiavelli’nin felsefesi olan “devletin ve milletin çıkar­ları için her yol mübahtır” uygulaması gereği, teknoloji casusluğu veya ben­zeri diğer yollara da başvurarak dünyada süper güç olmak için adımlar at­malıdır. MEP projesi devamlı dış emperyal güçler tarafından sömürülmek ve köleleşmek yerine bağımsız, müstakil ve Milli bir ekonomi doktrinini savun­maktadır.

KAYNAKÇA

  • Kitaplar:

Dağı, Zeynep; Rusya’nın Dönüşümü: Kimlik, Milliyetçilik ve Dış Politika, Bo­yut Kitapları, 1. Baskı, İstanbul, 2002.

Gumilev, Lev Nikolayeviç; Geografiya Etnosa, V İstoricheskiy Period, Nauka Yayınları, Sankt-Peterburg, 1990, L. N. Gumilev; Recenzent: Lihaçev, D.S.; Lavrov, S., B.

Lewıs, Bernard; Modern Türkiye’nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu Yayınla­rı, 6. Baskı, Ankara, 1996.

Mütercimler, Erol; 21. Yüzyıl ve Türkiye, Yüksek Strateji Yayınları, İstan­bul, 1997.

Netcheolodon, General; Rus İhtilali ve Yahudiler, Sebil Yayınevi Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1996.

Özkırımlı, Umut; Milliyetçilik Kuramları: Eleştirel Bir Bakış, Sarmal Yayın­evi Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 1999.

Raşid, Ahmed; Orta Asya’nın Dirilişi: İslam mı, Milliyetçilik mi?, Cep Kitap­ları Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 1996.

Resulzade, Mehmet Emin; Bir Türk Milliyetçisinin Stalin’le İhtilal Hatıraları, Hazırlayan: Sebahattin Şimşir, Turan Yayıncılık, İstanbul, 1997.

Rohlen, P. Thomas; Japonya’da Maneviyat Eğitimi, Çev. Yazgan, Turan, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 1987.

Sander, Oral; Siyasi Tarih 1918-1994, İmge Kitabevi Yayınları, 7. Baskı, Ankara, 1998.

Smith, Anthony D.; Milli Kimlik, İletişim Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1999.

Şakir, Ziya; Mezhepler Tarihi. Şiilik-Sünnilik, Alevilik-Kızılbaşlık Nedir ve Nasıl Çıktı?, Naci Kasım, İstanbul Maarif Kütüphanesi ve Matbaası Anonim Şirketi, İstanbul, 1996.

Zürcher, Erik Jan; Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1996.

  • Makaleler:

Alp, Ali; “Uluslararası Finansal Sistemin Yeni Mimarisi”, İşletme ve Fi- nans Dergisi, Yıl: 14, Sayı: 157, Nisan 1999, Ankara.

Aslan, Y.; “Yeni Jeopolitik Türk Kuşağı ve Türkiye”, Yeni Türkiye, Sayı: 15, 1997, Ankara.

Behar, B.; “Milliyetçilik Teorileri, Avrasya’da Siyaset ve İlişkiler”, Türkiye Günlüğü, Sayı: 50, 1998, Ankara.

Erdoğan, Mustafa; “Milliyetçi Hezeyan”, Tercüman, 29/03/04; Hacettepe Üniversitesi.

Held, David; “Democracy And The Global Order: From The Modern State To Cosmopolitan Governance”, Polity And Stanford University Press, 1999, London.

