Modern Türkiye’nin İnşasında Mustafa Kemal ATATÜRK

Mustafa Kemal Ataturk4

Dr. Erhan METİN[i]

*****

Modern Türkiye’nin inşâ sürecinin anlaşılabilmesi için öncelikle Osmanlı Devleti’nin yükseliş ve çöküş sürecindeki bir takım değişimlerin orta konulması gerekmektedir. Öyle ki bu değişimlerin ve çöküşe götüren amillerin bilimsel açıdan tetkik edilmesi Modern Türkiye’nin doğuşunun bir Osmanlı karşıtlığı olarak ortaya çıkan bir hareket olmadığını gösterecektir. Nitekim günümüzde ortaya atılan bir takım mesnetsiz iddialar ve bu iddialar arkasında yapılan kirli hesaplar; Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluş felsefesini, Osmanlı karşıtlığı üzerine konumlandırırken Modern Türkiye’nin inşa edilmesinde gerçekleştirilen bir kısım yenilikleri de Osmanlı’dan kalan her şeyi yok etme girişimi olarak ifade etmektedir. Bu ve buna benzer değerlendirme ve tanımlamalar; mazi içerisinde birbirine karşı farklı bakan kitlelerin ortaya çıkmasına ve bu kitlelerinin kimi zaman birbirlerine karşı düşmanca tavırlar almasına sebep olmaktadır. Osmanlı’yı yücelterek Türkiye Cumhuriyetini yeren veya Türkiye Cumhuriyetini yücelterek Osmanlı Devletini ötekileştiren bir anlayışı bilimsel olmaktan öte farklı çıkar ve amaçlar doğrultusunda, Türk toplum yapısını oluşturan farklı özelliklere sahip toplumsal katmanları birbirinden uzak tutmaya çalışan fay çatlakları olarak düşünmek gerekir.

Modern Türkiye’nin Osmanlı karşıtlığı üzerine kurgulanması, bir takım tarihi hakikatlerin perdelenmesi, toplumsal fay çatlaklarının daha da derinleşmesine hizmet etmektedir. Tarihin bu şekilde karşıtlık üzerine kurgulanması özellikle 21. Yüzyıl Türkiye’sinin ileride gerçekleştireceği pek çok atılım ve yenilikleri bir kenara bırakarak, toplumun tüm katmanlarını içerisine alan geniş bir tabanda ülkenin kısır ve sonuçsuz tartışmalara girmesini böylece dünya gerçeklerinin dışında kalmasını sağlayacaktır. Türkiye, bölge coğrafyasında yaşanan tarihi değişimleri ise ancak seyirci olarak izlemekle yetinecektir. Bu durum, maalesef çekişmeler ve çatışmaların devam ettiği bir toplumu; hiç şüphesiz çağdaş ve muassır devletlerin sahip olduğu değerlerden ve zenginliklerden daha da uzaklaştıracaktır. Halkın refah ve huzuru için var olan milli gelirin bu huzur ve refahı daha da arttırmaya dönük yenilik ve gelişmelere harcanmasından çok çekişme ve çatışmalarda tarafların birbirine güç ispat etmesi için kullanılabilir hale gelmesine zemin hazırlayacaktır. Bu nedenle tarihte gelenek ve modernlik tartışmaları bir kısım çevreleri (toplumsal tabakaları) holiganlaştırmaktan öte gelenek ve modernizm kavramları arasındaki bir kısım hata ve yanlışların ortak bir bakış açısıyla değerlendirilmesini sağlamalıdır. Hiçbir suretle unutulmamalıdır ki Osmanlı Devletinin yıkılışına zemin hazırlayan bir takım sorunları ortaya çıkartanlar ile çöküşün ardından yeni bir devlet inşası için kolları sıvayan ve büyük bir mücadelenin içerisine girenler aynı topraklarda yüzyıllardır beraber yaşamış olanlardır. I. Dünya savaşında düşmana karşı mücadele edip kaybeden paşalar ne kadar bu milletin evladı ise kaybettiklerini tekrar elde edebilmek için canları uğruna bağımsızlık mücadelesi veren paşalarda o denli bu milletin evladıdır. Bu nedenle tarih; geçmişte yapılan yanlışlıklar ve geçmişte bu yanlışları yapanların gelecek nesillere hain olarak anlatılması için değil, gelecekte tekrar aynı yanlışlıkların tekrarlanmaması için gereklidir. Bu nedenle sadece zaferleri ile değil geçmişte yaptığı yanlışlar ile de barışık olabilen ve bu yanlışlardan dersler çıkartarak büyük devlet olma yolunda ilerleyen bir ulusun inşası önem arz etmektedir. Bu nedenle çalışmada, Modern Türkiye’nin inşa süresinde Osmanlı Devletinin yaşadığı buhranlar, yapmış olduğu bir takım hataların ortaya konularak; Mustafa Kemal Atatürk’ün yeni bir devlet inşa ederken geçmişten ne şekilde yararlanmış olduğu belirtilmiştir. Günümüzde bir kısım çevrelerce Osmanlı’ya bir tepki olarak yapıldığı öne sürülen inkılap ve devrimlerin asıl başlangıcının yine Osmanlı Devleti’nin zor günlerinde nasıl kendisini göstermeye başladığı vurgulanmıştır. Modern Türkiye’nin doğuşunun temelinde yine Osmanlı paşalarının ve intelijansiyasının nasıl yer aldığı irdelenmiştir. Modern Türkiye’nin kuruluş ve yükselişi elbette ki bir ulusun bütün varını ortaya koyması ile mümkün olmuştur. Atatürk’ün yeniden doğuşa olan katkısı ve üstlenmiş olduğu misyon ifade edilmiştir.

