Misafir aslında sefer üzere olan kişidir. O evimize, fakirhanemize uğramış ve bununla bize ve hânemize şeref vermiştir. Evin içinde misafir odası dediğimiz yer zaten ona tahsis edilmiştir. Burası en güzel eşyanın bulunduğu bir mekândır. Hatta bazen eski, antika değerde şeylerin de sergilendiği bir yer olabilir. Hâsılı, misafirin göz zevkini okşayan kısımlarıyla bu oda küçük ve iddiasız bir müzeyi andırır.
Misafire hürmet edilir. Bir dediği iki edilmez. Her ne kadar “Misafir umduğunu değil bulduğunu yer” denilse de o, genellikle umduğundan çok daha fazla izzet ve ikram görür. Misafirin ne kadar aziz tutulduğunu şuradan da anlayabiliriz ki, o on nasiple gelir. Birini yer dokuzunu bırakır. Bu bir halk inanışıdır. Misafirle ilgili daha bunun gibi inanışlar olduğu gibi havluda veya misafir odasının müsait bir yerinde onu azizleyen, kıblenin ne tarafta olduğunu söylerken latife yollu birkaç şey ifade eden beyitler, mısralar da vardır. Bunlardan birkaçı şöyledir:
Safa geldin gözüm nuru kusura hiç nazar etme
Bu yaz burda ye iç eğlen sakın kış gelmeden gitme
Ey misafir kıl namazın kıble bu caniptedir
İşte leğen işte ibrik, işte peşkir iptedir
Misafirim safa geldin başın kaldır tavana bak
Şükür gerdanını gördüm otur artık safana bak[1]
Misafirlere yani sefer hâlinde olan kimselere yardım edilmesi hem dinî, hem vicdâni hem de sosyal zaruretlerdendir. Kuran’da kendisine sadaka verilebilecek kimseler içinde yolda kalmışlar da zikredilir. Hz. Peygamber’in bazı arazilerini yolcular için vakfetmesi[2] de konunun önemini ifade etmektedir. Peygamberimiz bazı hadislerinde misafire ikramı emreder. “Misafir kabul etmeyen insanda hayır yoktur”, “Kendilerine misâfir konmayan (gelmeyen) millet ne kötü bir topluluktur” gibi hadislerle misafirin önemi ifade edilir.[3] Bazı hadislerde de duası kabul olunan zümreler arasında misafirler zikredilmektedir.
Misâfire gösterilen izzet ve ikrâmın özellikle köylerde daha fazla olduğu görülür. Köylüler ellerinde bir şey olmasa bile mevcut şeyleri misafire ikram etmeyi şeref vesilesi sayarlar. Mevlânâ, Mesnevî’sinde köylülerin bu vasıflarına dikkat çeker ve şöyle der: “Şehir halkı, irfan ve edep sahibidir. Köy halkıysa izzet ve ikram ehlidir. Cenab-ı Hak, gariplere ziyafet çekme, onları ağırlama hasletini köylülere ihsan etmiştir. Köylerde her gün, kendilerine Hakk’ın lütfundan başka bir şey erişmeyen bir misafir bulunur. Köyde her gece yeni bir misafir olur. Onlar, Hak’tan başka kimseden bir ümit beklemezler.”[4]
Barbaros Hayreddin Paşa’nın ağabeyi Oruç Reis’in esaretten kurtuluşu sırasında misafir olduğu bir köyün hâli de bu hususta zikredilebilir. Kürek mahkûmu olarak bulunduğu geminin Antalya açıklarına demirlemesiyle bir ara kaçma fırsatı bulan Oruç Reis, yüzerek sâhile gelir. Orada gördüğü bir yaşlı kadın ona “Ey oğul! Zahmetli yoldan gelmişe benzersin. Gel bu gece bana konuk ol” der. Oruç Reis, misafirliği boyunca başından geçenleri yaşlı kadına bir bir anlatır. Kadın bunları duyunca Allah’a şükreder. Barbaros Hayreddin Paşa, bunu anlattığı hatıralarında “O köyün halkı misafiri pek severlerdi. Oruç Reis köyde on gün eğlendi, öyle ki, Oruç Reis’i elden ele geçirip pay edemezlerdi” demektedir. Yaşlı kadın misafirini elinden almak isteyen diğer köylülere sitem eder. Zira yolda kalanları veya hastaları evinde ağırlamak bu kadının âdetidir ve bir tarlasını sadece misafire ikram etmek için ekmektedir.[5]
