Milliyetçilik ve Modernleşme İlişkisi Üzerine[i]
Doç.Dr. İnci Özkan KERESTECİOGLU[ii]
Son yirmi yılda milliyetçilik çalışmalarında belirgin bir artış gözleniyor. Sosyal bilimcilerin milliyetçiliğe olan ilgisi kuskusuz toplumsal gerçekliklerle paralel gidiyor. Milliyetçilik hareketleri yeni bir milliyetçilik dalgası ile karşı karşıya olduğumuzu ileri sürecek kadar yoğunlaştı. Üstelik bu durum, belirli bir bölge ile de sinirli değil. Çok farklı toplumsal koşullara sahip, farklı coğrafyalar milliyetçilikten kaynaklanan sorunlar yaşıyor.
Yeni dönem milliyetçilik hareketleri; kimliklerin tanınması, fundemantalizmin yükselişi ve tabii modernitenin krizi gibi temalarla birlikte gündeme geliyor. İlk bakışta birbirinden farklı görünen bu temalar arasında, aslında yakın bir ilişki var. Yaşanan süreci milliyetçilik değil de etnik ve dinsel alanın siyasallaşması olarak kavramsallaştırırsak, bu ilişkiyi daha açık görmek mümkün olabilir.
Etnik ve dinsel kimliklerin yani kültürel alanın siyasallaşması sürecini nasıl değerlendirebiliriz? 1960’larin başlarına kadar sosyal bilim dünyası bu konuda oldukça net gözüküyordu. Bu kimlikler pre-moderndi ve o meşhur, “sorunsuz” doğrusal ilerleme içinde modern topluma asimile olacaklardı. Zihniyet dünyasında rasyonelleşme anlamına gelen modernleşme süreci ister istemez bu “duygusal” kimliklerin çözülmesine yol açacaktı. “Ulusal kimlik” rasyonellesme sürecinde hâkim hale gelirken, etnik ve dini kimlikler bu kimlik içinde eriyecekti. Oysa hepimizin bildigi gibi gerçekler bu senaryoya uymadı. Dini ve etnik canlanma, dünyanın çok farklı coğrafyalarında görünürlük kazandı. Bu durum, modernitenin krize girdiğinin en önemli işaretlerinden sayıldı.
Modernite mantığıyla uyumsuz görünen bu gelişmelere modernitenin bir ürünü olarak bakmak yeni açılımlar sağlayabilir. Başka bir deyişle, bu gelişmelere, moderniteye karsi durmak açısından değil de hâkim modernlik yaklaşımlarına eleştirel bir okuma yapmak güdüsünden hareketle yaklaşmak iki kutuplu, siyah- beyaz değerlendirmelerin çıkmazından kurtulmaya yardımcı olacaktır.
Modernleşme ve milliyetçilik süreçlerinin belirginleştiği ve kitleselleştiği 19. yüzyıl Bati Avrupa coğrafyasındaki gelişmelere bakmak, bugünü kavrama açısından önemli ipuçları sağlayabilir.
Öncelikle modernleşme ve milliyetçiliğin birbirleri ile ilişkili süreçler olduğunu belirtmek gerek. Modernleşme ve milliyetçilik ilişkisi, milliyetçilik çalışmalarında üzerinde durulan konuların başında geliyor. Hatta bu konudan hareketle milliyetçilik yazınını sınıflandırmak mümkün. Çok genel olarak iki yaklaşımdan söz edilebilir. Milleti evrensel bir kategori olarak ele alanlar ve milleti tarihsel yani “modern” bir olgu olarak değerlendirenler. Bu iki yaklaşımın ayrım noktalarını dün-bugün-yarın arasında kurdukları ilişkiden hareketle açıklayabiliriz. Milletin köklerinin hatırlanamayacak kadar eski olduğunu ileri süren ilk yaklaşım açısından dün; bugünü ve yarını belirleyen özel bir zaman dilimidir. Millet “dün” varoldugu için bugün de vardır. Milliyetçilik bunu farketmeyi sağlar; “uyuyan güzeli uyandırır”. Bugünün yeni kuşakları eski etnik temellerle sınırlandırılmıştır; onun üzerinden yeni bir şey kurabilirler.