Konuya öncelikle modernin ne olduğu ile başlamak gerekirse; “Modern” nitelemesi tarih kitaplarının içerisinde bazı konu başlıklarında kendisini gösteren bir kavram olabilir. Bu kitaplarda Ortaçağ ve Rönesansın ardından “Modern Zamanlar” gelir. Modern, yeninin ya da yakın zamanın eş anlamlısı haline gelir. İster olumlu, isterse olumsuz değerlendirilsin, gündelik yaşamda ve kültürde modaya uygun tutumlara “modern” denir. Modern aynı zamanda düşünceyi derinden etkileyen ve söylemleri renklendirebilen bir kavramdır. Aslında kendisinden söz edilen ve satılan şey moderndir diye tarif de eder bazı sosyologlar. Bu bağlamda modern olmak, artık düne ait olmayan ve başka yöntemlerle ele alınması gereken bir dünyada yaşamak demektir. “Modernite” ise bir oldu-bitti serüveni değil; belirli dönüm noktalarının birbirini tamamlayarak ortaya çıkan kapsamlı bir değişimi ifade eder. Moderniteye geçişi belirleyen bu dört aşama, toplumsal hayatta meydana gelen devrim niteliğindeki gelişmeler olarak kabul edilebilir. Bunlar bilimsel, siyasal, kültürel, teknik ve endüstrilyel devrimlerdir. Bu devrimler tarihin hangi döneminde birbirini izlerse beraberinde ortaya koyacağı toplumsal değişimin adı modernite olacaktır hiç şüphesiz. Moderniteye, batı menşeli bir kavram olarak bakıldığında Batı modernitesi, 16. Yüzyıldan itibaren tanık olunan bir dizi olguyla karşılaşılır. Bunlardan bazılarını, Roformasyon ve Rönesansı izleyen dönemde toplumsal dünyanın adım adım asketizm (çilecilik), sekülarizm ve aklın evrenselci iddialarının altına girmesinde, hayat alanının çeşitli parçalara bölünmesinde bulunmaktadır. Parçalı karaktere sahip iktidar yapıları dünyada merkezileşmeye başlamış ve böylece ulus devletler ilkin mutlakiyetçi rejimler olarak ortaya çıkmaya başlamış, siyasal iktidarın kaynağı halkta, halkında ötesinde evrensel haklarla donatılmış siyasal insan olarak yurttaşta aranır olmuştur. Serbest piyasa ekonomisi toplumsal hayatta yer etmeye başlamış, insanlığın mükemmelleşeceğine, olmasa bile ıslah edilebileceğine ilişkin bir inanç yaygınlık kazanmıştır. Modern olmak, tarihsel gelenek karşısında, dışsal otoriteler karşısında bir özerklik talep etmek, kendi inançlarını ve hayatını düzenleme hakkı talep etmek demektir. Bu tanımlamalardan hareketle modern Türkiye’nin doğuşu ve bu doğuşta Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün üstlenmiş olduğu misyon; Yeni Türk Devletinin içerisine düştüğü geriye gidiş, tükenmişlik ve işgalci güçlerin otoritesi altında yaşadığı tutarsız politikalardan bir kurtuluş olarak değerlendirilmelidir. Mustafa Kemal Atatürk, Modern Türkiye’nin inşasında izlediği yol haritasını belirlerken Türk Devletlerinin tarihlerinde gösterdikleri yükseliş ve çöküş öykülerinin analizlerinden yararlanmaya çalışmıştır. Bu nedenle Modern Türkiye köksüz-mesnetsiz bir anlayışla ortaya çıkmış bir devlet değil, tam tersi; daha önceki kurulmuş ve yıkılmış olan onlarca Türk Devletinin küllerinden tekrar hayata dönen efsanevi “Anka Kuşu” gibi tekrar hayata dönmüş; güçlü bir devlet olma özelliğine sahiptir. Modern Türkiye’nin selefi olan Osmanlı Devletinin kuruluşundan başlayan ve Osmanoğlu Beyliğini imparatorluğa taşıyan kuruluş kodlarının, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşunda da dönemin şartlarına uygun olarak hayata geçirilmesini sağlamıştır.

A) Osmanlı Devletinde Bir Mantalite Değişimi; Yükselişten Çöküşe

Modern Türkiye’nin anlaşılabilmesi için öncelikle, Osmanoğulları beyliğini Cihanşümul bir devlet yapan özelliklerinin göz önünde bulundurulması gerekir. Osmanlı Devleti’nin yükselişi her ne kadar günümüzde yükselme dönem padişahlarına atfedilse de tarihle uğraşan çevrelerinde kabul edeceği gibi Osmanlı’yı “Devlet-i Aliyye” yapan kodlar kuruluşunda yatmaktadır. Her ne kadar Osmanlı kurulmuş olduğu tarih, coğrafya ve şartlar göz önünde bulundurulduğunda bir saltanat idaresi olsa da kuruluşunun temelinde ortak akıl, kurultay ve meşveret olan bir devlet anlayışına sahipti. Özellikle kuruluşundan yüz yıl sonra kaleme alınmış, 15. Yüzyılda yazılmaya başlayan Osmanlı Tarihi kaynakları da bu durumu doğrular niteliktedir.

Osmanlı Devletinin teşekkülü bazılarına göre şaşırtıcı bazılarına göre ise klasik bir antik imparatorluk anlayışı çerçevesinde bir içtimai terkibi gerçekleştirmişler hatta bu “birlikte yaşama tecrübesi”nin zamanımızda “Üstün Batı Medeniyetinin” nin yayıldığı coğrafyada dahil, bir çok bölgede cereyan eden etnik menşeli “mikro siyasi oluşumlar” yaratma sevdasıyla yaşanan bazıları fecaat mertebesine ulaşan çalkantılarla sarsılan modern dünya için bir çıkış yolu olabileceği üzerinde bile ciddi bir biçimde durulmuştur. Bazıları söz konusu gelişmeyi “Türkleşme” yahut “İslamlaşma” değil de bu yapıyı belirlemek üzere “Osmanlılaşma” olarak izah etme meyli içindedirler. Kavram daha çok Balkanların elde edilmesiyle bu topraklarda şaşırtıcı şekilde hızla genişlemenin ve tanınmış olan haklar manzumesiyle kalıcı yerleşmenin ve bunun da çabucak kabul görmesinin çağdaş bir yorumu olarak ortaya atılmıştır. Osmanlı devleti bu kavram ile hem kurulduğu coğrafyanın sosyal şartlarının, hem dayatılan tabanının özelliklerinin, hem de Bizans’a komşu olmanın getirdiği tesirlerin olumsuz yönde seyretmesinin önüne geçerek farklı özelliklere sahip demografik unsurların tek çatı altında toplanmasını sağlamaya çalışmıştır. Bu durum ortak akıl, ortak değer ve ortak hedefler doğrultusunda birbirini yoldaş edinmiş Alperenler/yoldaşlar anlayışını ortaya çıkarmıştır. Bu açıdan bakıldığında Osmanlı kuruluşundaki bu ruh, Türk İstiklal savaşında Kuvay-ı Milliye, Müdafa-i hukuk Cemiyetleri ve I. T.B.M.M oluşumlarında tekrar kendisini göstermiştir.

