Prof.Dr. Ahmet B. ERCİLASUN
Son zamanlarda basında Türk milliyetçiliğini sorgulayan yazılar çıkmaya başladı. Yazılarda işlenen ana fikir, Türk milliyetçiliğinin başlangıçta çağdaş ve ilerici bir hareket olduğu, bugünse milliyetçiliğin entellektüel bir zaaf içinde bulunduğu ve hattâ köylüleştiğidir.
Milliyetçiliğin ilerici bir fikir sistemi olduğu, Ziya Gökalpların, Yusuf Akçuraların kendi dönemlerinde ilerici aydınlar olarak algılandıkları ve o dönem aydınlarının büyük kesiminin Türkçülerin tesiri altında kaldıkları elbette doğrudur.
Meşrutiyet yıllarının fikir hayatına Türkçüler hâkimdir ve bu hâkimiyet Atatürk devrinde de sürmüştür. Daha da ileri giderek Atatürk Türk milliyetçiğini devletin temel felsefesi hâline getirmiştir. Özellikle edebiyat, tarih gibi derslerin müfredatları bu felsefe üzerine hazırlanmış ve daha ilk ve orta öğretimden başlayarak çocuklarımızın ve gençlerimizin milliyetçi yetişmeleri sağlanmıştır. Türk milliyetçiliğinin ilmî zeminini hazırlamak üzere de yine Atatürk tarafından Türk Tarih ve Dil Kurumları kurulmuştur. Millî fikrin ve milliyetçiliğin uygulamaları ve halka götürülmesi için de önce Türk Ocakları, sonra Halk Evleri faaliyette bulunmuştur.
Meşrutiyetten Cumhuriyete devreden Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Mehmet Emin Yurdakul, Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Fuat Köprülü, Ali Canip Yöntem, Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi Türkçüler Cumhuriyetin kuruluşunda aktif olarak görev almışlar ve Türkçülüğün bir devlet felsefesi olarak işlenip uygulanmasında Atatürk’e yardımcı olmuşlardır. Çok erken, l924’te vefat eden Gökalp, Cumhuriyetin ilk yılında, Türk millî eğitiminin en stratejik noktasında görev yapmıştır.
Meşrutiyet Türkçülüğünün ikinci ismi Yusuf Akçura Türk Tarih Kurumunun kurucu başkanıdır ve liselerde okutulacak tarih dersleri müfredatını hazırlayan heyetin de başındadır. 1931’de Türk Ocaklarının kapatılmış olması, Hamdullah Suphi’ye yurt dışında görev verilmesi, Zeki Velidî, Mehmet Emin Resûlzade gibi Türkiye dışı Türk boyları temsilcilerinin yurt dışına çıkarılması, Türk milliyetçiliği temel fikrinin devletten kovulması anlamına gelmez. Bu olaylar, iktidar mücadelelerinin ve bazı dış dengelerin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Başta Yusuf Akçura olmak üzere diğer Türkçüler görevlerinin başlarında idiler ve en önemlisi, ilk ve orta öğretimde izlenen edebiyat ve tarih programları çocuklarımızı milliyetçi olarak yetiştirmeye devam ediyor, birçok şehirde Halk Evlerinin çıkardığı dergiler folklör araştırmaları yoluyla milliyetçiliği halka ulaştırmaya çalışıyordu.
1931-1934 yıllarında çıkan Atsız Mecmua ve Orhun dergileri vasıtasıyla Nihâl Atsız’ın işlemeye çalıştığı Türkçülük de elbette çağdaş ve ilerici bir hareketi temsil ediyordu. Onun Türkçülüğünün yönetime göre bazı nüanslar taşıması ve yönetimin direktifi dışında bulunması, ne yönetimin milliyetçilikten vazgeçtiği anlamına gelir; ne de Atsız Türkçülüğünün çağdaş olmadığını gösterir. Aksine bu çeşitlilik o zamanki Türkçülüğün zenginliği olarak kabul edilmelidir.
