1970’lerde Türkiye, Rusya’nın komünizm ideolojisini kullanarak giriştiği saldırıyla karşı karşıyaydı. İki kutuplu dünyanın diğer kutbunun lideri ABD idi. Birinci kutba göre komünizm “bilimsel”, “tek yol”, tek doğru ve aşikâr gerçekti. Peki, karşı taraf neydi? O da “emperyalist” idi. Sınıf şuuru yetmediği için – hiçbir zaman da yetmedi- ABD’ye ve Batı’ya muhalefet anti-emperyalist görünümünü vurgulamak zorundaydı ki asıl mensubiyet şuuruna, milliyetçiliğe hitap edebilsin. Öyle de yaptı.
O günkü solun çoğunluğu Türkiye’nin bağımsızlığı için emperyalizme direndiklerine inanırdı. Peki Rusya? O, komünist olduğu için emperyalist olamazdı. Bu mantık tuzağını ilk bozan Çin oldu. SSCB, Çin’e göre, “sosyal emperyalist” idi.
Bu mücadele içinde milliyetçilerin sloganı, son derece mantıklıydı: “Ne Amerika ne Rusya!”. Ortaya bir de Maoculuk çıkınca, slogan biraz uzadı: “Ne Amerika, ne Rusya, ne Çin; her şey Türklük için”.
O günlerden bu güne yarım asır geçti. “Komünist dünya” diye bir şey kalmadı. SSCB, egemenliği altındaki milletlerin önemli kesimini bırakmak zorunda kaldı ve “bilimsel sosyalizm”i hem pratikte hem teoride terk etti. O artık SSCB değil Rusya idi. Çin aynı şeyi pratikte yaptı, ama teoride hâlâ “komünist”. Daha önce gördüğümüz gibi, bu öyle bir “komünizm” ki, Çin tarifine göre, ekonominiz ne kadar gelişmişse o kadar komünistsiniz. Böyle komünizmi kim istemez?
Soğuk savaşı komünist dünya kaybetti ama – çok şükür- silahlarla değil. Ekonomiyle kaybetti. İdeolojinin cenderesindeki ekonomi, gerçeğe daha yakın bir ekonomik ve sosyal düzen karşısında güçsüz düştü ve mağlup oldu. Bilim, gerçeği aramanın metodu olduğuna göre buna, ideolojinin bilime yenilmesi de diyebilirsiniz.
Türkiye’deki mücadelede – daha önce de bahsedildiği gibi- komünizmin güçlü bir ekonomik teoriye dayandığı yanılgısı vardı. Yukarıdaki kısa özet “ko- münizmin güçlü ekonomik teorisi”nin ne kadar yanlış bir algılama olduğunu gösteriyor. Fakat o zamanlar Türkiye’deki “aydınlar” bunun tam tersi görüşteydi. Komünistlerin güçlü bir ekonomik teorisi vardı; dünyada başka hiç kimsenin de yoktu.
Peki, biz, milliyetçiler, ekonomi için ne diyecektik? Öyle ya, bir şey söylemek zorundaydık. “Ne Amerika, ne Rusya” iyi bir slogan olduğuna göre buna simetrik bir iktisat sloganı bulabilirdik: “Ne komünizm, ne kapitalizm!” Maksada ve o günlere son derece uygun bir slogan. Bir eksiği vardı, birisi “Peki ne?” diye sorsa ne diyecektik?
– Ne Amerika ne Rusya!
– Peki ne?
– Türkiye!
Son derece doğru. Şimdi de doğru, o gün de doğru. Bu aslında bir iddia, bir ideoloji değil, asırlardır geçerli olan dünya realitesinin eksik ifadesidir. Doğrusu, dünyada milletlerarası hayatın millî menfaatler üzerine kurulduğu; millî menfaat için rekabetin, millî menfaat için iş birliğinin aynı anda yürüdüğüdür.