Osmanlı Devletinin tabanına karşı gösterdiği bu tutum devletin her türlü kademesinde de kendisini hissettirmiştir. Devlet sınırları genişledikçe nüfus arttıkça ve devlet müesseseleştikçe kuruluş döneminde takip edilen kurultay, divan ve meşveret meclislerinde alınan kararların yerini yazılı hukuk almaya ve her türlü icraat kaynağını; Türk’ün töresi ve inancından (İslam) alan Osmanlı anayasası diyeceğimiz Kanunname-i Ali Osmandan almaya başlamaktaydı. Devlet kaynağını iki farklı koldan alan örfi ve şeri tabanlı hukuk sistemine göre şekillendirmekte idi.

Osmanlı Padişahları bile hazırlanan bu kural ve kaidelere uymak zorunda olup, devlet idaresinde şahsiliği, ben yaptım olduculuğu; kendi iradeleri ile devletin bekası adına bir kenara bırakmışlardı. Doğal olarak bu sayede devlet ve millet menfaatinin, şahsi menfaatlere feda edilmemesi için; eğitim öğretimden sosyal hayata, sosyal hayattan iktisadi hayata, devlet kapısında görevli kapıkullarının atama ve azil işlemlerinden terfilerine ve dahi haremdeki hatun zümresinin görev hak ve taleplerine varıncaya kadar pek çok konuyuda içerisine alan bir sistem oluşturulmuştu. Görev ve yetkilerde liyakatin ön planda tutulduğu devlette tüm kulların ortak noktası Devlet-i Aliyye’nin bekası idi. Bu anayasal ve kanuni düzenlemeler ile seyfiye, ilmiye ve saray ahalisi nerede nasıl ve ne şekilde hareket edeceğini bilir ve her kul kendisine tevdi edilen vazife ile meşgul olmaktan öteye geçemezdi. Yeniçerinin işi cenk etmek, ulemanın işi ise şehzade ve devlet adamı yetiştirerek bilgi üretmekti. Bu bakış açısı ve işleyiş tarzı dünyada bir Osmanlı medeniyeti teşkil etti. Moderniteyi belirleyen Avrupa’ya bilim ve teknolojiyi taşıyacak bir Osmanlı Devleti doğurdu.

İstanbul’un Fethi Osmanlı bilim ve teknolojisinin Avrupa karşısında üstünlüğü sağladığı bir dönem oldu. Bu üstünlüğün sağlanmasında elbette ki bütün pay sadece Fatih Sultan Mehmet’e ait değil, aynı zamanda onun gibi bir padişahı ortaya çıkartan Osmanlı medeniyet ve kültürüne de aitti. Onu yetiştiren ulema, ehli kılıç paşalar sahip oldukları nitelik ve hünerlerini dünya’ya Fatih gibi bir Sultanı yetiştirerek ilan etmiştir. Almış olduğu eğitim onun bir komutan değil; yeri geldiğinde icat yapabilecek bir mucit olduğunu da göstermiştir (Havan topu ve balistik hesaplama). Mücadelelerin karada olduğu bir dönemde Osmanlı’da askeri teknoloji ve top alanındaki ilerlemeler geçerliliğini 15. yüzyılım sonları ve 16. yüzyılın başlarına kadar devam ettirmiştir. Fatih döneminin Şahi topları ve yürüyen kulelerini, Yavuz döneminde hareketli yivli toplar takip etmiş ve 16. Yüzyılın başlarında artık Osmanlı hazinesi ağzına kadar dolmuş; kapısı da Yavuz Sultan Selim Hanın mührü ile mühürlenmiştir. Adam kayırma, adama göre iş bulma, hukuku kişilere göre tahsis etme gibi Osmanlı son döneminde özellikle 17. Yüzyıl ile birlikte sıkça rastlanmaya başlayacak her türlü şahsi tutum ve davranıştan uzak kalınmıştır. Kanunu Kadimi çiğneyenler ağır bedeller ödemişlerdir.

17. yüzyıla gelindiğinde devletin kuruluş kodları yerini bir kısım çıkar ve menfaat odaklarının kodlarına bırakmıştır. 16. Yüzyıldan itibaren Medreselerde başlayan bozulma öncelikle müfredatlarda kendisini göstermiştir. Klasik (yükselme) dönem medreselerinin vazgeçilmezi olan pozitif bilimler 17. Yüzyılda medreselerden tasfiye edilmiş ve bu tarihten itibaren okutulan dersler tamamen dini ilimler olmuştur. Temel eğitim kurumları olan medreseler nakilci, kuralcı ve özden uzak ayrıntılarla boğuşmaya başladılar. Akli ve müspet ilimler programlardan çıkarılmış, yalnıza dini ve hukuki bilimler öğretilmiştir. Ders yapılmayan, harap yanmış adı var fakat kendisi ortada olmayan medreselere kayırma yoluyla bazı kişiler müderris olarak atanmıştır. Ayıca devletin kaybettiği savaşlar ve ticaret yollarının değişmesine bağlı olarak başlayan ekonomik daralma; medreselerde bir kısım çıkar ve menfaat çevrelerinin medreseye bir iş kapısı olarak bakmasını sağlamıştır. Bu zihniyetteki medrese hocaları, yakın çevrelerine unvan ve icazetname tahsis eder hale gelmiş beşik uleması denilen bir zümre türemiştir. Bilimsel gelişme yerini şahsi çıkar elde etme peşinde olan hocaların yakın çevrelerine sağladıkları ayrıcalıklara bırakmıştır. Ar-ge çalışması yapamayan Osmanlı askeri teknolojisi gün geçtikçe Avrupa ordularının gerisinde kalmaya başlamıştır. Kaybedilen savaşlar, ganimet gelirlerinin düşmesi ve ekonomideki daralma 15. Yüzyılın sonlarında başlayan Avrupa’da ki gelişmeleri (denizlerdeki gelişmeler, yeni ticaret yolları, merkantalizm, Reform ve Rönesans hareketleri vb.) takip edemeyen bir Osmanlı Devleti ortaya çıkarmıştır.

Koçi Bey, yukarıda ifade edilen gerileme, zayıflama ve kötüye gidişi kaleme aldığı risalesinde Osmanlı devletinin Kanunî devrine kadar götürmektedir. Fakat bu sebepler ona göre; III. Murat zamanında belirgin olarak ortaya çıkmıştır. Koçi Bey risale de görüşünü bazen rakamlarla, bazen hadiselere dayanmak ara sıra da sert bir dil kullanmak suretiyle ifade ve izah etmiştir. Çağdaşı olan tarihçilerin bu tarzı kullanmadıkları halde Koçi Bey’in böyle bir üslubunu görerek bunun devlet teşkilatı ve durumu hakkındaki bilgisinden cesaret alabileceği düşünülmektedir.