Türk milliyetçiliğini Millî Eğitim müfredatından çıkaran ve böylece devletten uzaklaştırmış olan İnönü iktidarıdır. O dönemde Millî Eğitimin temeline milliyetçilik yerine hümanizm yerleştirilmiştir; bunun sonucu olarak da Türk milliyetçiliği entellektüel hayatta gittikçe irtifa kaybetmiştir.
Türk milliyetçiliği yerine hümanizmi Millî Eğitimin temeli yapan İnönü uygulaması, Demokrat Parti devrinde hiç değiştirilmediği gibi bir yandan müfredatlar millîlikten daha fazla uzaklaştırılmış, bir yandan da eğitimi yaygınlaştırma uğruna eğitimin kalitesi hızla düşürülerek entellektüel kapasitesi yüksek milliyetçi aydınların yetişmesi imkânı ortadan kaldırılmıştır.
İnönü devrinden, özellikle 1944 Türkçülük olaylarından itibaren Türk milliyetçileri âdeta yönetim dışına itilerek marjinalleştirilmeye çalışılmış; bunun sonucu olarak da devlet cihazı kendini koruyacak vasıta ve kadrolardan mahrum bırakılmıştır.
Milliyetçilik terimi telâffuz edilse de edilmese de aslında tabiî olan, ilk ve orta öğretimde millî dil, edebiyat ve tarih kültürünün, en az Fransa’daki, İngiltere’deki ölçülerde gençlerimize verilmesidir. Bu kültürün eksikliği insanlarımızı bir yandan Marksist ve Maoist uçlara, bir yandan bölücü akımlara, bir yandan da teokratik düzen arayışlarına itmiştir.
İlk ve orta öğretimde millî kültürün verilmesi, bazılarının ileri sürdüğü gibi ne tek tip adam yetiştirmek anlamına gelir, ne de resmî tarih vb. terimlerin çağrıştırdığı faşist bir eğitim anlamına gelir. İstenilen sadece Fransız okumuşunun Fransız İhtilâli’ni, Moliere’i, Hugo’yu bildiği kadar Türk okumuşunun da kendi tarihini ve edebiyatını bilmesidir. Böyle bir eğitimin verilmesini istemek, yabancı kültür ve edebiyatlara kapıyı kapamak anlamına da gelmez. Türk milliyetçi entellektüelleri hiçbir zaman dünya klâsiklerinin öğrenilmesine karşı çıkmamışlardır.
Bugünkü Türk milliyetçiliğinin entellektüel bir zaaf içinde bulunduğunu ileri sürenler, yukarıda açıklamaya çalıştığım tarihî arka plânı göz ardı etmemelidirler.
Türk milliyetçiliğini eleştiren yazarların bir kısmı Marksist kökenden gelmektedir. Bu yazarlar Marksist geçmişlerini reddediyorlar ve yıllarını verdikleri Marksizmin yanlışlığını, yani yıllarca yanlış içinde bulunduklarını kabul ediyorlar ama bugün de yanlış içinde bulunabileceklerini nedense hiç düşünmüyorlar. Bir yanlış uğruna yıllarını ve gençliklerini harcayanlar o gün de toplumun ilerici ve çağdaş kesimini oluşturduklarını düşünüyorlardı, bugün de aynı şeyi düşünüyorlar. O gün Marksizm onlar için yegâne doğruydu ve çağdaştı; bugünse liberalizm ve Avrupa Birlikçilik. Marksizme hayır diyen milliyetçiler o gün de çağ dışı idiler; Avrupa Birliği’ne hayır diyen veya ihtiyatla yaklaşan bugünkü milliyetçiler de çağ dışı. Marksizmin çöktüğünü biz de kabul ediyoruz, onlar da. Bütün küreselleşme eğilimlerine rağmen milliyetçilik fikrinin çöktüğünü ise ileri sürmek kolay değildir. O hâlde bir kere yanlış yapanlar şimdi de yanlış yerde durmuş olabileceklerini en azından düşünmelidirler.
