Doç.Dr. Durmuş HOCAOĞLU
Türkiye Günlüğü’nün Milliyetçiliği konu edinen 50 numaralı sayısının (Mart-Nisan 1998) dosya başlığı bu idi: “Milliyetçilik: Telâffuzu Kolay, Grameri Zor Bir Dil”. Sayın Mustafa Çalık’ın takdîm yazısında da isâbetle tebârüz ettirdiği gibi, “Milliyetçilik, telâffuzu ne kadar kolaysa grameri de bir o kadar zor ve çetrefilli bir ‘dil’e benziyor. Herkesin konuşabildiği, ama çok az insanın konuştuğunun dayandığı strüktürü bilebildiği ve anlayabildiği bir dil…”.
Gerçekten de, milliyetçilik, hemen-hemen herkesin üzerinde mutlaka konuştuğu, hattâ çok kereler vâki’ olduğu üzere, konuşma hakkı bulunup-bulunmadığı hakkında tefekkür dahi etmeye hâcet görmeden ‘nasıl olsa öyle bir şey’ diye vehmederek ve iri-iri konuştuğu; fakat sıra O’nun ne idiği üzerine biraz detaya inmeye gelince bülbül gibi şakıyan dillerinin dut yemişçesine sustuğu çok zor bir konu; aynen, telâffuzu kolay, grameri zor bir dil gibi. Hani bâzı yabancı diller vardır ki hemen herkes mutlaka ‘bir miktar’ bilir ve ‘bir miktar’ konuşur; daha çok İngilizce’nin örnek olarak verildiği bu diller, geniş ağzı yukarıda dar ağzı aşağıda olan “ters dönmüş koni”ye, veya, sığ bir sâhil ile başlayıp epeyce bu şekilde ilerledikten sonra bir yerden îtibâren ânîden ürkütücü derinliklere ulaşan okyanuslara müşâbih addedilir. Filhakîka, iptidâsında Fransızca ve Almanca’nın aksine, telâffuzu önde, grameri, yâni teknik detayı geride olduğu için, İngilizce’ye hemen herkes kolay başlar, pratik olarak da basit bir seviyede kalmak şartıyla kolay konuşur, ama sıra dilin asıl kendisini gösterdiği edebî, felsefî metinlere gelince, sığ sâhilin ânîden hitâma ermesi ile bir duvar gibi aşağılara inen karanlık ve ürkütücü okyanus derinliği ile yüz-yüze gelen acemi yüzücülerin, ya ürpererek geri çekilmesi, ya da ilerlemeye devam ederse boğulması gibi, aynı kişilerin ekseriyetinin de, ya okumaktan vazgeçtiği ya da metinde boğulduğu görülür.
İşte, Milliyetçilik de öyledir: Sığ sâhilde kulaç atanların ekseriyetinin, açılınca boğulduğu bir derin okyanus! Ama ne yazık ki yine ekseriyet de sâhil yüzücülerini tanıyor. Tabiîdir ki, bu elîm vazıyetin sâdece Milliyetçilik ile tahdit edilemeyeceğini, kamuoyunda çok konuşulan konuların hemen hepsinin aynı âkıbeti paylaştığını da hâtırlatalım: Kaç kişi, meselâ, Laiklik üzerine konuşurken okyanusta sörf yapabiliyor ki? Bu husus, bir yandan genel olarak, henüz kendisini pozitif bilimler gibi kabûl ettirememiş olmaktan kaynaklanan hemen bütün sosyal bilim konularının ortak kötü kaderini paylaşmanın; bir yanıyla, yalnızca dar uzmanlık alanlarına inhisar etmeyip kamuoyunun büyük kısmını derinden alâkadar etmenin ve aktüel siyâsetin merkezinde bulunmanın; ayrıca, bir başka yanıyla da, nevi şahsına münhasır özel bir sebebin, bir isim ve bir terim olarak ortaya hayli geç çıkışın ve eylemin teoriyi öncelemesi yüzünden teorinin gecikmiş olmasından ileri gelmektedir.
Nitekim, G. de Bertier de Sauvigny’ye nazaran ilk defa teknik bir terim olarak Batı literatüründe 1798’de görülen, fakat 1830’a kadar bir daha göze çarpmayıp ancak o tarihten îtibâren Giuseppo Mazzini ile birlikte ortaya çıkan “Milliyetçilik” teriminin kavramlaştırılması ve teorisinin/felsefesinin de manifest bir tarzda bu kavram altında yapılması çok yakın bir zamana, 1960, bilhassa 1980 sonrasına tarihlenebilmekte olup, bunun sonucunda, teknik seviyede bir felsefî terim olarak hâlâ yeterince kemâle ermemiş, hâlâ belirli bir ölçüde “ham” durduğu söylenebilecek olan Milliyetçilik konusunda çok fazla ve çoğu da tam oturmayan bir hayli terim türemiştir. Bu kadar bol ve fakat felsefî olarak tartışmaya açık, sıhhat derecesi meşkûk terimler vâkıa bir çeşitlilik yaratmakta ise de, bu çeşitlilik tam anlamıyla bir zenginliğe tekabül edebilmekte değildir; hattâ, tam aksine, bir kavram kaosuna yol açtığı dahi söylenebilir.
İşte, üstüne vazîfe olsun ya da olmasın, hemen herkesin üzerinde bolca nefes tüketmekte bir beis görmediği Milliyetçilik’in işbu popüler/vülger seviyeden, nefesleri sınırlandıracak teorik/felsefî seviyede irdelemesini ve tanımının yapılmasını fevkalâde zorlaştıran, hattâ, bir başka yazımda da kısaca temas ettiğim gibi bütün tazammun ve şumûlünü ihâta edebilen, efrâdını câmi’, ağyârını mâni’, yâni onunla ilgili ve ilintili hiçbirşeyi dışarıda bırakmadan içine alan bir tanımının yapılmasına engel olan, büyük bir kısmı tam oturmamış bu kavramlar kümesinden yalnızca belli-başlı birkaçını zikretmek dahi yeterli olabilir: Etnik, sivik, primordial, naif, zımnî (latent), manifest, partizan, eleştirel, banal, militan, militer, emperyalistik, saldırgan (agresif), yırtıcı (predatory), bölgesel (sectional), küresel, devletçi, milletçi, tepkisel, iyi, kötü, izolasyonist, pozitif, negatif, dönüştürülmüş (transferred), eksiztansiyel, kognitif, ırkçı, dinî/dindar (religious) milliyetçilikliker; kültür milliyetçiliği, kriz milliyetçiliği; devlet kurmaya yönelik milliyetçilik, devlet kurtarmaya yönelik milliyetçilik; millîcilik, milletçilik, ulusçuluk, ulusalcılık; dünya milliyetçiliği ve birkaç özel terim olarak da, Batı Milliyetçiliği, Doğu Milliyetçiliği, Avrupa Milliyetçiliği, Roosevelt’in “Yeni Milliyetçilik”i, İrredantizm v.s, v.s….
Bugünlük bu kadar; ancak, telâffuzu ne kadar kolaysa grameri de bir o kadar zor ve çetrefilli olan bu dil üzerine biraz konuşmaya devam etmeyi düşünüyorum.
———————————————————————————–
Yeni Çağ [Analiz]., 30 Ocak 2004, Cuma., s.12; Yeni Çağ Sıra No: 068; 2004-011; Ocak-11