Fakat “ne sosyalizm, ne kapitalizm” gerçeğe aynı kuvvette basmıyordu. Daha kötüsü “peki ne?” sorusunun cevabı hazır değildi. Bu cevap için “üçüncü yol” diye bir ifade bulduk. Fakat bunun içi dolu değildi. Kimisi üçüncü yolu biraz ondan, biraz diğerinden diye anlıyordu ki bu bir anlamda o yılların modası “karma ekonomi”ye yakın bir tutumdu. Bir fikir sisteminin ille bir ekonomik ideolojisin de olmasını isteyenler daha fantastik yaklaşımlar peşindeydi. Meselâ, “İslâm’da para altına dayanır” gibi. Tuhaftır ki en uçtaki liberallerin de görüşü budur. Altın muhalifleri -o tarihlerde- SSCB’nin altın rezervlerinin Batı’nınkinden mukayese edilmeyecek kadar fazla olduğunu, altın temelindeki bir paraya geçildiğinde SSCB’nin New York borsasını satın alabileceğini iddia ediyordu. Doğru muydu? Sanmıyorum. İslâm adına böyle bir iddiada bulunmak açıktır ki, “altın çağ” arayan arkaizmin bir örneğiydi. Banknot, mevduat, numaralı M harfleri yenidir. Binlerse yıl dünyada altın ve gümüş, paranın temeliydi. Dinlerden bağımsız olarak…
Bir başka “çare” dostum Kurt Karaca’nın “Milliyetçi Türkiye” kitabındaki ekonomik tezdi. Herkes gelirinin yüzde10’unu zorunlu olarak devlete verecekti. Devlet de bu yüzde onlarla yeni fabrikalar, ama kötü değil, iyi fabrikalar kuracaktı (fabrika yapan fabrikalar!). Bunların mülkiyeti de o yüzde onları verenlerin olacaktı. Bu teze para toplama tarafından baktığımızda, vergilerin arttırılmasından bir farkı yoktur. Mülkiyet tarafından bakıldığında ise tek tek batan tarım kooperatiflerinden, kolhoz, sovhoz, kolektif veya korporasyon anlayışından esintiler görürüz. “Kim, kimin malını kimin için?” matrislerindeki mülkiyet zorunlu olarak size verilen bir belgeden -belki bir makbuzdan- ibaret değildir. O mülkiyetin içinde, iktisatta “tasarruf” denilen faktör en önemli parçadır. Bu “tasarruf”, kelimenin alışılmış kullanımdaki “birikim” anlamında değildir. “Sizin” olan şey üzerinde onu dilediğiniz gibi kullanma, değiştirme, yönetme yetkisidir. Ortaklığınız, ortak olunan üzerinde size bir yetki vermiyorsa, bu “üçüncü yol” bir felâketle sonuçlanan konut edindirme hikâyemize veya tütün, fındık v.s. kooperatiflerimize, artık kimsenin savunamadığı KİT’lere dönerdi. O plan uygulansaydı, çalışanların ücretlerinde önce yüzde 10luk bir azalma olacak, ardından bunun yol açtığı yoksulluğu gidermek için o civarda bir zam yapılacak, bu da bir o kadar enflasyon getirecekti. O yıllarda paramız konvertibl değildi ve toplanan yüzde 10lar yatırım malı ithaline dönü- şemezdi ki hemen bütün yatırımlar büyük oranda ithalâta dayanırdı.
O değil, bu değil. Peki, nedir milliyetçiliğin ekonomisi?
Milliyetçiliğin ekonomik teorisi diye bir şey yoktur. Çünkü milliyetçiliğin metodu, bilimin bizzat kendisidir. Fakat milliyetçiliğin ekonomiden beklentisi vardır: Milletin bekası için çok üretim, yüksek rekabet edebilirlik, mutlu bir toplum ve güçlü bir millî devlet. Bunlar olmazsa, “beylik” gitmektedir. Ancak bunlarla emperyalizmin, “ben üstünüm, çünkü benim kültürüm üstün” iddiasına karşı koyulabilir.
Milliyetçiliğin ekonomisi ekonomiden ibarettir. Tıpkı Pareto’nun dediği gibi, “Ekonomide ideolojiler yoktur; sadece ekonomi bilenlerle bilmeyenler vardır”. Pareto’ya bir şey ekleyebiliriz: Ekonomide “bilenler”in de her şeyi bilmediklerini. Bu hemen bütün bilimler için doğrudur ama en karmaşık problemleri çözmeye çalışan sosyal bilimler ve bu arada ekonomi için daha da doğrudur.