Köylerde misafirlerin ağırlandığı misafirhanelerden de burada söz edelim. Misafirhanelerde gelen giden yolcuları ağırlayan ve kendilerine “çorbacı” denilen kimseler bulunurdu. Bu ismin yeniçerilikten kaldığı söylenmektedir. Çorbacı, misafirlerin bütün ihtiyaçlarını karşılamakla görevliydi. Yaptığı işe karşılık bir ücret de kabul etmezdi.[6]
Misafirin yanında uyulması gereken bazı edep kaideleri vardır. Bir kere onun yanında bırakın bir insanı azarlamayı bir hayvana bile sert şeyler söylenemez, söylenmemelidir. Eğer aksi vuku bulursa misafir bundan kalben incinebilir. Belki de bundan onun gelmesiyle beraber hoşnut olmadığımızı ima ettiğimizi çıkaracaktır. Bunların ince ve tefarruatta kalan uygulamalar olarak görülmesi mümkündür. Fakat böyle bir durumda sözün de bir ruhunun bulunduğu düşünülmelidir.
Eski zamanlarda davet ettiğimiz misafirin kim olduğuna göre değişen birçok edep kaideleri vardı. Mesela tasavvuf kültüründe kişi kendi mürşidini davet ediyorsa eve kolay kolay başkalarını davet edemezdi. Bu hoş karşılanmazdı. Çünkü her meclisin olduğu gibi tasavvufî meclislerin de kendilerine ait bir havası ve ruhu vardır. Bunlardan anlamayanlar bu meclislerin ruhuna zarar verdikleri gibi diğer misafirlerin elde edeceği huzuru ve feyzi engelleyebilirler.[7]
Misafir ağırlama kültürümüzde yöreden yöreye, coğrafyadan coğrafyaya farklı ve çok zengin bir muhteva ortaya çıkmıştır. Mesela toplumun şehirli ve biraz da zengin kısmında kelimenin karşılığı mihmandır. Eski edebiyatımızda bu kelimenin sıklıkla ve çeşitli tedailerle birlikte kullanıldığını görüyoruz. Mihman olmak[8], eskiden bir yere misafir olmak demekti. Bundan türeyen mihmandar kelimesi misafiri ağırlayan, onu karşılayan kişileri ifade etmede kullanılırdı.
Türkler arasında misafirlere gösterilen bu izzet ve ikramın daha eski zamanlara kadar uzandığını söylemek mümkün. Bu konudaki ilk bilgileri yabancı seyyahların Türkler hakkındaki izlenimlerinde buluyoruz. Abbasi halifesi tarafından İdil Bulgarlarına gönderilen İbn Fadlan, seyahatnâmesinde Oğuzların misafirlere yaklaşımını ele alır. Buna göre bir Müslüman, Oğuzların topraklarında seyahat edecekse kendisine misafir olabileceği bir Türkü dost edinmesi gerekir. Böylece hediye ve ulaşım vasıtası temininde zorluk çekmeyecektir. Türk, misafirine kubbeli bir çadır kurar. Gücü nispetinde de koyun verir. Misafir, seyahatine çıkacağı vakit dostunun hayvanlarından istifade edebilir.[9]
Dede Korkut Hikâyeleri’nin mukaddimesinde “evin tayağı” olan kadınlardan şöyle bahsedilir: “Ozan ivün tayağı oldur ki yazıdan yabandan ive bir konuk gelse, er adamı ivde olmasa, ol anı yidürür içürür ağırlar ‘azizler gönderür. Ol ‘Âyişe Fâtıma soyıdur hanum. Anun bebekleri yetsün. Ocağuna buncılayın ‘avrat gelsün.”[10] Bir kadının evin dayanağı olmasını ve bu şekilde aziz tutulmasını misafirine gösterdiği izzet ve hürmete bağlayan köklü bir gelenekten gelmekteyiz.