Koçi bey’e göre devlet ve toplum yapısındaki bozulmanın ana sebebini yürürlükte olan örf, nizam ve icraatın dışına çıkarak yeni keyfiyetlerin uydurulması ile buna eklenen bir sürü yanlışlar oluşturmaktadır. Adalet, ilim, maliye, askeriye, devlet teşkilatı, halkın düzeni, toprak idaresi, idarî sistem v.b. kuralların dışına çıkılarak iltimas, suiistimal, fitne ve fesat çıkarılması, tayinlerdeki haksız ve kayırmaya dayalı anlayış ile işin erbabı olmayanların görev başına getirilmeleri sistemin bütününü tahrip etmiştir. Koçi Bey bu konularda şu tespitlerini aktarmaktadır: “İlmiyeye ait yüksek makamların şunun bunun aracılığı ile verilmesi doğru değildir. En bilgilisi hangisi ise ona verilmek gerektir.” Koçi Bey eski dönemdeki padişah nedimleri ve yakınları hakkında şu kaydı düşmektedir: “Nedimler ve yakınlar Sultan III. Murat’ın saltanatının ilk zamanlarına gelinceye kadar güngörmüş işten anlar, fikir sahibi, iyilik düşünen bir alay akıllı kimseler idi”.

Koçi Bey’in risalesinde anlatmış olduğu bu aksaklıkların, devletin kötüye gidişatının farkında olan devlet adamları olmamış mı? Tabi ki olmuştur. Fakat bu devlet adamlarının sonu da çıkar ve menfaat uğruna gözleri dönmüş çevrelerce ya azledilmek veya katledilmek olmuştur (Ferhat Ağa, Tarhuncu Ahmet Paşa vd.). Devletin kötüye olan gidişatı XVII. yüzyılda bir kısım Padişah tarafından görülmüş ve Kanun-u Kadime dönüş yapılarak yükselme dönemindeki mükemmeliyete ulaşmak hedeflenmiştir. Fakat bu dönemdeki modernizasyon çalışmaları, bozulan kurumlar veya sistemin iyileştirilmesine dönük hamleler kimi zaman bu modernizasyonu düşünen devlet adamlarının hunharca katledilmesi ile sonuçlanmıştır. Hatta yeniçeri ocağının modernize edilmesini ilk kez telaffuz eden Sultan Genç Osman bu girişiminin bedelini canı ile ödemiştir. Yenilikle kişiler ve kişilerin ömürleri ile kısıtlı olan bu yenilikler Avrupa üstünlüğünü henüz fark edememiş Osmanlı Devleti’nin kötüye gidişin farkına varmış olduğunun bir ispatıdır.

XVIII. yüzyıla gelindiğinde ise özellikle Karlofça ve Pasarofça Antlaşmalarından sonra Osmanlı Devleti yöneticileri, devletin artık Avrupa’ya ve Ortadoğu’ya egemen o eski devlet olmadığını kabullendi. Bunu da batının askeri üstünlüğü ile açıkladılar. Lale Devri; ilmi, fikri, sınai ve teknik cephesi ile ortaçağ hayatından çıkarak muassır milletler gibi yaşamak için yapılmış bir hamle yahut Avrupa terakkiyatına doğru atılmış ilk adım kabul edilebilir. Bu itibarla münferit kültür unsurlarının şuurlu bir şekilde iktibaslarına başlangıç olarak, ilk büyük yenilgilerin acısını en çok ve yakından duyan bir neslin yaşadığı Lale Devri alınabilir. Bu dönemin en önemli yeniliği Matbaanın cemiyetimize girişidir. Matbaanın kurulmasıyla birlikte batı metodları ve müsbet ilimler devlet eliyle iktibas olundu. Osmanlı Devlet adamlarında zihniyet değişikliklerine yol açan Lale Devri’nin bu olumlu özellikleri yanında olumsuz yönleri de vardı. Artık dünya nimetlerinden alabildiğine faydalanma arzusu taşıyıp gününü gün eden devlet erkanı ve zümreler ortaya çıkarmıştır. Lale devrinin devamında seyreden yenileşme çabaları, Avrupa’dan getirilen uzmanlar, Avrupa tarzında açılan askeri mektepler bir türlü kötüye gidişin önüne geçememiştir.

19. yüzyılda Osmanlı Devletinde görülen modernleşme çabalarının kökeninde, merkezileşme dürtüsü yatıyordu. Başlıca amaç padişaha tümüyle sadık yeni bir ordu oluşturmak idi. Bu ordu sayesinde devlet, ayanlar ve ekonomik kaynaklar üzerinde denetim sağlayacaktı. III. Selim ile başlayan modernleşme, başlangıçta, halka hizmet götürmekten ziyade siyasi amaçlar güdüyordu. Karpat’a göre; bu dönem modernleşmesi üç temel koşula bağlı olarak gelişti ilki, merkezileşme güdüsü, ikincisi Avrupalı güçlerin giderek artan siyasi nüfuzu ve ilk iki temel koşula bağlı olarak ortaya çıkan ideolojik boyuttu. Bu yeni cereyan geleneksel kültüre yabancılaşma eski ile yeni arasında bir ikilem doğurdu. Zira Avrupa’dan ödünç alınan kurumlara daha üstün bir sosyal ve politik düzenin ürünü gözüyle bakılmaya başlanıldı. Bu durum Osmanlı devletinde yenilikçi ve gelenekçi mücadelesini ortaya çıkarttı. Açılan yeni kurumların yanında eski kurumlara da yaşama şansı verilmesi gün geçtikçe artacak bir mücadelenin fitilini ateşledi. Avrupa’ya eğitim için gönderilen gençlerin yurda dönmesiyle başlayan aydınlanmacı ve batıdaki yenilikleri takip etmenin doğru olduğuna inanan bir grup ile Avrupa’daki değişimi keşfedememiş geleneksel yapıyı devam ettirmekten çıkar ve menfaat sağlamaya devam eden gelenekselci yeniliklere kapalı gruplar arasındaki mücadeleler arttıkça mücadelenin boyutu ve zemini de yer değiştirmeye başlamıştır. İlmiye de kendisini gösteren ayrışma zamanla askeri sınıf ve bürokrasiye kadar inmiştir. Ülkenin geleceği ve kalkınması uğruna harcanacak enerji maalesef gelenek ve yenilik taraftarlarının birbirleri ile mücadelelerinde harcanmış ilerleme ve gelişmeye kanalize edilebilecek heyecan ve enerji heba edilmiştir.