Her şeyi bilmiyoruz ama bazı şeyleri artık biliyoruz. Yaptığımızda refaha ulaşacağımız, yapmadığımızda fakirleşeceğimiz en az iki şeyi çok iyi biliyoruz:
- Sahipliğin üretime müthiş etkisini;
- Piyasanın ekonomiyi verime yönlendirme gücünü.
Sahiplik
Geçen bölümlerde anlatılan “kim, kimin parasını, kim için, nasıl harcar”, “kim, kimin dikkat ve emeğini, kim için, nasıl verir” sorularının cevap matrislerinin işaret ettiği bu sahiplik meselesidir. Çin’in çok uzun zaman âdeta süründükten sonra birden kalktığı ekonomik atak bu sahipliğin sonucudur. Emeğin yabancılaşmasına engel sahipliktir. Emeğin yaratıcılığının şartı sahipliktir.
Bilerek “mülkiyet” değil, “sahiplik” kullanıyorum. Çünkü insanın mülkiyeti altında bulunanlara sahip çıkmaması mümkün olduğu gibi, mülkü olmayanlara da sahip çıkması mümkündür. Sahiplik, Türkçenin “sahip çıkma” ifadesini de hatırlatır. Vatan ve millet bizim mülkümüz değildir, ama biz onun sahibiyiz. Partiler, üyelerin mülkü değildir, ama onlar partilerine sahip değillerse başarı sınırlıdır. Bu son birkaç örnek sahiplik kavramını alışılmış ekonomi anlayışının dışına taşır.
Bir veya birkaç kişinin ortaklaşa sahip olduğu ekonomik birimler inovasyonların, geleceğin büyük şirketlerinin çekirdeğidir. Büyük organizasyonlarda çalışanların organizasyona sahip olmalarını sağlamak da çağdaş yönetim biliminin ana konusudur.
Sahipliğe iki noktada sınırlama getirebiliriz: 1) Sahip, sahip olunanı dilediği gibi tasarlar, üzerinde dilediği gibi riske girebilir. Yaptığı doğruysa bunun meyvelerinden yararlanır; yanlışsa zararı sineye çeker. Başarılının büyümesi kadar başarısızın batması da ekonominin tamamı için yararlıdır. Ancak, sahip, sahip olduğu şeyler üzerinde tasarruf yaparken başkalarının sahip olduğu şeyleri riske sokamaz, onlara zarar veremez. 2) Herkesin ve ekonominin tamamının yararlanacağı açık olan hallerde sahiplik sınırlanabilir. Ancak hem (1) hem (2)’nin şartlarının önceden kanunlarla belirtilmiş olması gerekir.
Yukarıdaki iki maddeden birincisine finans kuruluşlarının çalışmalarını örnek olarak verebiliriz. Bunların riskli davranışlarının ekonominin bütününü riske sokma tehlikesi olduğu için kontrol edilmeleri gerekir. Çevreyi kirletmeye önlem de yine bu madde içinde düşünülür. Herkesin yararlanacağı aşikâr olan alt yapı hizmetleri için bedeli ödenerek yapılan istimlâk veya imar planlarının getirdiği yasaklamalar gibi haller ikinci maddeye örneklerdir.
Piyasa
Hangi ürünün (mal veya hizmet), ne miktarda üretileceğinin, kaça satılacağının en sağlıklı belirleyicisi serbest piyasadır. Bu konuda o kadar deneyim birikmiştir ki, bu gerçeğe direnmek saçma hâle gelmiştir. Rahatlıkla, “bilim böyle söylüyor” diyebiliriz (Bu ifadenin sık sık suiistimal edildiğini bile bile.).
Piyasanın, ülke ekonomisini en üst verim düzeyine çıkardığı matematik modellerle ispat edilebilmektedir. Öyle bir “en üst” ki, serbest piyasanın ekonomiyi ulaştırdığı azami verim noktasında, güç kullanarak bir değişiklik yaparsanız, bazı birimlerin lehine bir sonuç elde edebilirsiniz. Fakat ekonominin tümünü, dolayısıyla toplumu daha düşük bir verime mahkûm edersiniz.