Yukarıda anlattığım tarihî olguların da tesiriyle büyük medyanın köşe başlarını tutmuş olmak hiç kimseyi haklı kılmaz. Öncelikle Avrupa Birliği konusunda da, küreselleşme konusunda da tek doğru benimki saplantısından vazgeçmek gerekir. Avrupa Birliği’nin çağdaş dünyanın temsilcisi olarak görülmesi aslında bir anakronizmdir. İkinci Dünya Savaşı öncesi durumun bugün de devam ettiği fikri, bir tarih yanılgısıdır. Çağdaş dünyanın en büyük ülkesi çoktan ABD olmuştur ve Avrupa onun çok gerisindedir. Üstelik Japonya da birçok bakımdan Avrupa’dan ileridir. Sadece bu tespit dahi Avrupa Birlikçilerini düşündürmeli ve Atatürk’ün muasırlaşmak (aslında muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmak) hedefi ile Avrupa Birliği’ne girmenin aynı şey olduğu konusundaki fikirlerini yeniden gözden geçirmeye sevketmelidir.
Ömürlerini yanlış bir ideoloji peşinde geçirdikleri hâlde, bugün de haklı konumda bulunduklarına inananların eleştirilerinden biri de Türk milliyetçilerinin daima bir “düşman” yaratarak, bir “öteki” icat ederek varlıklarını sürdürdükleridir.
Türk milliyetçilerinin daima bir “öteki”ye ihtiyaç duyduğunu, birtakım korkular yaratarak var olmaya çalıştığını, bir bakıma reaksiyoner bir hareket olduğunu ileri sürenlerin bu konuda da biraz durup düşünmeleri gerekir. PKK hareketinin canlı kanlı, somut bir “öteki” olduğunu bugün inkâr etmek mümkün müdür? Bu hareketin birçok batı ülkesinden destek gördüğü ve bu destekle son zamanlarda siyasallaşmaya çalıştığı da inkâr edilebilecek bir husus değildir. Toplantılarında “biji Apo” diye slogan atılan, şeref kürsülerine Apo’nun kardeşlerinin oturtulduğu bir siyasî partinin de PKK ile ilişkisi olmadığına inanmamızı hiç kimse bizden beklemesin. Türkiye için ciddî bir tehlike oluşturan PKK’ya Türk milliyetçilerinin yarattığı bir “düşman” diyebilir miyiz? Burada Türk milliyetçileri adına söylenebilecek tek şey, onların bu tehlikeyi herkesten önce fark edip gerekli uyarıları yapmış olmalarıdır.
Daha l960’larda bölücülük tehlikesine karşı en açık uyarıyı yapan Nihâl Atsız idi ve Ötüken dergisinde bu konuda yazdığı yazılar sebebiyle mahkûm olmuştu. Yine l960 ve 1970’lerde Devrimci Doğu Kültür Ocaklarının bölücü fikir ve faaliyetlerine temas eden pek çok milliyetçi yayın bulabilirsiniz. Türk milliyetçilerince bu uyarılar yapılırken henüz PKK ortaya çıkmamıştı ve l980’den sonra kendini gösteren PKK işte bu Devrimci Doğu Kültür Ocaklarının ürünüydü. Aynı yıllarda Türkiye sosyalistlerinin önemli bir grubu da Devrimci Doğu Kültür Ocaklarıyla birlikte hareket ediyordu. O zamanki devrimci gençlerden bir kısmının uzantısı olan DHKPC’nin Kürtçülük konusunda Yunanistan teroristleriyle birlikte hareket ettikleri de bugün Hürriyet gazetesi tarafından manşetlerden ortaya konmaktadır. Demek ki milliyetçilerin yaratmadığı bir “öteki” vardır; Türk milliyetçilerinin özelliği ise bu “öteki”yi herkesten (devletin güvenlik güçlerinden de) önce görüp uyarılarını yapmalarıdır. Türk sosyalistlerinin en azından bir kısmı ise bu konuda sabıkalıdır.