  • İnternet Kaynakları:

http://www.academical.org; 1 Ocak 2005. http://www.avsam.org; 25 Aralık 2004.

http://www.aydinlanma1923.org; 27 Kasım 2004.

http://www.bbc.co.uk; 5 Ocak 2005.

http://www.ctpkibris.org/yayinlar/cikisyolu.htm; 22 Kasım 2004. http://www.ctpkibris.org/yayinlar/poltez.htm; 22 Kasım 2004. http://www.devrimchareketnet/yayinlar/guncel04.html; 22 Kasım 2004. http://www.eraren.org; 22 Aralık 2004. http://www.evrenseLnet; 28 Aralık 2004. http://www.foreignpolicy.com.; 7 Aralık 2004.

http://www.liberal-dt.org.tr/guncel/Diger/alp_kuresellesme.htm; Küreselleşme ve Politika Yakınlaşmaları, Doç. Dr. Ali Alp, Mehmet Ali Kahraman; 22 Kasım 2004.

http: //www. liberal-dt.org. tr/guncel / Erdogan/ me_mRliyetci%20hezeyan. htm; Milliyetçi Hezeyan, Mustafa Erdoğan, Hacettepe Üniversitesi, Tercüman, 29/03/04; 22 Kasım 2004.

http://www.liberal-dtorg.tr/guncel/Diger/ba_miRiyetciUk.htm; Milliyetçilik ve Dış Politika, Doç. Dr. Bülent Aras, Fatih Üniversitesi, 23 Ocak 2003 tari­hinde Zaman gazetesinde yayınlanmıştır; 22 Kasım 2004.

http://www.maximumbüglcom; 28 Kasım 2004.

http://www.mfa.gov.tr; 4 Ocak 2005.

http://www.ntvmsnbc.com; 4 Ocak 2005.

http://www.ozgurpolitika.org; 16 Kasım 2004. http://www.time.com; 29 Kasım 2004.

http://www.urkocaklari.org.tr/toa/grup-mRliyethtm; 7 Aralık 2004.

http://www.turksam.org; 24 Aralık 2004.

http://www.tusiab.org; 23 Aralık 2004. http://www.ukucu.org; 20 Aralık 2004.

  • Diğer:

Türk Ocakları Akademik Çalışma Grupları Faaliyetleri – Türk Kültürü ve Milliyetçilik Grubu.

 

——————————————————————————————

Kaynak:

Yrd. Doç. Dr. Osman SÖNMEZ, Uzm. Elnur Hasan MİKAİL; “Milliyetçiliğin Ekonomik Kalkınma Üzerindeki Etkileri”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, 175. Sayı, İstanbul, Temmuz-Ağustos, 2008, ss. 77-109; ISSN: 0255-0644.

—————————————

Dipnotlar

[1] MEP, Bundan sonra genel bir kısaltmaya gidilerek Milliyetçi Ekonomi Politikası yerine kısaca

MEP kısaltması kullanılacaktır.

[2]Balık, pirinç ve diğer deniz ürünlerinden yapılmış bir çeşit Japon yemeğidir.

[3] http://www.ulkucu.org; 20 Aralık 2004.

[4] Çalışma içerisinde Milliyetçi Ekonomi Politikası şeklinde de tanımlanmıştır.

[5] http://www.maximumbilgi.com; 22 Aralık 2004.

[6] http://www.ctpkibris.org/yayinlar/cikisyolu.htm; 22 Kasım 2004

[7] http://www.ctpkibris.org/yayinlar/poltez.htm; 22 Kasım 2004.

[8] Olaylar, 24/12/2004, 11:52.

[9] http://www.ctpkibris.org/yayinlar/cikisyolu.htm; 22 Kasım 2004.

[10] (NASYONALİZM).

[11] Çalışmada esasen MEP, yani Milliyetçi Ekonomi Politikası tanımlaması olarak kullanılmıştır. Esas olarak milli değerleri ve ekonomiyi milliyetçi değerlere önem verilerek yorumlayan bir doktrin olarak tanımlanabilmektedir.

[12] http://www.maximumbilgi.com, 23 Kasım 2004.

[13] http://www.ulkucu.org; 20 Aralık 2004.