Ancak piyasanın ferasetinden söz ettikten sonra birkaç noktaya dikkat çekmek gerekir: 1) Ürün hakkında üretenle tüketendeki bilgi, eşit ve simetrik değilse piyasa söz konusu değildir. 2) Tekel veya sınırlı sayıda el (oligopoli) varsa piyasa yoktur. 3) Gerçek olmayan bir rekabet varsa (damping gibi) piyasa yoktur.
Ekonomide Devlet
Devlet ekonomide büyümeli mi küçülmeli mi?
Yukarıdaki tespitlerden sonra bu sorunun kendisini sorgulamamız gerekiyor. “Devlet küçülmeli” hükmü, sahipliğin devlet tarafından ihlâli, devletin bizzat üretime girmesi veya piyasaya narhlarla, tavan veya taban fiyatlarla, yasaklamalarla müdahalesi anlamına geliyorsa, devlet bunları yapmamalıdır.
Fakat devlet, hukuk sistemiyle sahipliği korur: Birinin malını bir başkasının çalmasına engel olur. Borçların ödenmesini sağlar. Üretimin can damarı olan karşılıklı mukavelelerin işlerliğini garanti altına alır. Sahiplik sınırlamaları başlığı altında saydıklarımızın gözetimi ve uygulaması da devletin işidir. Devlet hayatî önemi olan bu konularda küçülemez. Tersine, ne kadar güçlü, etkili ve hızlı ise o kadar yarar sağlar.
Benzer şekilde piyasayı tahrip eden tehlikelere karşı da devletin güçlü, etkin ve hızlı olması gerekir. Tekellerin engellenmesi, dampingin hızlı tespiti ve yasaklanması, bilginin simetrik olmadığı sağlık gibi alanlarda kontrol devletin görevleri arasında ilk sıradadır.
Sonuç, üretimi bizzat yapmaya kalkışmayan bir devlet; buna karşılık hukuk sistemiyle etkin, güçlü ve hızlı bir devlet, ekonomide başarının olmazsa olmaz şartıdır. Daha önce ele aldığımız, Fukuyama’nın “Devletin gücü/ devletin kapsamı” grafiğinde, Türkiye bir an önce kapsamı daha dar, fakat gücü çok daha yüksek noktaya çekilmelidir. Dünyanın gelişmiş ülkelerinin bulunduğu yere.
Liberal ekonomi teorisyenleri, devletin kapsamının daraltılmasını öne çıkarırken, gücünün de arttırılması gerektiğini bir süre ihmal ettiler. Milton Friedman’ın, “’özelleştirin, özelleştirin, özelleştirin’ diyordum. Yanılmışım. Şimdi anlaşılıyor ki kanun hâkimiyeti, özelleştirmeden daha temel bir meseleymiş.” sözleri, bu yanıltıcı ihmalin itirafıdır.
Türkiye Nerede?
Türkiye’nin son otuz yılında devletin kapsamı, gerektiği şekilde küçülmüştür. Devletin girmemesi gereken alanlarda hâlâ bazı kalıntılar mevcutsa da meselâ KİT’lerde “daha küçük devlet”in artık birinci meselemiz olmadığını söyleyebiliriz. Eğitimin her kademesinde özel okulların, sağlıkta özel hizmet kanallarının çoğaltılması gibi alanlarda daha gidilecek uzun yolumuz var.
Fakat aynı otuz yılda, devlet daha güçlü ve daha etkin olamamıştır. Şimdi baş meselemiz bu gücün, etkinliğin ve hızın sağlanmasıdır. Daha küçük devlete giderken, daha güçlü devlete ulaşamamak, kanun hâkimiyetinin işlememesine, sahipliğin de piyasanın da tahribine yol açar.