Şimdi bir de diğer “öteki”ye, komünizme bakalım. Ziya Gökalp’ın daha l918’de yaptığı “Kızıl tehlike” uyarısını bir yana bırakırsak, Cumhuriyetin başından beri Türk milliyetçilerinin komünizmi bir “tehlike” olarak algıladıklarını ve onunla mücadele ettiklerini görürüz. l990’ların başında Sovyetler Birliği’nin çökmüş olması, o tarihten önce komünizm diye bir tehlikenin bulunmadığını göstermez. l990’dan sonraki duruma bakarak daha önce komünizmle yapılan mücadelenin gereksiz olduğunu ileri sürmek tam bir anakronizmdir. l917’de Rusya’da kurulurken milletlere istiklâl vaad eden komünizm, ilk iş olarak, bağımsız devletlerini kurmuş olan Azerî, Başkurt, Özbek, Kazak vb. Türk topluluklarının ülkelerini işgal etmiş ve yalnız Türkleri değil, birçok Moğol, Fin, Sibirya, Kafkas ve İslâv kavmiyle birlikte Gürcüleri ve Ermenileri de hâkimiyeti altında tutmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nda Estonya, Letonya, Litvanya, Moldova ve Tuva’yı da işgal eden Ruslar birkaç yıl içinde Polonya, Doğu Almanya, Çekoslovakya, Macaristan, Romanya ve Bulgaristan’ı da hâkimiyetleri altına almışlardır.
Doğan Kitapçılık yayınları arasında çıkan “Komünizmin Kara Kitabı”na göre bu rejim tarafından öldürülen insanların bilânçosu şöyledir: SSCB: 20 milyon, Çin: 60 milyon, Vietnam: 1 milyon, Kuzey Kore: 2 milyon, Kamboçya: 2 milyon, Doğu Avrupa: 1 milyon, Lâtin Amerika: 150 000, Afrika: 1,7 milyon, Afganistan: 1,5 milyon, uluslar arası komünist hareket ve iktidarda olmayan komünist partiler: 10 000. Toplam yüz milyona yaklaşan cinayetin suçlusu olan komünizm de görüldüğü gibi Türk milliyetçilerinin yarattığı bir “öteki” değildir. Burada da milliyetçilere yüklenebilecek yegâne suç, onların bu tehlikeyi de herkesten önce görüp gerekli uyarıları yapmış olmalarıdır.
Komünizmin Türkiye’de yasak olduğu dönemlerde Türk milliyetçilerinin komünistlikle suçladığı kimseler rahatlıkla bunu inkâr edebiliyor ve iftiraya uğradıklarını söyleyebiliyorlardı. Bugün doğrudan doğruya Marksist kökenli araştırıcılar tarafından yapılan araştırmalar, vaktiyle Türk milliyetçilerinin komünist dediği kimselerin gerçekten komünist olduklarını ortaya koyuyor. Moskova muhabiri Cenk Başlamış’ın KGB arşivlerine dayanarak Milliyet’te yazdığı haberler Barış Derneği ile Behice Boran yönetimindeki İşçi Partisi’nin Sovyetlerden para aldığını da göstermiştir. Esasen bugün basının köşe başlarını tutan birçok Marksist vaktiyle yaptıklarını itiraf da etmekte, Che Guevera’nın en büyük idolleri arasında bulunduğunu yazmaktadırlar. 1980’den önce komünistler Marks, Lenin, Mao, Guevera posterleri taşıyarak Türk devletine karşı silâhlı mücadele de yürütmüşlerdir. Hiç kimse darağacında masum fidan değildir; bunların birçoğu eli silâhlı militanlardı. O hâlde Türk milliyetçilerinin yarattığı bir “öcü”, bir “öteki” yok; dışarıdan para alan ve silâhlı mücadele yürüten bir düşman vardı.