[14]SSCB zamanında Ruslar tarafından inşa edilmiştir. Uzaya roket ve peykleri, uyduları fırlatmak amacıyla kurulmuştur. NASA’nın Florida eyaletindeki uzay üssüyle kıyaslanabilir. Mülkiyet hakkı Kazakistan devletinde olmakla beraber, üs şu anda Ruslara kiraya verilmiştir. Rusya bu üsten uza­ya bugüne kadar binden fazla roket ve yüzlerce uydu fırlatmıştır.

[15] http://www.ulkucu.org; 20 Aralık 2004.

[16] http://www.ulkucu.org/makale.php?PHPSESSID=b77383e2qfef441f1f2f88Jfef00aa5f&mak_id=5 22; Mikail, Elnur Hasan (Uluslararası İlişkiler Uzmanı), “Avrupa Birliği Sürecinde Türkiye”, Bu ma­kalenin bir kısmı 29 Kasım 2004 tarihinde www.ulkucu.org sitesinde yayınlanmıştır.

[17] http://www.ulkucu.org/makale.php?PHPSESSID=b77383e2qfef441f1f2f88ffef00aa5f&mak_id=5 14; Mikail, Elnur Hasan (Uluslararası İlişkiler Uzmanı), “Avrupa Birliği Sürecinde Türkiye”, Bu ma­kalenin bir kısmı 21 Kasım 2004 tarihinde www.ulkucu.org sitesinde yayınlanmıştır.

[18] Rohlen, P. Thomas; Japonya’da Maneviyat Eğitimi, Çev. Yazgan, Turan, Türk Dünyası Araştırma­ları Vakfı, İstanbul, 1987.

[19] Türk Ocakları Akademik Çalışma Grupları Faaliyetleri – Türk Kültürü ve Milliyetçilik Grubu.

[20] http://www.turkocaklari.org.tr/toa/grupmilliyet.htm; 7 Aralık 2004.

[21] http://www.devrimcihareket.net/yayinlar/guncel04.html; 22 Kasım 2004.

[22]Milliyetçilik ve Dış Politika, Doç. Dr. Bülent Aras, Fatih Üniversitesi; http://www.liberal- dt.org.tr/guncel/Diger/ba_müliyetcüik.htm; Milliyetçilik ve Dış Politika, Doç. Dr. Bülent Aras, Fatih Üniversitesi, 23 Ocak 2003 tarihinde Zaman Gazetesi’nde yayınlanmıştır; Alıntı Tarihi: 22 Kasım 2004.

[23]http://www.liberal-dt.org.tr/guncel/Diger/ba_milliyetcilik.htm; Milliyetçilik ve Dış Politika, Doç. Dr. Bülent Aras, Fatih Üniversitesi, 23 Ocak 2003 tarihinde Zaman gazetesinde yayınlanmıştır; 22 Kasım 2004.

[24] http://www.liberal-dt.org.tr/guncel/Diger/alp_kuresellesme.htm, 22 Kasım 2004, Küreselleşme ve Politika Yakınlaşmaları, Doç. Dr. Ali Alp, Mehmet Ali Kahraman. 

[25] Erdoğan, Mustafa; ‘Milliyetçi Hezeyan”, Tercüman, 29/03/04; Hacettepe Üniversitesi, [email protected]

[26] Erdoğan, Mustafa; “Milliyetçi Hezeyan”, Tercüman, 29/03/04; Hacettepe Üniversitesi

[27] Bu yazı Tercüman gazetesinde yayınlanmıştır. Yazarın görüşleri Milliyetçi politikayı eleştirici nitelik arz etmektedir. Yazarın görüş ve yorumlarına katılmamaktayım. Sadece kıyaslama açısından çalışmaya ekledim.

 

[i] Yrd..Doç.Dr., Selçuk Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Öğretim Üyesi, [email protected]

[ii] Yrd.Doç.Dr., Kafkas Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü, [email protected]

 

Yazar
Osman SÖNMEZ ve Hasan MİKAİL

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen