Ayşe SAMİHA
Bayrak şâirimiz Ârif Nihat Asya’nın;
“Eserdir, ki etmiş eden, i’tinâ:
Bu hatlar, ne hoş inhinâ, inhinâ!”
mısrâlarını, koca Sinan’ın eserlerine her bakan, asırlar ve nesiller boyunca duymuş ve de hissetmiştir. Bu, bugün de aynıdır, yarın da aynı olacaktır. Selîmiye’yi ve Koca Sinan’ı sâdece gözümüzle görmez, aynı zamanda kalbimizde duyar ve hissederiz. Koca Sinan, tüm varlığı ve haşmetiyle mâbedinin her taşında, her motifinde bize göz kırpmaktadır. Selimiye Camii de Sinan’dan bizlere mîrâs kalan o muhteşem eser; o mermeri yumuşatıp petek petek işleten, çinileri lâle bahçesine döndüren mahâret ehli, minârelerini milimetre dahî ne ileri ne geri kaydırmadan diken usta, kubbesini tam esaslı yerli yerine oturtan o zekâ ehli, o ilim ve irfan ehli olan koca Sinan’ın muhteşem eseri olan Selîmiye Camii’nin gölgesindeki Selîmiye Vakıf Müzesi’ni ziyâret sırasında gördüklerimi yazmak boynumun borcu oldu.
Koca Sinan, eserine i’tinâ etmiş ve de bizlere muhteşem bir mîrâs bırakmıştır. Lâkîn, bizler bu mîrâsın kıymetini biliyor ve de bunu yâre ve ağyâre lâyıkı ile gösterebiliyor muyuz, acabâ? Bu sorunun cevâbını gelin birlikte görelim.
Milletler yalnızca ülke denilen topraklar üzerinde yürüyen insan topluluklarından oluşmaz. Milletleri millet yapan birtakım değerler vardır. Bu değerler zamanla ve de sevgi ve sahiplenme ile tabiî olarak oluşur ve nesiller boyu aktarılır. Vâroluş destanları gibi, bayrak gibi, kahramanları gibi ya da târihine mühür vurmuş millî ve mânevî duruşuna yön vermiş şahsiyetleri gibi… İşte, Mîmâr Sinan gibi…
2017 yılının güzel bir Nisan günü, öğleden sonra gittiğim Selîmiye Vakıf Müzesi, yemyeşil bahçesi ile gelenlere misafirperverliği ile kollarını açıyordu. Fakat, bu güzel karşılama müzeye adımımı attığım ilk dakîkada görmüş olduğum tablo ile buharlaşıverdi ve de akabinde gördüğüm eserlerin tanıtımı için kullanılan dil fâciaları ile yerle yeksân oluverdi. Bugün Selîmiye Vakıf Müzesi girişinde, sağ tarafta ziyâretçileri karşılayan büyükçe bir Mîmâr Sinan resmi ve üzerinde de şu satırlar vardır;
“UYGARLIK MÎRÂSINDA EVRENSEL BİR DEH” ve onu tâkip eden, maalesef kalem ve ilim ehli olmayanlar tarafından aynı anlamı vermeye çalışmış ama başarılı olamamış İngilizce tercüme çalışması yer almakta.
“AN UNIVERSAL GENIUS IN THE HERITAGE OF CIVILIZATION” (MEDENİYETLERİN MÎRÂSINDA EVRENSEL BİR DEHÂ)
Afedersiniz! Hangi medeniyetlerin mîrâsından bahsettiğinizi de yazabilir misiniz acabâ? Mîmâr Sinan her hâldeki duruşu ile milletimize gurûr veren, pek büyük bir uluğ Türk’tür.
Bugün İrlandalıların milli şahsiyeti ve yüz akı olan bilge oyun yazarı Bernard Shaw’un müze olan evini Dublin’de ziyâret ettiğinizde, eve daha girmeden kapıda şu yazı sizleri karşılar; “İrlandalı oyun yazarı”. Napolyon Bonapart deyince Fransız millî kahramânı akla gelir ve müzelerde Napolyon’un Fransız kimliği ön plândadır. İngilizlerin Shakespeare’i kezâ İngiliz oyun yazarı olarak her yerde İngiliz olarak zikredilir. Her millet kendi oluşumuna katkı sağlayan değerlerine kucak açar, sahip çıkar iken koca Sinan’ın medeniyetler mîrâsında bir deha olduğunu söylemek kime hizmet eder! Bu bîgâne tavrınız zülf ü yâre dokunmaz mı? Mîmâr Sinan her hâldeki duruşu ile milletimize gurûr veren, pek büyük bir uluğ Türk’tür.