Bu yaklaşım milletlerin etni ile olan bağını öne çıkarır; etni ile millet kategorileri arasındaki ayrim sadece bir nüanstır.[1] Burada, yöntemsel açıdan, milliyetçi söylemin kendisine çok fazla önem atfedildiğini söylemek gerekiyor. Milliyetçi söylemin kendisi bir gerçeklik olarak kavranir. Bu oldukça “içeriden” bir bakıştır, yaklaştığı konuya bir “mesafe”yi içermez. “Mesafe” sorunu konu milliyetçilik olunca özellikle önem kazanıyor. Milliyetçilik çalışmalarının uzunca bir dönem milliyetçi ideolojinin hâkimiyeti altında gelişmesi bu mesafeyi sağlamanın ne kadar zor olduğunun bir göstergesi.
Bu çalışmanın da paylaştığı ve milliyetçilik yazınında, özellikle 1980’lerden itibaren hâkim olan, milletin ve milliyetçiliğin modernliği yaklaşımı açısından ise dün-bugün-yarın ilişkisinde, öne çıkan bugündür. Geçmiş önemli değildir. Milliyetçiler etnik mirası kullanmada özgürdür. Etnik geçmiş, bugünün ihtiyaçlarına, endişelerine yanıt vermek üzere kurgulanır/kullanılır. Bugün, kendi imajında dünü yaratır.
Bu ekol içinde yer alan milliyetçilik çalışmaları, modernleşmenin çeşitli yönlerini öne çıkartarak, toplumsal örgütlenmenin “millet” etrafında gerçekleşmesinin maddi koşullarını belirlemeye çalışırlar. Kimi, milliyetçiliği kitle iletişiminin yaygınlaşması sonucu ortaya çıkan beklentilerin ifadesi olarak değerlendirirken[2], kimi, sanayi toplumunun ihtiyaç duyduğu kültürel homojenliği sağlamaya yönelik ideoloji olarak ele alır.[3] Bir başkası “millet kurgusu”nun ancak kapitalist yayıncılığın yaygınlaşması ile mümkün olabildiğine dikkati çeker.[4]
Milliyetçiliğin kendisini nasıl tanımladığı konusu, sözü edilen çalışmaların ana eksenini oluşturmaktan çok uzak. Dolayısıyla, milliyetçiliğe oldukça mesafeli bir yaklaşım. Milliyetçiliğin bağlamını, yani hangi toplumsal koşullarda varolabildiğini gün ışığına çıkarmaya çalışan -ki buna ihtiyaç olduğu çok açık; milliyetçilik uzunca bir süre alacakaranlıkta yaşadı -bu perspektif, ister istemez söylemi bir kenara atıyor ve daha ziyade olgu ile uğraşıyor. Oysa milliyetçiliği anlamanın yolu her iki düzeyin – söylem ve olgu – birlikte ele alınmasından geçiyor. Milliyetçiliğin kendini ifade etmesinde kullandığı değerler, dil, varsayımlar ile yaratmış olduğu toplumsal sonuçlar arasındaki ilişkiyi, daha doğrusu çelişkiyi saptamak, milliyetçiliğin gücünün – hem insanlara ulasma, hem iki yüzyıldır dayanıklı ve gündemde bir söylem olarak kalma anlamında -ve kırılganlığının anlaşılmasında anahtar.
Milliyetçilik söyleminin, modernleşme sürecine etkisini kavramak için, milliyetçiliğin hâkim/etkin bir ideoloji haline geldiği 19. yüzyil Bati Avrupa coğrafyasının zihniyet dünyasına nüfuz etmek gerekir. Bu dönem insaninin dünyaya bakisi, özellikle zamanı kavrayışı yani tarih anlayisi ve gelecek kurgusu, milliyetçilik söylemine ana rengini verir.
19. yüzyil Avrupa düşüncesinin en belirgin özelliği sentezci olmasıdır. Hegel’de en tipik örneğini görebileceğimiz bu düşüncede, tarih, toplumun yaşamına hükmünü geçiren bağımsız bir değişken olarak belirir. Geleneksel toplumdaki “yazgı”nın yerini, modernleşen, sanayileşen, pozitivist 19. yüzyıl toplumunda, tarih alir. Tarih, yazgıyı dünyevileştirmiş, bilimsel bir kilifin içine sokmuştur. Bu yolla; geçmiş, simdi ve gelecek arasında, dinsel kaynaklara basvurmadan yeniden bir bütünlük sağlanmıştır.[5]
Geleneksel düşüncenin darbelere maruz kalması ve dokunulmazlığının kaldırılması, Rönesans’tan itibaren başlatılır. Bunu daha eskilere, paradoksal biçimde Hıristiyan Ortaçağa kadar taşımak da mümkün.[6] 18. ve 19. yüzyıllar ise daha önceki dönemlerde kısmi kalan darbelerin adeta kitleselleştiği bir zamandır. Gelenekselliğin her şeyi olduğu gibi sürdürme anlayışının yerine, sürekli değişim anlayışı geçmektedir. Düzen üreten bir toplumsal durumdan, her seyin değişime açık hale geldiği, toplumsal yapının kırılganlaştığım, düzensizlik üreten bir toplumsal duruma geçiş söz konusudur. Modernlik “kalıcı olan”ın yıkılısı geçici olanın kurallaşmasıdır. Ancak düşünce dünyasındaki, toplumsal muhayyiledeki değişimlerin yavas işlediğini unutmamak gerekiyor. 18. ve 19. yüzyılın entelektüel alışkanlıkları alışılmışın dışına ender olarak çıkar. Arendt’in de belirttiği gibi, yeni olgular eski kavramlarla açıklanmaya ve anlaşılmaya çalışılmıştır.
“Süreksizliğin”, “değişkenliğin” yaşamın kuralı haline geldiği bir dönemde, düşüncede süreklilik arayışı vardır ve diyalektik mantık, tez-antitez-sentez zinciri ile bu arayışa yanıt verir. Düşünce sisteminde sağlanan bu süreklilikle, toplum adeta değişken dünyanın yarattığı belirsizliklerden, kopukluklardan, atomlaşmadan kendini korumaya çalışır. Yani bir anlamda gelenekselliği sürdürür. Milliyetçi söylemin en önemli niteliği de, gelenekselliği sürdürmesidir. Milletin en eski köklerine inen ve oradan çıkardığı olayları simgeleştiren, kahramanlaştıran milliyetçilik, geçmişi sadece geçmiş olarak değil, bugünü ve yarınları haber veren bir dönem olarak kurgular.
Sentezcilik, romantik seçicilik, abartılı ve kesin ifadeler, tüm bu özellikler milliyetçi söylemi dünyaya net bakan bir söylem haline getirmektedir:
Belirsizliklerin içindeki bireyin önüne tartışmasız bir harita çıkartır; kararsız toplumsal durumları kararlı durumlarmış gibi sergiler. Söylemdeki açıkça anlaşılabilirdik, onun halk katında islemesini kolaylaştırıcı bir etmendir.
“Yaratmak”, “yapmak”, 19. yüzyıl anlayışına ana rengini veren fiillerdir. Efsaneleştirilmiş tarih anlayışı, romantizmle bir arada dönüşüm toplumunun tarih yapmaya, yarını kurmaya yönelik ritüellerine kaynak oluşturur. Bu bağlamda milliyetçilik, dinsel bir ayin gibi örgütlenmiştir. Bu ayin, yönetici seçkinler ve halkı bir araya getirir. Milliyetçilik köprü fonksiyonunu zaman ve mekân içinde olduğu gibi, seçkin ve kitle arasında da görür.
Milliyetçiliği sadece bir “bağ”, bir “köprü” gibi tanımlarsak eksik bir tanım olur. Söylemin bağları koparan, köprüleri yıkan özelliğini de ayni anda akılda tutmak gerekir. “Birleştirici kutsal”in değişmesinde, din ve yerel kaynaklı olmaktan çıkmasında milliyetçilik başrolü oynar. Bu başroldeki repliklerini geleneksel dünyanın “alışılmış”, “benimsenmiş” dili ile kurarken, aslında geçmişi günün ihtiyaçlarına ve ilerleme fikrine uygun bir biçimde kurgulamaktadır. Yani milliyetçilik son tahlilde modernleştirici bir söylemdir.
Bu noktada, milliyetçiliğin modernleşmenin sağladığı çerçeve olmadan kitlesel ve hâkim bir ideoloji haline gelmesinin olanaksızlığını olduğu kadar, modernleşmenin de milliyetçilik olmadan yeşermediğini teslim etmek gerekiyor. Modernleşme hiçbir zaman sadece modern fikirlerle, kurumlarla isleyen bir süreç olmadı. Son iki yüzyıllık deneyimin bize gösterdiği gibi, modernleşme süreci modern araçlarla aşamadığı çıkmazlarından geleneksel söylemlerle ve çoğu zaman da milliyetçiliğin kurgularına, senaryolarına başvurarak çıkmaya çalışır.
Modernleşme ve milliyetçilik arasında mantıksal olarak zorunlu bir bağ kurmak söz konusu olmasa da, milliyetçiliğin gündemde olmadığı bir modernleşme tecrübesine tanıklık etmemiş olmamız, modernleşmenin milliyetçiliği gözardı ederek kıvranılamayacağının önemli bir işareti.
Milliyetçiliğe modernleşme perspektifinden bakan sosyal bilim yazınının vurgusu “milletin modernliği” üzerinedir. Milliyetçiliğin milleti hakim toplumsal formasyon haline getirme çabasında kitle iletişimi, kitle kültürü, temel eğitim gibi modernleşme göstergelerinin vazgeçilmezliğini vurgular. Yani modernlik olmadan milliyetçilik olamayacağının dolayısıyla milletin tarihsel bir kategori olduğunun altını çizer. Bu yaklaşımlara temel bir itiraz taşımamakla birlikte, vurguyu modernleşmenin milliyetçiliğe olan ihtiyacına yapmanın, hem milliyetçiliği hem modernleşmeyi anlama serüvenimize ufuk açıcı bir etki yapacağını düşünüyoruz.
Bu noktada modernleşmeyi yaşadığı krizlerden itibaren okumak, milliyetçiliği de bu krizlerde gördüğü işlevden çıkarak değerlendirmek anlamlı bir çerçeve gibi gözüküyor. Modernleşme süreci ile beliren kimlik, katilim, nüfuz, meşruiyet krizlerinin çözülme biçiminde milliyetçiliğin izlerini sürmek mümkün. Kuskusuz bunların hepsi bir bütün ve genel bir toplumsal durumu anlatıyor. Sadece geçerken değinelim: Milliyetçilik, modernleşme sürecinde katilim ve nüfuz arasında yaşanan gerilime formül bulmaya çalışan bir ideoloji olarak belirir. Bu bağlam, meşruiyet anlayışını dönüştürücü bir etki yaratır.[7] Biraz açmak gerekirse, milliyetçilik, kitlelere kolay ulasan üslubuyla onları harekete geçirir ve katilim imkânları yaratır. Öte yandan, sanayileşme ile ortaya çıkan yeni toplumsal sınıfların, grupların katilim ve eşitlik talebini, siyasal sistem açısından “kabul edilebilir” kılan bir çerçeveye sokar. Siyasal sistemin hegemonik ideolojisi haline geldiğinde ise bu talepleri yönlendirir, sınırlandırır. Yani milliyetçiliğe siyasal açıdan iki yönlü bir okuma yapmak gerekir. Katilim yaratıcı, yönlendirici vasfi ile bu katilimi kontrol altına alacak mekanizmaları hazırlayıcı vasfı, yani, iktidarın topluma nüfuz etme aracı olması birlikte değerlendirilmelidir. Bu noktada, milliyetçiliğin demokrasinin vazgeçilmez, doğal bir parçası olduğu fikrinin de, demokrasi önünde bir engel yarattığı görüsünün de eksik ve güdük kaldığı açıktır.[8]–[9]
Milliyetçilik aslında eşitlik taleplerinin yoğunlaştığı bir ortamda gündeme gelir. Bir yandan eşitlik taleplerinin yeni kanalı olurken bir yandan dışlayıcı mantığıyla onun üstünü örter. Eşitlik modernitenin en önemli vaadidir. Tocqueville’in deyisiyle modern toplumun tutkusudur. Eşitsizlik ise bir toplumsal gerçeklik olarak kendini, geleneksel toplumun koruyucu, meşrulaştırıcı kılıfından uzak bir biçimde tüm acımasızlığıyla dayatır. Bir başka nokta ise, bireye yüklenen değerdir. Oysa modern toplumun tekno-bürokratik örgütlenmesi bireylerin rolünü azaltma eğilimindedir ve bu ciddi krizlere yol açar. Aron’un da dediği gibi “birey eşitlik kadar kisilik de ister. Anonim, değiştirilebilir bir varlık değil, kendisi olmak ister.
Modern toplumun daveti soyut evrenselliktir; buna karşılık somut realitesi kişisel, ulusal, dini ya da etnik köklerin israrla sürmesidir. Yani bir yanda rasyonelleşme ve sekülarizasyon öte yanda tutku ve duygu. Paradoksal biçimde; etno-dini hareketler modernitenin temel bir istikrarsızlığına işaret edip onu güçlendirirken moderniteye özgü değerlere dayanan yeni davranış modellerine davet eder; bireycilik, tanınma ve güvenlik arayisi. Aslında tüm bu hareketlere, moderniteyi kendi varsayımlarını gerçekleştirmeye zorlayan gelişmeler olarak bakmak mümkün. Kuskusuz bu arayışa cevap verecek olan, etnik-dinsel hareketlerin “milliyetçi” aktörleri değil, bu hareketler dolayımıyla gündeme gelen talepleri önemseyen, onları modernitenin sınırlarını ve imkânlarını yeniden tanımlama amacıyla dönüştüren bir siyasetin temsilcileri olabilir.[10]
Dipnotlar
[1] 1 Bu yaklasimin en tipik ve verimli yazari Anthony Smith’dir. Yazarin çok sayıdaki çalismalari arasinda, özellikle bu konuyu ele aldiklari için bkz. “The Nation, Invented, Imagined, Reconstructed?” in Marjorie Ringrase and Adam J. Lerner (ed) Re-imagining the Nation, Open University Press. The Ethnic Origins of Nations, Oxford: Blackwell, 1986. “The Ethnic Sources of Nationalism”, Survival, vol.35, no.1, 1993. Ethnicity and Nationalism, Leiden: E. J.Brill, 1992. “The Origins of Nations”, Ethnic and Racial Studies, vol.12, no.3, 1989. Ayrica Türkçeye çevrilmis çalismasi Milli Kimlik, Istanbul: Iletisim Yayinlari, 1994. Smith’le benzer yaklasimi benimseyen bir baska yazar John Armstrong, Nations Before Nationalism, Chapel Hill: University of North Carolina Press, 1982 ve Walker Connor, Ethnonationalism, Princeton University Press, 1994.
[2] Karl Deutsch, Nationalism and Social Communication, New York, 1953.[3] Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk, çev. B.E.Behar ve G.G.Özdogan, İstanbul: Insan Yayinlari, 1992.[4] Benedict Anderson, Hayali Cemaatler, Milliyetçiligin Kökenleri ve Yayilmasi, çev. İskender Savasir, İstanbul: Metis Yayinlari, 1993.
[5] Modernitenin gelenekselligi devam ettirdiginin, baska bir ifadeyle modernligin geleneksellikten itibaren kuruldugunun bir isareti olarak degerlendirilebilecek bu bütünlük arayisini Hannah Arendt’in ünlü makalesi, hayranlik uyandiran bir çarpicilikta anlatir. Bkz. Hannah Arendt, “Gelenek ve Modern Çag” ve ayrica “Tarih Kavrami: Antik ve Modern”, Geçmisle Gelecek Arasinda içinde, çev. B.Sina Sener, İstanbul: Iletisim Yayinlari, 1996.
[6] Bu tür yaklasimlarin nitelikli bir örnegi için bkz. Krishan Kumar, Sanayi Sonrasi Toplumdan Post Modern Topluma Çagdas Dünyanin Kuramlari, çev. Mehmet Küçük, Ankara: Dost Yayinlari, 1999, özellikle 4. bölüm.
[7] Modernlesme sürecinde yasanan krizleri çözmede, özellikle mesruiyet krizine verilen yanitta milliyetçiligin islevine deginen bir yazi için bkz. Edward Shils, “Nation, Nationality, Nationalism and Civil Society”, Nations and Nationalism, vol.1, no.1, 1995.
[8] Milliyetçilik ile demokrasi arasinda “olmazsa olmaz” bag kuran bir yaklasim için bkz. Dominique Schnapper, Yurttaşlar Cemaati, çev. Özlem Okur, İstanbul: Kesit Yayincilik, 1995.
[9] Raymond Aron, “Les Desillusions du Progres”, Paris: Calmonn-Levy, 1965, s.14’den aktaran Dominique Schnapper, “The Significance of the Ethnoreligious Field in Nation- building”, International Journal of Sociology, vol.24, no.2-3, Summer-Fall 1994, s.72.
[10] Böyle bir siyaset anlayisinin izlerini, daha ziyade kurumsal olmayan, parlamento disi alanda faaliyet gösteren ve “bireyin kendini gerçeklestirmesi” perspektifine sahip “yeni
[i] I.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi No: 23-24 (Ekim 2000-Mart 2001)
[ii] İstanbul Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü, Siyaset Bilimi Ana Bilim Dalı