Edebî geleneğimiz sefer hâlindeki bu kimselerle ilgili pek çok malzemeye sahiptir. Başta ahlakî ve tasavvufî eserler olmak üzere birçok kaynak misafirin değeri, onun iyi ağırlanması gerektiği üzerinde ısrarla durur. Burada bir örnek olması için Malik Aksel’in Saatnâme’den naklettiği misafirle ilgili şu satırları kaydedelim: “Aç bir konuk gelse karşımızda dursa, âdemoğullarından olsa veya kedi, köpek olsa o da konuktur. Eğer kâfir dahi olsa durmayın ikram ediniz. Yoksa ulu azaba gidersiniz.”[11] Bu izzet ve ikram sayesinde yolculuk hâlindeki birçok insan aç ve açıkta kalmamıştır.
Misafire hürmet ve hizmet, eski dergâh ve tekke kültüründe yoğun olarak karşılaştığımız bir husustur. Erenler, kendi el emeğiyle geçinen insanlardır. Onlar mesela on kaşık yapsalar dokuzundan elde ettikleri geliri, gelen giden misafirlere yedirirler. Ancak, bir kısım ihtiyaçları için ayırdıkları haricinde kazandıklarını misafirlere, dervişlere ve fakire fukaraya ikram ederler.[12]
Her veli, bulunduğu yerde bereketli topraklar gibi yetiştirdiği güzel gönüllü insanlarla ve hizmetleriyle serpilip durur. Orada adeta bir medeniyet inşa eder. Uzak yerlerden gelen yolcuları ağırlamak, onları yedirip içirmek genelde onların vazifesidir. Nitekim Hacı Bektaş-ı Velî Velâyetnâmesi’nde geçen Ahmed Yesevî’yle ilgili şu satırlar bunu göstermektedir: “Sofrası açık birisiydi. Misafir ve çevreden gelenleri, yemeksiz göndermezdi. Sofra kurulduğu zaman, kendisi bunlardan yemezdi.”[13] Bu hususun Yesevîlik geleneği içinde önemli bir yerinin olduğu ve daha sonra Anadolu ve Balkanlarda teşekkül etmiş tasavvufî hayatı belli ölçüde etkilediği düşünülebilir. Hazînî, Yesevîlik âdâbını ve menkıbesini anlattığı Cevâhirü’l-Ebrâr’da tarikatın müstehapları olarak şunları söyler:
“Tarikatın müstehapları da altıdır. Birincisi sevinç ve mutluluk içinde yani şenlikle misafir gözetmek; ikincisi elinden geldiği kadarıyla misafir kabul etmek; üçüncüsü misafir ne kadar fazla durursa bunu ganimet bilmek; dördüncüsü misafiri evden kırk adım uzaklığa kadar uğurlamak; beşincisi misafirin hatırını hoş tutmak; altıncısı da Ahmed Yesevî’ye ve şeyhe dua etmek.”
Dervişler bazen şeyhlerini ziyarete gelir, bu ziyaret ve yolculuklar tarikat kültürü içinde bazı uygulamaların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Nitekim tasavvufî eserler ve tekke-dergâh kültürüyle ilgili kaynaklar gösteriyor ki, geniş Osmanlı toprakları üzerinde uzun seyahatlere çıkan pek çok derviş büyük bir hareketliliğin doğmasına da zemin hazırlamışlardır. Bu da tasavvufî hayatın ve tarikatların başka şehirlerde yeşermesini sağlayan faaliyetlerdendir. Velâyetnâme’de Hacı Bektaş-ı Velî’nin kendini ziyarete gelen dervişlerle ilgili şöyle bir anekdot anlatılır:
“Hacı Bektaş Velî bazen Kadıncık Ana’nın evinde, bazen yakındaki halvethanede, bazen de kızılca halvette kalırdı. Onun velâyetini ve kerâmetlerini işitenler ziyaretine gelip hayır duasını ve himmetini alırlardı. Hünkâr’ın sevenleri gittikçe çoğalmaktaydı. İdris ile Kadıncık Ana gelenleri karşılar onları ağırlardı. Onlara sofra açar, yedirir, içirirdi. Sofra açar, bal ve yoğurt yedirerek ikramda bulunurdu. Misafire bal ve yağ getirmek Kadıncık Ana’nın âdetiydi. Bu gelenek hala uygulanmaktadır. Sofralar kalktıktan ve dua edildikten sonra, gelenlere tekrar hoş geldiniz derlerdi. Bu şekilde âdet olmuştu. Bir gün Hünkâr’a, ziyaret edip hayır duasını almak için bir grup derviş geldi. İdris ile Kadıncık gelen dervişleri ve topluluğu karşıladılar. Misafirhaneye oturttular. Hünkâr gelince hepsi ellerini öptüler, ayaklarına yüz sürdüler, hayır duasını, himmetini aldılar. Hünkâr sofra getirilmesi için işaret etti. Kadıncık, Hünkâr’ın dediğini duydu “Erenler şahı bugün evde ekmek yok, un da kalmadı. Değirmene tahıl gönderdik ama gidip alamadık. Bal ve yoğurt var ama ekmeğimiz yok” dedi. Hünkâr, “komşulardan ödünç alın” deyince, aradılar fakat ne un ne de ekmek bulamadılar. Kadıncık durumu gelip erenlere anlattı.”[14]
Nihayet çuvallar silkelenmiş elde edilen bir avuç un tekneye konulup hamur yapılmıştır. Teknenin üzerine bir örtü örtülmüş ve Hünkâr, elini tekneye sokup hamurun üzerine koymuş ve “Bismillahirrahmanirrahim” demiştir. Kadınları ve kızları çağırarak hamurdan ekmek yapmalarını istemiş onlar da kırk gün boyunca o hamurdan ekmek pişirmişlerdir.
***
Türk misafirperverliğiyle ilgili bazı önemli notları Mehmed Emin Efendi’nin “İstanbul’dan Orta Asya’ya Seyahat” adlı kitabında da okuyoruz. Mehmed Emin Efendi’nin seyahatine imkân tanıyan en önemli şey, Türkmenler arasında yaygın olan misafir ağırlamaya yönelik âdetlerdir. Çölde yaşayan Türkmenler bunlara sıkı sıkıya bağlıdır. Mehmed Emin Efendi, bununla ilgili seyahatnâmesinde şu ilginç bilgileri kaydeder: “Türkmenlerin misafirperverlikleri malûm ya… Kendini bir yere misafir kabul ettirmek için başka bir külfet yoktur. Misafir olmaya münasip bir zatın ismini ve avulunu öğrenip kırk yıllık ahbap imiş gibi hemen hanesine varmalı ve selâm verip Tanrı misafiri olarak kabul etmelerini söylemelidir. Bu kadarı yeterlidir.”[15]
Mehmed Emin Efendi, İstanbul’da başlayan ve Hiyve Hanlığı’na kadar süren yolculuğunda birçok Türmen aşiretinin misafiri olur. Bu seyahati esnasında çok iyi ağırlanır. Türkmenler arasında bir misafiri ağırlamanın en güzel yolu onun için bir koyun kurban etmek olduğunu söyleyen Mehmed Emin Efendi, birçok aşiret reisinin ve ailenin kendisi için defalarca koyun kestiğini, kendisini mümkün olan en iyi şekilde ağırladığını kaydeder. Bunun bir sebebi de kendisinin İstanbul’dan geliyor olmasıdır.