Yine aynı resim üzerinde müteâkip satırlarda şu yazılar nakledilmiş;
“Bu değersiz kul, Sultan Selîm Hân’ın saltanat bahçesinin devşirmesi olup, Kayseri Sancağı’ndan oğlan devşirilmesine ilk def’a o zaman başlanmıştı. Ben de ilk devşirilen oğlanlardanım.”
Sinan, Sâ’î Mustafa Çelebî’ye söyleyerek yazdırdığı hâtırâlarında (Tezkiretü’l-Bünyân), bunu bizzat kendisi ifâde etmektedir. Lâkin sözün söylendiği mânâ ile bugün ziyâretçilerin bu sözden çıkardıkları mânâ aynı değildir ve bu tutarsızlık yanlış kapılar açmaktadır. Nitekim ziyâretimin ilk dakîkalarında “devşirme” kelimesinin akıllarda yer eden mânâsı, yani bir vatandaşın kafasında oluşturduğu mânâ, o gün ziyârete gelmiş olan bir grubun bu resimdeki yazıyı okur okumaz; “Ben biliyordum, Mîmâr Sinan zaten Ermeni imiş, gördünüz mü devşirme yazıyor!” yorumunu yakıştırması, ve etrafındaki câhil gürûhun da bunu tasdîki, gözlerimin önünde cereyan etti. İnsan düşünmeden edemiyor, bu Vakıf Müzesi’nin girişine bu yazıyı hiç bir açıklama dahî getirmeden koyanlar, bu tür spekülasyonlara sebep olduklarının acabâ farkındalar mı? O koca şâheserin gölgesinde, yanıbaşında sebep oldukları fâcianın büyüklüğünü hiç düşünmediler mi? Bu yazıyı buraya koyanlar acabâ yazıyı aldıkları kaynağı ve de sözün geçmiş olduğu bağlamı, ortamı, mekânı, şartları bir zahmet neden yazmadılar? Düşünemediler mi, yoksa düşünmek mi istemediler?
Bakınız değerli târihçimiz Turgut Güler Beyefendi konu ile ilgili olarak bizleri nasıl aydınlatıyorlar; “Mîmâr Sinan’ın devşirme olduğu doğrudur. Ancak bu, onun gayr-ı Türk olduğunu göstermez. Türklüğün medâr-ı iftihârı azîz Sinan, özbeöz Türk soyundandır. Sultan Murâd-ı Hudâvendigâr Hazretleri’nin saltanatında başlayan devşirme âdeti, Cennet-mekân Yavuz Sultan Selîm Han Hazretleri tahta çıkıncaya kadar, sâdece Rûmeli’nde ve Hristiyan çocukları devşirilerek uygulandı. Cihângîr Yavuz Sultan Selîm Hân, Devşirme Kaanûnu’nda bir değişiklik yaptı ve Anadolu’daki Türk âilelerin çocukları da, devşirilmeye başlandı. Kayseri Sancağı’ndan ilk devşirilen Türk çocuklarından biri, Mîmâr Sinan oldu. Hattâ, Kayseri’ye gelen Turnacıbaşı (devşirme memûru), Sinan’ın babası Abdülmennân Efendi’yi de, İstanbul’a gelen Kayseri kaafilesine dâhil etmiş, baba-oğul birlikte yola çıkmışlardır. Sinan, Sâ’î Mustafa Çelebî’ye söyleyerek yazdırdığı hâtırâlarında (Tezkiretü’l-Bünyân), bunu bizzat kendisi ifâde etmektedir. Edirne Selîmîye Vakıf Müzesi girişindeki bu sözler, bu eserden alınmıştır ve Mîmâr Sinan’ın kendi ifâdesidir. Yavuz Sultan Selîm Hân Hazretleri’ne, büyük bir gönül bağı ile bağlanan Sinan, kendisini, onun “saltanat bahçesinin devşirmesi” olarak takdîm etmektedir. Bu bahçenin sâhibi olan şânlı Yavuz Selîm Hân, ne kadar Türk’se, o bahçenin en nâdîde çiçeklerinden olan Sinan da o kadar Türk’tür. Sinan’ın Türk’lüğünün en büyük delîli, bu kaanûnda, Yavuz Selîm Hân’ın yaptığı değişikliktir. Ayrıca, daha önceki devirlerde Rûmeli’nde, Hristiyan çocuklarından devşirilenler, Türkçe öğrensinler ve Türk-Müslüman yaşayışına intibâk etsinler diye, bir müddet Türk âilelerin yanında tutulurlar, bilâhare Acemî Oğlanlar Ocağı’na alınırlardı. Sinan’ın hayâtında, böyle bir devre olmamış, doğrudan Acemî Oğlanlar Ocağı’na alınmıştır. Bu da, onun Türkçe ve Türklük husûslarında en ufak bir sıkıntısının olmadığını gösterir. Sinan, her hâldeki duruşu ile milletimize gurûr veren, pek büyük bir uluğ Türk’tür.”