Batı fikirlerinin iyice anlaşılmaya başladığı bir devrede Sultan II. Abdülhamit han devridir (1876-1909). Bunun sebebi yeni kurulan okullarda okuyanların ve yabancı dil bilenlerin artması olduğu kadar, padişahın kendisinin Batı’yı bir bakıma “model” olarak almış olmasıdır. II. Abdülhamid, “Batıcılığı” Batı’nın tekniğini, idari sistemini ve bilhassa askeri teşkilatını ve eğitimini alma şeklinde anlıyor; bunun yanında Müslümanlığı tebası arasında güçlendirmeye çalışıyordu. Bu amaçla, Harbiye, Mülkiye ve Askeri Tıbbiye’nin programları geliştirilmiş, okullarda bilgili bir kuşak yetişmiştir. Her üç kuruluşun öğrencileri ders programları icabı 19. Yüzyıl müspet bilimlerinin Batı’nın esas güç kaynağını oluşturduğunu görüyorlardı. Kurulan bu okullardan yetişen liderlerden bir tanesi de hiç şüphesiz Mustafa Kemal Atatürk’tü. II. Abdülhamid hanın hayal ettiği gelecek yüzyılın en büyük dehası olacak bir komutanı yetiştiren askeri mektepleri açan II. Abdülhamid’in hanın Mustafa Kemal’in memlekete hizmet edecek donanıma sahip olmasını sağlayacak okul ve imkanları oluşturması günümüzde tezat gibi gösterilmeye çalışılan iki büyük devlet adamının aslında birbirine ne kadar yakın olduğunun bir ispatıdır. Unutulmaması gereken asıl mesele, Türkiye Cumhuriyetini kuran zihniyetin ithal edilmiş bir zihniyet değil bizzat Osmanlı sultanının sağladığı imkan ve fırsatlar ile yine memleketin bu mekteplerinde öğrenim görmüş kimselerden oluştuğunu kabul edebilmektir. Doğal olarak bu açıdan bakıldığında bile modern Türkiye’nin inşasını başlatacak gücün hareket noktasını teşkil edecek kaynağın yine Osmanlı Devleti olduğudur. Modernleşme tarihine bu açıdan bakabilmeyi başarmak günümüzde pek çok problemin kendiliğinden çözülmesine de imkan sağlayacaktır.

B) Modern Türkiye’nin Ayak Sesleri ve II. Meşrutiyet Dönemi

I. Meşrutiyete kadar devam etmiş olan batılılaşma hareketlerinin öncüleri ya padişahların bizzat kendileri, yada destekledikleri sadrazamlar olmuştur. Bu bakımdan Avrupa’dan Osmanlı’ya yapılan aktarmalar hem kapsam, hem de etki bakımından sınırlı kalmıştır. I. ve II. Meşrutiyet dönemlerinde ise toplumsal ve kültürel değişime yönelik düşünce akımlarının sahipleri, öncekilerden bir adım daha topluma yaklaşmış olan dar bir aydın kadrosu olmuştur. Aralarındaki Farklara rağmen bu düşünce akımları, Batıya uzanan yolun boş kalmamasını sağlamıştır. Birinci Meşrutiyeti, Batıcılık konusunda Fransız Devrimi’nin getirdiği birikimin patlaması; ikinci Meşrutiyeti ise, baskı yönetimine karşı aynı zora dayanan bir aydınlanma eylemi olarak nitelemek mümkündür.

1876 Anayasası olarak bilinen Kanun-u Esasi bizzat mutlakiyet idaresi memurlarının aralarında gizlice anlaşarak tertip ettikleri bir tedbirdi. Bununla, hükümdarın istibdadını azaltmak, onun hüküm ve nüfusuna karşı dengeyi sağlayacak bir kuvvet meydana çıkarmak istiyorlardı. Çünkü devletin mukadderatının şahsi ve keyfi bir idare elinde bulunması, memleketin ilerlemesine mani olan başlıca sebep sayılıyordu. Bu dönemdeki inkılapçılar o vakte kadar ihmal edilmiş hatta unutulmuş olan üçüncü bir unsurun, yani milletin işe karıştırılmasını yeterli görmüşlerdir. Mamafih Kanun-u Esasi’ye göre icrai kuvvet Padişah’ın elinde bırakılarak, yasama (kanun yapma) yetkisinin meclislere (Ayan meclisi, Meclis-i Mebusan) verilmiş olması da bu durumun açık bir ispatı olmuştur. Bu meclislerden ilki olan Ayan meclisi Padişahın seçmiş olduğu vekillerden oluşurken, Meclisi mebusan halkın seçtiği temsilcilerden oluşmuştur. I. Meşrutiyet idari yapısına bu açıdan baktığımızda “tam bir meşruti yönetimdir” demek yanlış olacaktır. Gerçekten de Padişahın egemenliğinin sürdüğü bir yönetim bu ifade ile örtüşmeyecektir. Bu yüzden tarihçiler I. Meşrutiyeti büyük bir gelişme olarak değerlendirirken; bu değerlendirmeyi-Osmanlı tebaasının ilk yönetime katılması-olmasından dolayı yaparlar. Kanun-u esasi meşruti idareden çok meşrutiyetin ilk basamağı diyebileceğimiz “mutlak-i meşrutiyet” yönetim tarzına daha çok uymaktadır. Devletin bekası ve Devlet-i Osmani’nin toprak bütünlüğünün meşrutiyetle korunmasına inan padişah meclisin açılışından sonra farklı bir manzara ile karşılaşmıştır. Meclisin açılmasından kısa bir süre sonra gayri Müslim milletvekillerinin Osmanlı Devleti’nin umumi menfaatlerine, kendi milletinin menfaatlerini feda etmeyerek ihtilaflar çıkardıkları görüldü. Hatta meclis görüşmelerini dinleyen Abdülhamit Osmanlı tebaasındaki milletler arası ihtilaflarda ve demokrasi mevzuunda yapılan münakaşalarda daha iyi yetişmiş olan gayri Müslim mebusların ağır bastığını karşı tarafı susturduğunu, seviye bakımından Türk mebusların daha düşük olduğunu görmüş ve bundan büyük üzüntü duymuştur. 1876-78 dönemi Mebusan meclisinde bulunan 240 milletvekilinden sadece 60-70 kadarının Türk asıllı olduğu unutulmamalıdır. Girit’in, Teselya’nın, Yanya’nın Yunanistan’a bırakılmasını isteyen, Doğu Anadolu’da Ermeni Prensliği vücuda getirebilmek için uğraşan, Meclisteki bir görüşmede “Ayastefanos antlaşması Avrupalı devletlerin aleyhine olduğu için buradayız…” diyen mebusların boy gösterdiği de düşünülecek olduğunda I.Meşrutiyetin kaldırılmasının bir kısım sebepleri kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