Türkiye’de devletin güçlü, etkin ve hızlı olmadığını neye bakarak söylüyoruz? Şimdi sayacaklarım hastalığın belirtileridir:
- Gelişmiş ülkelerde insanlar, kanundan sapanları, “seninle mahkemede görüşürüz” diye uyarır. Türkiye’de “istersen mahkemeye git”, hukuk sisteminin tahammül edilemez derecede yavaş çalışmasının hastalık belirtisidir. İş dünyasının kontrat kadar önemli unsuru “borç senedi” işlemez hale gelmiştir. Hapis cezası tehdidi bulunduğu için senet yerine kullanılan “vadeli çek”, Türkiye’ye has bir hastalıktır.1
- Türk ekonomisinin yarıya yakını “kayıt dışı”dır. Devlet ihtiyacı olan gelire ulaşamadığı için vergi verenleri, zorunlu sigorta ödemelerini yapanları cezalandırır, vermeyenler haksız rekabet gücü kazanır.
- Vergilendirme sağlıklı yapılamadığı için devlet, dolaylı vergilere (enerjide, iletişimde, v.s.) ağırlık verir. Bu, üretim maliyetlerini artırır, ülkenin dünyayla rekabet gücünü tahrip eder.
- Türkiye, uygulanamayan kanunlar diyarıdır. Belki ekonomi anlamında küçük, fakat hastalığın belirtisi olma anlamında örnekler trafik düzenimizde; korsan yayıncılıkta açıkça görülür.
- Siyasî ve bürokratik gücün desteği ile başarı sağlanması, yani yolsuzlukta, yakın kayırmada Türkiye, uluslararası ölçme sistemlerinde hâlâ en şaibeli ülkeler arasındaki yerini korumaktadır.
- Türkiye’nin yönetimine talip olanlardan, bu gibi problemleri nasıl ve hangi vadede çözeceklerini açıklamalarını istemek, bunları yapıp yapmadıklarını izlemek hakkımız; bu ülkenin sahipleri olarak görevimizdir.
Bu kapitalizm mi, Liberalizm mi?
Önce şu gerçeği tekrarlamakta yarar var: Ekonomi, bazı düşünürlerin icat ettikleri ideolojilerle kurulmamıştır. Ekonomi, ilk insan topluluklarından itibaren ortaya çıkan ilişkilerin ismidir; bu ilişkileri inceleyen bilim dalının da adıdır. Yaygın algılama, bu bağlamda, “kapitalizm” diye bir ideolojinin ortaya çıkıp ekonomiyi kendi öngörülerine göre düzenlediğidir. Bu yanlıştır. Kapitalizm diye bir ideoloji kurulmamıştır. “Kapitalizm”, mevcut ekonomiyi tenkit edenler tarafından yaşanana verilen isimdir. Olanı değiştirip bir “olması gereken” yapıyı savunan Marksizm’dir ki Marksizmin ekonomi teorisinin çalışmadığını da kurulan Marksist ekonomiler yaşayıp, sonra da ölerek göstermişlerdir.
Onsekizinci asırdan bu yana, olanı, gerçeği gözlemlediğimizde ortaya çıkan, bu bölümde anlattıklarımızdır.
Milliyetçilik adına “şuna da buna da karşıyız” derken, dikkatli olmak zorundayız. Özellikle:
- Sahipliği reddediyor muyuz?
- Piyasayı reddediyor muyuz?
sorularına olumlu cevap vermemeye dikkat etmeliyiz. Çünkü bu evetler, verimsiz, batmaya mahkûm bir ekonomiye davetiye çıkarmaktır. Her şeyi devletleştirmeyi savunanların tarihî bir tecrübe dayanakları yoktur. Tam tersine tarih, hiçbir devletin memurlar vasıtasıyla kalkındığını göstermiyor. Şunu da, şunu da, öbürünü de devletleştireceğim diyenlerin gönlünde yatan, bu işlemler yapılırken kendilerinin de devletin ta kendisi olacağıdır.
Diğer taraftan bunlara “hayır” derken de diğer uca çekilip, tekellerden mafyacılığa, kendisiyle birlikte ülke ve hatta dünya refahını da sabote eden kontrolsüz risk saldırganlığına açılmadığımızdan da emin olmalıyız.