Mehmed Emin Efendi, kitabında Türkmenlerin ilginç bir âdetinden bahseder. Buna göre hangi dinden, mezhepten, millet ve aşiretten olursa olsun bir misafir, Türkmenlerden bir ailenin avuluna girdiğinde artık o kişi, her şeyiyle onun himayesi altındadır. Misafir, diğer seferinde de buraya geldiğinde eskiden konuk olduğu yere gitmek zorundadır. Bir kere misafir olduğu avuldan başkasına gitmek o kimseler için hakaret sayılır.[16]
Doğu insanından gördüğü misafirperverlik sayesinde seyahatlerini rahat bir şekilde gerçekleştiren seyyahlardan biri Direktör Âli Bey’dir. Âli Bey, seyahati boyunca pek çok kimseden izzet ve ikram görmüştür. Bunlardan birisi bir süre İstanbul’da bulunan ve şehir halkının kendisine gösterdiği ilgiyi unutmayan Ali Ağa’dır. Yolculuğu esnasında Karacadağ’ın eteğinde bulunan Karabahçe adlı köyde ağanın evinde misafir olarak kalan Âlî Bey, hizmetçilere bahşiş vermek ister. Bunun üzerine Ağa’nın şu cevabıyla karşılaşır: “Ben âcizâne buranın ağası ve hanedanıyım. Misafire ettiğim hizmetin ücretini bahşiş diye adamlarıma kabul ettiremem. Ben de bir gün İstanbul’a gelirsem siz karşılık olarak beni misafir edip izzet ikram gösterirsiniz.”[17] Âlî Bey, yolculuk esnasında nerelerde, nasıl ağırlandığını Bağdat yakınlarında bulunan ve İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin kabrinin bulunduğu A’zamiye örneğinde olduğu gibi şöyle anlatır:
“A’zamiye’ye Dicle kenarından girdiğimiz için, nehrin üzerindeki köprünün ve hurma ağaçları arasından İmam-ı A’zam hazretlerinin türbe ve câmileri ile sol yakada İmam Musa Kâzım hazretlerinin yukarıda adını ettiğimiz türbe ve câmileri, kubbe ve minarelerinin görünüşü son derece göz alıcıydı. A’zamiye’ye girip câmi-i şerîf önündeki meydana vasıl olduğumuzda hayvandan inerek tozumu toprağımı temizleyecek, türbeyi ziyaret edip Cuma namazını kılmak üzere abdest alacak bir yer aradım. Meydana bakan kapısı açık bir bina görünce, içindeki ve pencerelerinin önündeki kalabalıktan orasını han yahut kahvehane sanarak içeriye daldım. Meğer burası İmam-ı A’zam hazretlerinin türbedarı ve mütevellisi Numan Efendi’nin evi imiş. Kendisi çok eli açık, hanedan ve kapısı daima herkese açık olduğundan oradaki kalabalık Cuma münasebetiyle türbeyi ziyarete gelen dostlarından ibaretmiş. Ağaları beni de karşılayıp yukarı çıkardılar. Bulunduğum yerin neresi olduğunu daha anlamamış olduğum için abdest alacak bir yer sordum. Kara sakallı ve başı sarıklı, güleç yüzlü nazik bir zat yanıma gelerek: “Namaza daha vakit var, galiba yoldan geliyorsunuz; biraz istirahat buyurunuz sonra abdest alırsınız. Câmiye de hep birlikte gideriz” deyince burasının han veya kahvehane olmadığını anladım. Mahcup olup özür diledikten sonra kendisine kim olduğunu ve nerede bulunduğumu sordum. Kendisinin türbedar Numan Efendi olduğunu ve benim de evinde bulunduğumu söyledi. Kahve nargile ikramından sonra başımı temizlemek ve abdest almak üzere beni başka bir odaya götürdü. Daha sonra hizmetçileri önüme bir tepsi ile mükemmel bir yemek getirdiler. Doğrusu bu zatın şu gurbetçiyi ağırlayışına ve hanedanlığına hayran ve minnettar kaldım. Benim kim olduğumu bilmediği, nereden gelip nereye gittiğimi henüz sorup anlamadığı halde sırf bir misafirdir diye ikramda bulunmuştu.”[18]
Doğu kültürüne has misafirperverlik sayesinde birçok seyyah bu coğrafyada mümkün olabildiği şekilde ve rahatça seyahat edebilmiştir. Konuyla ilgili örneklerin yukarıdakilerle sınırlı olmadığı da ortadadır. Misafire gösterilen bu hürmet birçok yabancı seyyahın da dikkatini çekmiştir.