l960’lardan itibaren Türk entellektüel hayatına da hâkim olan sosyalist kadroyu elbette yekpare bir bütün olarak kabul etmek mümkün değildir. Silâhlı, silâhsız birçok fraksiyona ayrılan sosyalistlerin Mehmet Ali Aybar önderliğindeki önemli bir bölümü, Moskova’nın Prag’ı işgali üzerine (1968) Moskova güdümünden ayrılmış ve yerli bir sosyalizm geliştirmeye çalışmıştır. Başkan Nixon’ın Kızıl Çin’i Birleşmiş Milletler’e alma operasyonundan sonra dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de Maocular Moskova güdümünden ayrılarak önemli bir fraksiyon oluşturmuşlardır. Kendilerini sosyalist olarak gören aydınların birçoğu da hiç şüphesiz herhangi bir dış güçle bağlantılı değildi. Ancak Türkiye’nin entellektüel hayatında sosyalist aydınların büyük bir ağırlık taşıdığı, hepsinin ortak bir cephe gibi göründüğü ve onların yayınlarının, birçok gencin militan olarak yetişmesine hizmet ettiği de bir gerçektir.
1960’tan sonra sosyalist aydınların sanat hayatı üzerinde hâkimiyet kurmaları da Türk sanatı için bir talihsizlik olmuş; Türk şiiri İkinci Yeni ile, Türk romanı sosyal gerçekçi köy romancılığı ile kısırlaşmıştır. Yakın zamanlara kadar biyografik roman, polisiye roman, bilim kurgu romanı bile tanımayan sosyalist romancılığımız köy hayatı, ağa-ırgat saplantısından ancak 1970’lerde kurtulabilmiştir. Yakup Kadri, Halide Edip, Reşat Nuri, Peyami Safa gibi Meşrutiyet ve ilk Cumhuriyet yazarlarının Türk romanında açtığı aydınlık çığır, sosyal gerçekçi köy romanı ile boğulmuş ve tıkanmıştır. Psikolojik romanın Peyami Safa gibi bence dünya çapında büyük bir ismi sis perdeleri arkasında unutturulmuştur. Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor romanlarıyla Türk edebiyatının Alexandre Dumas’sı sayılması gereken Nihâl Atsız bir romancı olarak yok farz edilmiş; onun postmodern romanın öncülerinden sayılabilecek “Ruh Adam”ı da sosyalist sis perdesi içinde gözlerden saklanmıştır. Birkaç ay önce Safiye Erol’u keşfeden Murat Belge eminim ki gayret ederse daha birçok milliyetçi veya “sağ” olarak nitelendirilen sanatçıyı da keşfedecektir.
Türk entellektüel hayatının sosyalist dükalığı, Yahya Kemal çizgisinin büyük şairi Tanpınar’ın romanlarını da çok sonra keşfetmenin ayıbını taşımaktadır. Onlar, Arif Nihat Asya, Mehmet Çınarlı, İlhan Geçer, Mustafa Necati Karaer, Nüzhet Erman, Halil Soyuer, Yavuz Bülent Bakiler, Niyazi Gençosmanoğlu, Bahattin Karakoç, Yetik Ozan, Ali Akbaş, Emine Işınsu, Mustafa N. Sepetçioğlu, Sevinç Çokum gibi daha birçok sanatçıyı “milliyetçi” veya “sağcı” kabul ettikleri için yok farz etmişlerdir. Postmodern romanın büyük ismi Alev Alatlı’yı da bekledikleri çizgide olmadığı için nisyana mahkûm etmek isteyenler onlardır. Vaktiyle sosyalizm adına, şimdi emrinde çalıştıkları patronlar adına sanat ölçülerini ayarlayanlar, bir zamanlar yere göğe koyamadıkları Erol Toy’u acaba şimdi, patronları teşhir eden romanları yüzünden mi unutulmaya terk etmişlerdir?
Sosyalist entelijansiyanın ayıpları elbette bu kadar değildir. Fakat bence onların en büyük ayıbı, haksızlıkları bu kadar açıkça ortaya çıktığı hâlde ve yanlışlıkları bir kısmı tarafından itiraf edildiği hâlde yine de toplumun en doğru düşünen kesimi olarak kendilerini kabul etmeleri ve kendileri gibi düşünmeyenleri peşinen mahkûm etmeleridir. Eski sosyalist, şimdi patroncu entelijansiyanın, Türk entellektüel hayatına ve dolayısıyla Türk basın hayatına tahakkümü altında bunalan bazı “sağ” ve “milliyetçi” yazarların onlar arasında kendilerine yer bulma gayretlerini de her hâlde anlayışla karşılamamız gerekiyor.