1877-1878 Osmanlı- Rus (93 Harbi) Savaşı Osmanlı Devletini ekonomik yönden sıkıntıya sokmuş ve Abdülmecid dönemiyle başlayan borçlanmanın boyutlarını büyütmüştür. Bu dönemde askeri harcamalar ve cepheye ayrılacak bütçe Meclis-i Mebusan’da, meclis ile hükümet arasında geçen hararetli tartışmalara sebep olmuş ve münakaşalar her geçen gün vakit kaybından başka bir şey kazandırmamaya başlamıştır. Bütün bunlar göz önünde tutulunca II. Abdülhamit’in meclisi dağıtıp bir daha toplamak istememesi hususu da daha kolay anlaşılmış olur. Meclis-i Mebusanı kısa bir süre için kapattığı izlenimini veren II. Abdülhamit, zaman ilerledikçe kendi kafasındaki mutlak yönetimi kurmaya yöneldi. Başta basın olmak üzere bütün özgürlükleri kaldırdı. Ağır bir sansür dönemi başlamış oldu. Anayasanın yıkılması ve Meclis-i Mebusan’ın kapatılmasını izleyen İstibdat dönemi acı darbelerin yaşandığı zaman dilimi olmuştur. Cemil Meriç; bu durumu “Bir zelzelenin içindeydik. Ne Kanun-u Kadim kalmıştı, ne Deb-i Dirin (eski töreler). Köprüler atılmıştı, geriye dönülemezdi artık. Yaşamak için yenileşmek lazımdı. Nereden ve nasıl başlayacaktık?” sözleri ile ifade etmiş ve modernleşme isteğinin ne derece lazım olduğunu belirtmiştir. Meşrutiyet’in ilanında büyük etkileri olan Genç Osmanlılardan fikirlerini terk ederek döneneler olmuş ve bu dönmelerine mükafat olarak Sultanın hizmetinde memuriyetler bulmuşlardır. Diğerleri sürgün, hapis ve ölüme maruz kalmışlardır. II. Abdülhamit bu baskı idaresini biraz daha ileri götürerek, kurmuş olduğu hafiye örgütü ile insanların siyasal yönetime karşı olan tavırlarını izlemeye başlamıştır. Bu dönemde yazılan bütün yazılı mecmua ve eserler Abdülhamit Han’ınsansür politikası gereğince didik didik edilmiş; bu dönemde yazılmış eserlerden bazı kelimeler çıkartılmıştır. Yasak edilen kelimelerden başlıcaları şunlardı; Vatan, hürriyet, meşrutiyet, grev, suikast, ihtilal, anarşi, kıtal, sosyalizm, dinamit, kargaşalık, hal, Makedonya, Girit, Kıbrıs, Yıldız, Murat vb.

II. Abdülhamit’in uyguladığı baskı ve sansür politikası kimi gençlik arasında olumsuz etkiler doğurmuştur. Abdülhamid’in bütün despotizmine rağmen, Osmanlı aydınları arasında gelişmekte olan anayasalcılık ve hürriyetçilik hareketinin arkası kesilmemiştir. İstibdat yönetimini meşruti yönetime dönüştürmek için İbrahim Temo, İshak Sükuti, Abdullah Cevdet, Mehmet Reşit ve Hüseyinzade Ali adlı beş tıp öğrencisi bir araya gelerek “İtihad-ı Osmani” (1889) adı ile gizli bir cemiyet kurmuşlardır. Cemiyetin üyeleri gün geçtikçe artmıştır. Tıbbıyelilerin büyük kısmı cemiyete üye olduğu gibi, Harbiye, Mülkiye mektepleriyle; medrese öğrencilerinden ve tekke mensuplarından da cemiyete girenler olmuştur. Cemiyetin görünen faaliyetleri Makedonya ve bu eyaletin merkezi olan Selanik’te göze çarpıyordu. Avrupalı devletlerin gözü önünde olan Makedonya meşrutiyet hareketinin canlanması için uygun bir merkez niteliğindeydi. Toplantılar rahatça yapılabiliyor, gazeteler okunabiliyordu. Anadolu’da yaşanan istibdat dönemine karşılık Makedonya’da hürriyet rüzgarları esmekte idi. 1895 yılına kadar örgüt, yeni üyeler kazanmak, gizli toplantılar yapmak, Namık Kemal, Ziya Paşa gibi Genç Osmanlıların eserlerini okuyan kadrolara sahip olmak için çalıştı. Cemiyetin 1889-1895 tarihleri arasında adı değiştirilerek Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti haline getirildi.

 Meşrutiyet taraftarlarının kurduğu bu cemiyetin amacı, gerekirse II. Abdülhamid’e meşrutiyet yönetimini zorla kabul ettirmekti. İngiltere ve Rusya’nın Reval şehrinde yaptıkları gizli görüşmelerde, karışıklık içinde bulunan Makedonya’nın Osmanlı Devletinden ayrılması konusunda anlaştıkları öğrenilince, İttihat Terakki Cemiyeti hemen harekete geçti.Cemiyete bağlı 3. ordu subayları arasında amaç birliği sağlandı. Niyazi Bey ve Eyüp Sabri Bey, Manastır çevresinde; Enver Bey Selanik yakınlarında Tikveş yöresinde birlikleriyle dağa çıkarak ayaklandılar. Binbaşı Enver ile Talat Paşa’nın da üye bulundukları Selanik’teki Osmanlı Hürriyet Cemiyeti, 1908’de Makedonya’da ayaklandı. 6 Temmuz 1908’de İttihat ve Terakki, Manastır sokaklarında beyannameler asarak anayasaya ve hürriyet rejimin kurulmasını istedi. 23 Temmuz 1908 de Binbaşı Vehip Bey’in verdiği söylevle İttihat ve Terakki kendiliğinden meşrutiyeti ilan etmiş oldu. Cemiyet daha sonra 1876 Kanun-u Esasi‘sinin yeniden uygulamaya konulmasını II. Abdülhamid’den istedi. Durumun ciddi olduğunu gören Sultan Abdülhamid İttihatçı hareketi bastırmakla görevli olan sadrazam Avlonyalı Ferit Paşayı 21-22 Temmuz gecesi azlederek yerine küçük Said Paşayı getirdi. Bu olayın akabinde II. Abdülhamid, 23 Temmuz 1908 de 31 yıl önce yürürlükten kaldırdığı meşrutiyeti tekrar ilan etti. Böylece II. Meşrutiyet ilan edilmiş oldu. Kaldı ki 1906 yılında Osmanlı Devleti’nin komşuları olan Rusya ile İran da meşrutiyet yoluna girmişlerdi. Osmanlı Devleti, tek başına bütün Avrupa memleketlerinde yıkılmış olan istibdat sistemini hangi akıl ve kuvvetle koruyabilecekti. Zira İstibdat sistemi XIX. yüzyılın akla hayret verici ileri düşünce akımları, siyaset, ekonomi ve kültür değişmeleri yanında varlık nedenini yitirmiş bulunuyordu.