“Söyleyin zemâne yolcularına:
Ey Çiftekumrular, ey güvercinler:
Şu tepeye konmuş nazlı kuğuyu
Ürkütmesinler!”*
Dizeleri ile o nazlı kuğunun gölgesinde müze olarak tahsîs edilmiş mekânda, Selîmiye Vakıf Müzesi’nde burayı ziyârete gelen yabancı turistlere bilgi sağlamak, bakın “biz buyuz” demek anlamına gelen İngilizce olarak eserlerin yanlarına yazılmış açıklayıcı bilgilerde düşülen durumun garâbetine dokunmaz isem almış olduğum eğitimin hakkı helâl olmaz.
Ecdâdın eserleri mukaddestir. Biz Türkler târihî eserlere, mezarlara, türbelere saygı gösteririz. Çünkü biliriz ki bu zikredilenler bizim varlığımızın tapu senetleridir. Biliriz ki milleti ve vatanı millet ve vatan yapan bu hâtırâlar, izler ve eserlerdir. Bunun için bu ecdâd eserleri mukaddestir. Bu eserleri koruyup kollamak ve gelen nesillere doğru olarak aktarmak da boynumuzun borcudur. Böylesine hassas bir noktada, böylesine güzel bir eserin gölgesindeki müzede İngilizce’ye tercüme edilmiş cümleler acabâ neden bir ilk okul öğrencisinin dahî yapmayacağı hatâlar ile dopdolu? Tercüme yaparken gerekli olan şartlar vardır; tercümanın tercüme edeceği konuya vâkıf olması, bilgi sahibi olması, doğru kelimeleri seçmesi açısından önemlidir. Tercüman dile hâkim olmalıdır ve dil hatâlarından arınmış bir tercüme çıkartmalıdır ki satırlar insan önüne çıkabilsin. Tercüman “context” yani konu bağlamında bahsedilen paragrafın bütününü okuyarak o bölümü çevirmelidir ki konu “ambiguity” denen ikili, ya da çoklu mânâlara açık kapılar bırakmamalıdır. Burada tercüman vazifesini doğru ve düzgün yapamamış bulunmaktadır. Ancak tercüman bir yerde mâzûrdur, çünkü o vazifesini îfâ edememekle görevini nispeten tamamlamış oluyor. Bundan sonraki kısım, ona bu vazîfeyi verenlerin sorumluluğudur. Tercümana vazîfe veren otorite ehli, bu cümleleri acabâ neden kontrol etmediler? Gerek mi görmediler? Anlamaları mümkün olmadı mı? Yoksa yeterince önemli bir konu değil miydi?
Bugün malesef mevkiinin otoritesini kendi menfaati için kullanan devletli erkânâ pek sık rastlamaktayız. Hiç düşünmezler mi ki, mâziye karşı takınılan bu vurdum duymaz tavır, bu saygısızlık, bu sahiplenememe, hâle ve de istikbâle tâmiri mümkün olmayacak şekilde yansıyacak ve azîz Türk milletinin menfaatleri ile çelişecek sonuçlar doğurabilecektir. Ben bir yabancı turist olarak bu müzeyi gezmiş olsa idim burada gördüğüm yanlış cümleleri tüm dünyâya ilân eder, bu yapılanları kınardım. Koca Sinan i’tinâ etmiş ve muhteşem bir şâheser ortaya çıkarmış, bu gaflet hâli yazık değil mi?
Otoritelerin, devletlilerin düşmüş olduğu bu içler acısı vaziyet karşısında sükût etmek, dilsiz olmak da olmazdı. Varın gelin şu bahsettiğim tercümelere bir bakalım;
İngilizce’de “clock” duvar saati anlamına gelir; “wall clock” diye söylenmez! Geldiği yer; Edirne Merkez Ayşekadın Camii ifâdesindeki “Merkez” kelimesi Edirne’nin ilçeleri, kazaları ve köylerinden dolayı resmi evraklarda Edirne Merkez ibaresi ile ifade edilir. Ancak bir yabancı turiste, Edirne Merkez hele hele “centered” kelimesi ile hiç söylenmez, yanlıştır, adam bunu anlamaz. Her eserin geldiği yer için bu “centered” kelimesi kullanılmış ki, bu Selîmiye Camii için de kullanılmış ve “Edirne Centered Selîmiye Mosque” olarak yanlış ifâde edilmiş. Hiç bir yabancı kaynakta bu şekilde bir ifâde tarzı yoktur, çünki öyle denmez, yanlıştır.