Bu yazılanlar liberalizm midir? 1970’lere, 1980’lere kadar ortalıkta dolaşan devletçilik iddialarına göre evet, liberalizmdir.
Ancak, tıpkı “kapitalizm” gibi, “liberalizm” derken de dikkatli olmak gerekir. Bu etiket, epey devletçi tutumlardan, anarşizme kadar giden çok geniş bir tayf için kullanılmaktadır. Bizim neyi kastettiğimiz, bu bölümde yeterince açıklanmıştır. İllâ bir etiket gerekiyorsa, yüzde yüz abone olmadığımız kaydıyla bu fikirlere en yakını, 1950lerdeki “Alman Mucizesi”nin ordoliberalizmidir2. Muhakkak ki bu görüşün siyaset olarak uygulaması çok daha geniş açıklamalar ve ayrıntı gerektirecektir.
Fakat milliyetçilik, bizim anladığımız kapsamda bu liberalizme taraftardır; çünkü mutlaka ulaşmamız gereken zenginliğin bu yolla sağlandığını hayatın kendisi göstermiştir. Bu bölümde liberalizmin (= hürriyetçiliğin) ekonomi cephesine baktık. Ekonomi dışında liberalizmin ayrıca ele alınması gerekir.
Milliyetçilik liberalizme taraftardır, çünkü milletin güçlenmesinin yolu bundan geçiyor. Bu sonucu bize bilim, yani yaşananların gözlenmesi gösteriyor. Yarın gerçekler, farklı bir modelin daha geniş refaha, daha güçlü bir ekonomiye ve daha mutlu bir topluma götürdüğünü ispatlar hâle gelirse ona döneriz. Fakat gerçekler buna pek ihtimal verdirmiyor. Ne zamandan beri? Bir epeydir. Yılmaz Öztuna’dan dinlediğim bir hatırayla bitireyim: Sene 1952. Yer, İstanbul’da rahmetli İsmail Hami Danişmend’in evi. Hazır bulunanlar: İsmail Hami Danişmend, Nihal Atsız ve iki genç, Yılmaz Öztuna ile Sait Bilgiç. Danişmend ve Atsız, liberal ekonominin, İngiltere’yi nasıl dünyanın bir numaralı devleti yaptığını anlatıyorlar ve bizim de bunu yapmamız gerektiği konusunda fikir birliğine varıyorlar. Öztuna, genç dinleyicilerin bu fikir alışverişini ve mutabakatı biraz hayretle izlediklerini nakleder3.
NOTLAR
- İthal edilen muhasebe programlarının çoğu, çek hesaplarında çekin yazıldığı tarihin geleceğe ait olmasını kabul etmediği için, bu programların “Türkiye’ye uyarlanması” gerekmektedir.
- “Alman Mucizesi”, Konrad Adenauer’in liderliğinde o zamanki Batı Almanya’nın ekonomik başarısına verilen addır. Adenauer’in ekonomi politikasının ORDO dergisi etrafında toplanan iktisatçıların düşüncelerini yansıttığı söylenir. Bunlardan Wilhelm Röpke, Nazi döneminde Almanya’dan Türkiye’ye göçmüş ve bir süre İstanbul Üniversitesi’nde hocalık yapmıştır. Röpke, fikirlerini “üçüncü yol” diye de isimlendirmiştir. Buna rağmen Viyana İktisat Ekolü, onu kendinden sayar. İllâ üçüncü yol etiketine ihtiyacımız varsa, en tutarlı üçüncü yol, Röpke’ninki gibi görünüyor. Daha fazla bilgi için: http:// en.wikipedia.org/wiki/Wilhelm_R%C3%B6pke
- Tahsin Yılmaz Öztuna, özel sohbet. Danişmend, Atsız sohbetindeki fikirlere kısa zaman önce İstanbul Üniversitesi’nde bulunan Röpke’nin etkisi olup olmadığı, ilgi çekici bir araştırma konusu olabilir (Bir önceki dip nota bakınız.).
NOT: Bu makale Türk Yurdu Dergisi, Nisan 2010, SAYI: 272’de yayımlanmıştır.