II. Abdülhamid’in Meclis-i Mebusan’ın tekrar toplanması için gerekli mazbatanın hazırlanmasını Vükela meclisine emretmesi üzerine bu haberin bütün vilayetlere duyurulması ülke genelinde halkın büyük sevinç duymasına sebep olmuştur. Haber Selanik’e ulaşınca 101 pare top atılarak Meşrutiyet’in yeniden ilanı sevinci, tüm Rumeli’ye yayılmıştır. Kosova vilayetinde halk silahlı gezmeye alışmış olduğu için herkes tüfeğini doldurup havaya ateş etmekle sevincini göstermeye kalkışmış; şehirler, köyler ve kasabalar günlerce savaş gürültüsüyle çınlayıp durmuştur. Selanik’te kutlama törenlerine Müslüman kadınların peçesiz katıldıkları da görülmekte idi. Bu törenlere Türk imamlar, Rum ve Bulgar papazlarla, Yahudi hahamları yan yana yürüyerek katılmış ve bu görüntüler Selanik’te “Mehd-i Hürriyet” havasının esmeye başladığını göstermiştir. Böylece 19 yıllık bir mücadeleden sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti adeta kansız bir darbe ile ülkeyi yeniden Meşruti sisteme kavuşturarak amacına ulaşmış, Osmanlı Devleti için yeni bir dönemi başlatmıştır. İttihat ve Terakki’nin yıllardır süren mücadelesinin ittihatçılar lehine sonuç vermiş, yıllardır özlemi çekilen hürriyet; temmuz hareketinden sonra gelişmiştir. 23 Temmuz 1908’de başlayan ve ikinci meşrutiyet olarak anılan bu dönemde, Anayasa yeniden yürürlüğe konularak ülkede özgür bir ortam oluşmuştur. Bu dönemde İttihat ve Terakki’nin dışında yeni siyasi partiler doğmuş, dolayısıyla Meşrutiyet yönetiminin daha iyi işlenmesi için gerekli ortam hazırlanmıştır.

Meşrutiyetin ilanı ile İttihatçılar arzuladıkları düzene kavuşmuşlardı belki ama Akşin’in de kaydettiği gibi ittihatçılar o zamanın anlayışıyla tecrübesiz ve toy göründükleri için iktidarı bir an da ellerine alamadılar. Yeni dönemin arkasından Mustafa Kemal’in korkuları da sırası geldikçe çıkmaya başladı. İttihat ve Terakki tecrübesizliğin sonucu olarak orduya dayanan gizli bir komite niteliğinde kalıp, devlet idaresini Said ve Kamil Paşalar gibi eski Osmanlı ihtiyarlarına bırakmayı tercih etti. İttihatçılar yönetimi eski sahiplerine bırakırken eski gücü ve otoritesi elinden alınmış olan Abdülhamid ile meydanın kendilerine açılacağını umuyorlardı. Bunu yaparken İttihat ve Terakki hangi paşaların hükümette yer alacaklarını kararlaştırmaya ve arka plandan bu paşalara yapmaları ve yapmamaları gerekenler konusunda talimat vermeğe hazırlanıyordu. Akşin, 1908 ile1913 arasındaki bu dönemi , yada bir başka deyişle, ittihat ve Terakki’nin bu ( yap, yapma) diyebilmesini cemiyetin (denetleme iktidarı) olarak tanımlamaktadır. Osmanlı Tebaası, temmuz hareketiyle istibdat idaresinden kurtulmuştu; belki. Fakat halk meşrutiyetle doğan “hürriyet” kelimesinin anlamını dahi bilmiyordu. İstanbul sokaklarına dökülen halk, hürriyet sarhoşluğu içinde eski rejimden ve onun memurlarından öç almaya başlamıştı. Halkı kontrol altına almak güçleşmişti. Padişahın isteği üzerine Şeyhülislam Cemalettin Efendi’nin Padişah adına meşrutiyeti koruyacağına dair Kuran’a el basarak yemin etmesi halkın yatıştırılmasında etkili olmuştur. “Hürriyet’in ilanı” pek çok kesimde mucizeli çözümler beklentisini yaratmıştı. Köylüler, meşrutiyeti vergi ödememek diye yorumlarken, memurlar terfi ve maaş zammını gözetmekteydiler. Basın beklediği özgürlüğü elde etmenin zaferini kutlamaktaydı. Ayrılıkçı örgütler, ileri görüleceği üzere Kanun-u Esasi’yi Osmanlıdan kopmanın ilk merhalesinin altın anahtarı olarak kullanacaklarını açıkça ilandan çekinmemekteydiler. Muhalefetleri sırasında Jön Türkler Meşrutiyet’i “her derde deva” kabilinden adeta sihirli bir tılsım gibi göstererek, kitlelerin hayallerini hayallerle pompalamış; bunu da onları cemiyete bağlamanın bir yolu olarak görmüştür .