Çini; def’alarca yinelenen “Edirne centered Selîmiye Mosque”, ibaresi pek sık karşımıza çıkmakta! Bu şâheserin adı bu değildir, Edirne Selîmiye Mosque” tur, ya da “Edirne Selîmiye Camii” diyebilirsiniz, yabancılar “camii” kelimesini bizden alıp lûgatlarına ekleyebilirler, bunun bir mahzûru yoktur.
Berât; “Sultan Abdülhamit’s term” yanlış! “Term” kelimesi burada kullanılmaz.
“It is the commission diploma of Mehmet the son of Süleyman for lightening Eski Mosques lights in return of 3 coins.” Elle tutulacak hiç bir tarafı olmayan bu cümle karşısında üzülüyor insan. Böylesine önemli bir mekânda tercümeler bu kadar bîgâne olmak zorunda mı? Ne hazîn! Bu cümlede târihe dikkat etmeyen yabancı bir turist sanki Sultan Süleyman’ın oğlu Mehmet varmış ve bu 3 akçeye eski camilerin (çoğul kullanmış tercüman!) kandillerini yakarmış manasını pek tabi yükleyebilir… Oysa ki buradaki Mehmet burada bir vakitler yaşamış ve vazife almış bir zat-ı muhteremdir. Ola ki hakkında bilgi var, bir kaç satır da ilâve edilmelidir. İki farklı şekilde anlatılmış “berat” kelimesi de dikkatlerden elbette kaçmıyor.
Bugün Selîmiye Camii’nin UNESCO dünya mîrâsı listesinde olduğunu yana yakıla broşürlerin baş köşesine koymayı maharet sanan devletlü ehli unutmamalıdır ki; Koca Sinan evvelâ ve her şeyden önce her hâldeki duruşu ile milletimize gurûr veren, pek büyük bir uluğ Türk’tür.
Selîmiye Vakıf Müzesi ziyâretim sonucunda gördüm ki madde âleminin avcıları mânevi büyüklüklerden çalarak zavallı ruhlarını paçavraya çevirmişler ve kendi hırsızlarının meftunu olmuşlardır. Oysa beşerî zaaflarına neşter vurmayı bilmiş olsalar idi müze girişine konulan ve yanlış tercüme edilen o tabelayı koymak yerine, Selîmiye Camii’nin UNESCO dünya mîrâs listesinde olduğunu yazmak yerine evvlâ bir müslüman-Türk eseri olduğu, yani kendi kimliği ile ortaya çıkarırlardı. Eserimizin UNESCO dünyâ mîrâsı listesinde yer almasından gâfilâne duyulan gurur ve haz yapılan tercümelere yansımamış nedense! Peki dünyadaki eserlere kendi isimlerini takıp takıştıran UNESCO mensûbu zât-ı şâhâneler ziyârete geldiklerinde bu içler acısı vaziyet nasıl açıklanacaktır?
Bugün Gustave Eiffel’in yapmış olduğu Eyfel Kulesi deyince akla ilk gelen Fransa, ya da Paris’tir, çünkü bu kule Fransızların ikonudur, ve adamlar dünya mîrâsı diye bas bas bağırmazlar. Ne garip şu Fransızlar, dünya mîrâsı yapsalar ya! Yapmazlar! Ya da meşhur Pisa kulesi de resimleri gördüğümüzde akla Roma gelir, kulenin girişine sağına, soluna dünya mîrâsı işareti ve notu göremezsiniz… Örnekler çoğaltılabilir, işin özü aynıdır. Dünyaya mâl edeceğiniz eserinizin kimliğini yazmaktan korkmayınız, çekinmeyiniz.
Târih şuûru milletlerin hâfızasıdır. Târih şuûru olan milletler kolay kolay gaflet ve dalâlet içine düşmezler. Bu yüzden bugün çeşit çeşit türlerini görmüş olduğumuz gaflet ve hatta kasıt eli örnekleri karşısında Türk Milleti’nin kendi târihi îmânına, milli ve mânevî şahsiyetlerine sâhip çıkması icap eder.
Umulur ki bu yazı bir hayra vesîle ola, gerekli düzeltmeler yapıla… Koca Sinan’ın azîz ruhları şâd olsun. Söze, Ârif Nihat Asya ile başladık, onunla bitirelim:
“Seller, zelzeleler ne derse desin;
Sen, yine, o eski Selîmiye’sin…
Fakat -târihime, adıma yazık!-
Ben ne Selîm, ne de Sinan’ım artık.
…
Ne bilsin Selîm’ler, ne bilsin Sinan,
Ki avlun bu kadar küçülecekti…
Ey ilâhî kubbe; sana avlu, bir
Kıt’a gerekti!
Kaynaklar
Şiirler; Ârif Nihat Asya-Duâlar ve Âminler