Bir misafiri uğurlarken söylenen bazı sözler vardır. Bunlar genellikle Türkçemizin en güzel örneklerini oluşturur. Konuyla ilgili Azerî Türklerinin şu uğurlama sözlerini zikredelim:
“İkice saat dağ küleyi (rüzgarı) kimi (gibi) gelip ötüşdü (geçti). Canınız dağ küleyi kimi sapasağlam, ömrünüz akarlı, baharlı olsun. Sazlı, sözlü, masallı, bayatılı el obamızın yadından çıkmayacaksınız. Görürem ki, helal himmetle ayrılmak vahtıdı. Canınız sağ olsun. Yardan yoldaştan yarıyasız. Göz tokluğu, gönül hoşluğu diliyirem. Elinizin obanızın üstünden şadlığ (mutluluk), şadyanılığ eskik olmasın. Hatırınız ulu olsun, ahırıncı (sonuncu) görüş olmasın. Hemişe (her zaman) güler yüz göresiniz, şirin söz eşidesiniz. Yolunuz açık olsun menim eziz balalarım.”[19]
Misafir ağırlama kültürümüzün zenginliği ortadadır. Burada zikredilen örnekler deryadan bir damla durumundadır. Sonuçta bu kültür sayesinde sosyal müesseselerin yetişemediği yerlerde yolculuklar mümkün olabilmiş, insanlar soğuktan ve sıcaktan kendini koruyabilmiş, ulaşmak istediği yere varabilmiştir.
Dipnotlar
[1] Malik Aksel, İstanbul’un Ortası, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul 2000, s. 333-334.
[2] Osman Nûri Topbaş, a. g. e., C. 2, s. 564.
[3] bkz. Mehmet Arif, 1001 Hadis 1. Cilt, Baskıya Hazırlayan: Ahmet Kahraman, Tercüman 1001 Temel Eser, (Yer ve tarih yok), s. 151; Mehmet Arif, 1001 Hadis 2. Cilt, Baskıya Haz.: Ahmet Kahraman, Tercüman 1001 Temel Eser, (Yer ve tarih yok), s. 444.
[4] Mevlânâ, Mevlânâ, Mesnevî-i Şerîf, Mütercim: Süleyman Nahîfî, Sadeleştiren: Âmil Çelebioğlu, Timaş Yayınları, İstanbul 2008, s. 725.
[5] Ertuğrul Düzdağ (Baskıya Haz.), Barbaros Hayeddin Paşanın Hatıraları Gazavât-ı Hayeddin Paşa, Birinci Cilt, Tercüman 1001 Temel Eser, (Yer ve Tarih Yok), s. 69.
[6] Clement Huart, Mevlevîler Beldesi Konya, Çev.. Nezih Uzel, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul 1978, s. 54.
[7] M. Fatih Çıtlak, Ben Dervişim Diyene Mürşid-i Dervişân ve Terbiyenâme’den, Sufi Kitap, İstanbul 2015, s. 72-75.
[8] Mihman olmak ifadesinin eski litatürde çok güzel bir karşılığı vardı. Özellikle peygamberimiz ve diğer nebiler için “uyudu” ifadesi yerine “mihman oldu” denirmiş. bkz.: M. Fatih Çıtlak, Mesnevî Şerhi Padişah Cariye Kıssası, Sufi Kitap, İstanbul 2011, s. 50.
[9] Ramazan Şeşen, Onuncu Asırda Türkistan’da Bir İslâm Seyyahı İbn Fazlan Seyahatnâmesi Tercümesi, Bedir Yayınevi, İstanbul 1975, s. 32.
[10] Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı 1, Türk Dil Kurumu Yayınları, 6. Baskı, Ankara 2008, s. 76.
[11] Malik Aksel, İstanbul’un Ortası, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul 2000, s. 33.
[12] Bu sözler Mustafa Tatcı’nın bir konferansında söylediklerinden ilhamla yazılmıştır.
[13] Hacı Bektaş Veli Velayetnamesi, Yayına Haz.: Hamiye Duran – Dursun Gümüşoğlu, Ankara 2010, s. 163.
[14] Hacı Bektaş Veli Velayetnamesi, s. 333-339.
[15] Mehmet Emin Efendi, İstanbul’dan Orta Asya’ya Seyahat, Haz.: Rıza Akdemir, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1986, s. 44.
[16] Mehmet Emin Efendi, a. g. e., s. 38.
[17] Âlî Bey, Lehçetü’l Hakâyık “Hakikatlerin Dili”, Haz.: Şemsettin Kutlu, Tercüman 1001 Temel Eser, (Yer ve tarih yok), s. 196.
[18] Âlî Bey, a. g. e., s. 245-246.
[19] İbrahim Bozyel, Azerbaycan Diyarından –Seyahat Notları-, Ankara (Tarihsiz), s. 70.