Türk milliyetçiliğini eleştirenlerin yanlış, eksik ve ayıpları, elbette bugünkü Türk milliyetçilerinin eksik ve yanlışlarını görmemize de engel olmamalıdır. Milliyetçilerin entellektüel hayattan gittikçe uzaklaştıkları ve milliyetçiliği sadece siyasî ve hattâ gruplara dayalı bir kavga olarak algılamaya başladıkları doğrudur. Tabiî ki bunun anlaşılabilir sebepleri vardır. Bir yandan eğitim politikasının millî kültürü (hattâ sadece kültürü) vermekten uzak olması, gençlerin milliyetçi olarak yetişmelerini engellemektedir; bir yandan da entellektüel hayata ve basın yayın ortamına hâkim olan sosyalist kökenli entelijansiyanın, milliyetçi kültür oluşumlarını yok sayarak yeni ve yetenekli gençlerin ancak kendileri gibi olurlarsa başarılı olabileceklerini dayatması, milliyetçiliğe yöneleceklerin önünü kesmektedir. Bütün bu anlaşılabilir sebeplere rağmen Türk milliyetçilerinin, bugünkü entellektüel hayatta varlık gösteremedikleri çok açık bir gerçekliktir ve bence bu milliyetçilerin en büyük problemidir.
Bir kere milliyetçilik her şeyden önce bir kültür meselesidir. Bir başka ifadeyle milliyetçi olmak belli bir kültür seviyesini gerektirir. Milleti sevmek “milliyetçilik” değil “millî duygu” olarak adlandırılabilir. Milliyetçilik ise millî duygunun şuurlu hâle gelmiş, fikir sistemine dönüşmüş biçimidir. Bunun için de belli bir kültüre ihtiyaç vardır. Demek ki her şeyden önce milliyetçiliğin mahiyeti icabı kültür ve bunun bir sonucu olan entellektüellik gereklidir. Daha sonra da başarıya ulaşmak için entellektüellik şarttır. Kültürün ve entellektüel birikimin önemini inkâr veya ihmal eden bir milliyetçi hareket geçici bazı başarılar elde etse de sonunda başarısız kalmaya mahkûmdur. Türk demokrasi hayatında en büyük çoğunlukla iktidar olan Demokrat Parti’nin bile, entellektüel bir zümreden mahrum olduğu için ancak on yıl dayanabilmiş olması bunun en tipik örneğidir. %18 gibi büyük bir başarıya ulaşan Milliyetçi Hareket Partisi de bugün entellektüel bir zümreden mahrum olmanın sıkıntısını yaşamaktadır. Birkaç büyük gazete ve bazı köşe yazarları tarafından gündeme getirilip övülmeyi yeterli sanan MHP yöneticileri, ilk (medyaya) aykırı duruşlarında silkelenip bir kenara atılıvermişlerdir. İş sadece bununla kalmamış, onların şahsında Türk milliyetçileri aşağılanmış ve “o kafa” olarak nitelenmeye başlanmıştır.
3,5 yıllık iktidar dönemlerinde, entellektüel eksikliği gidermenin çarelerini aramayanların, hattâ böyle bir kaygı taşımayanların seçime 50 gün kala ciddî bir günlük gazete çıkarmayı akıl edebilmeleri şaşırtıcıdır. Meseleye, basın hayatına hâkim olan sosyalist kökenli entellektüellerin ön yargılı yaklaşımları olarak bakmak kâfi değildir. Entellektüel birikimden yoksunluk Türk milliyetçileri için bugün çağdaş olup olmama ve dolayısıyla bir ölüm kalım meselesidir.
———————————————————–
Orkun, 56. Sayı, 2002