Meşrutiyet’in ilan edilmesinden sonra, nasıl bir yol izleyebileceklerini tespit etmemiş olan İttihatçılar, Kanun-u Esasi’nin ilan edilmesini temin ettikten sonra, daha önce de ifade ettiğimiz üzere yönetimi eski rejimin yetiştirdiği idarecilere bırakmak zorunda kaldılar. Kendilerini genç, tecrübesiz ve yeterli görmediklerinden doğrudan doğruya da iktidara el koymamışlardır. İktidara açıkça el koymanın sonucunda düzenin bozulacağı endişesiyle hükümeti, en azından bir süreliğine Osmanlı Seçkinlerine ( Osmanlı hükümetinin geleneksel yöneticileri olan ve çoğu paşa ünvanına sahip üst düzey subay ve sivil memurlara) bırakmaya karar verdiler. Mamafih Said Paşa başkanlığında kurulan hükümete karşı da herhangi bir tavır takınmamışlardır. 22 Temmuzda kurulan Said Paşa Hükümeti meşrutiyet’in ilanını bütün vilayetlere tebliğ ettikten sonra, ilk iş olarak saraya yakınlıkları ile tanınan bir kısım ileri gelen devlet memurlarına görevden el çektirmiş, 27 Temmuz da siyasi suçları, 28 Temmuza da , adli suçluları içine alan, genel af ilan ederek 30 Temmuzda da II. Abdülhamit’in kurmuş olduğu hafiyeliği kaldırmıştır. Gazetelerin rahatça yayınlanmaya başlanması üzerine dönemin gazeteleri kişilerle uğraşmayı, doğruluğu belli olmayan haberler vermeye ve halk adına yalan yanlış fikirlerin savunuculuğunu yapmaya başladı. Halkı hükümete karşı köpürten olaylardan biri de Selanik, Manastır ve Kosova’da çıkartılan genel af ilanı olmuştur. Bu durumu gören gören halk saraya yürüyerek kendi kardeşlerinin, evlatlarının da bu aftan yararlanmasını talep etmekteydi. Hatta biraz daha ileri giderek kimi nazırların, valilerin, subay ve memurların yerlerinden atılmasını istiyordu. Bun sebepledir ki; Bab-ı Ali de sarayda istenmeyen adamların ismi listeler halinde yağmaya başladı. eski nazırlar evlerinden alınarak zaptiye nezaretine götürüldü. Kimi devlet adamlarının arabaları limon ve çürük yumurta yağmuruna tutuldu. Taşrada sevilmeyen komutan, vali yargıç gibi memurlar yerinden kovulmaya başlandı. Memurluk isteyenler rütbe ve mevki isteyenler hükümet kapısında yığılır oldular. Gün geçtikçe gelişen bu anarşide direkt olmasa bile ittihat ve terakki cemiyeti’nin de payı vardı.

Meşrutiyet’in ilk seçimlerinde Türk tarihinin ilk siyasi partisi olarak büyük bir çoğunluk sağlayan İttihat ve terakki üyeleri kabine kurma görevini üzerlerine almayarak sadece bir iki üye yerleştirmekle yetinmiş yalnız bununla beraber ilk günlerden itibaren de kurdurduğu her hükümetin işine karışarak onları perde arkasından yönetmeye başlayınca kısa zamanda iktidar için saray, hükümet ve halk arasında bir mücadele başlatmıştır. II. Meşrutiyet herkesi şüpheye düşürmüş ve kimseyi tam olarak tatmin etmemişti. Halk her ne kadar Meşrutiyet’in ilanına sevinse de, ne getrip neler götüreceği hakkında tam bir bilgiye sahip değildi. Meşrutiyet memlekete birdenbire yeni fikirler getirmedi, sadece mevcut fikirlerin bütün serbestliğiyle ortaya çıkıp münakaşa edilmesine yol açtı. Padişah’ın otoritesi ittihatçı liderlerin eline geçtiği için, bu ideolojik kavgaların belli hudutlar içinde tutulması imkanı da kalmamış, devlet bizzat bu mücadelenin taraflarından biri haline gelmişti. İttihatçılarında bir politikası vardı ve bu politika “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” şeklinde tecelli ediyordu. II.Meşrutiyet’le ortaya çıkan zengin fikir akımlarına ve ideoloji harekelerine bakılacak olursa; Bu dönemdeki Türk aydınlarının Devlet-i Aliye’yi kurtarmak ve geliştirmek üzere üç farklı istikamet tutturduklarını görürüz: 1) Batıcılar; yani Batı kültür ve medeniyetini süratle alıp batı dünyası ile birleşmememizi isteyenler 2) İslamcılar; modern teknoloji dışında bütün müesseselerimizi İslami esaslara göre düzeltmemizi ve İslam alemi ile bütünleşmemizi isteyenler 3) Türkçüler, Bir tarafta batı medeniyeti ve bir tarafta Türk kültürü esasına dayalı modern bir cemiyet yaratmak, Türk alemi ile bütünleşmek davasında olanlar. Ziya Gökalp bu üçüncü grupta bulunuyordu. Bu fikir hareketi onunda içinde bulunduğu bir genç aydınlar grubu tarafından başlatılmış , kısa zamanda yaygınlaşan bu fikir akımının fikir lideri olarak ta Ziya Gökalp ön plan geçmişti. Ziya Gökalp bu dönemde iktidarı elinde bulunduran İttihat ve Terakki Partisinin merkez-i umumi üyesi idi.

İttihat ve Terakki’nin hükümet işlerine karışması, belirli zümreleri rahatsız etmeye başlamıştı. Yeni rejime karşı memnuniyetsizliği hissettiren ilk kesimse alaylı subaylar ve askerler olacaktı. Meşrutiyetin ilanı ile birlikte gelen disiplin bu taifece yadırganmıştır. İttihat ve Terakki Meşrutiyet hakkındaki şüpheleri ve yadırganmaları yok etmek amacıyla gazetelerden sansürün kaldırılmasını isteyerek halkın hür ve özgür iradeye sahip olduğunu göstermeye çalıştılar. Bazı vükela; ağır eleştiriler ile kötülendiler. İhtilal zamanlarına has bir hava esmeye başladı. ittihat ve Terakki’nin ilk bakışta görünmeyen bu iktidarıyla birlikte sürgünler, katiller caniler de ortaya çıkmaya başladı. Böle bir zamanda sadarette kim olursa olsun ezileceği kesindi. Said Paşa da sadareti dönemde bu ezilenlerden oldu. Said Paşa’nın, padişahın “bahriye ve harbiye nazırlarını kendisinin tayin edeceğini istemesi üzerine sultanın bu isteğini kabul etmesi bardağı taşıran son damla oldu.Kabine üyeleri arasında Harbiye Nazırlığına Ömer Rüştü Paşa’nın, Bahriye Nazırlığına Rahmi paşanın atanmasının padişah tarafından gerçekleştirilmiş olması; Said Paşa kabinesindeki diğer nazırların; Said Paşa’nın bu evet efendimciliğini meşrutiyetin esasına ters bularak istifa etmelerine sebep olmuştur. Anayasa Konusunda .ok duyarlı olan halkın bu olaydan dolayı gösterilere başlaması, ve kabine de artan istifalar Said Paşa hükümetinin düşmesine sebep oldu. Said Paşa’nın sadaretten çekilmesinden sonra sadarete gelen Kamil paşa kabinesi II. Abdülhamit’in bu isteğinin Kanun-u esasiye ters olduğunu söyleyerek Bahriye ve Harbiye nazırlarına ait olan tayin azil işlerinin meclis tarafından yapılabileceğini söylemesi üzerine Said Paşa döneminde Padişahın buyurmuş olduğu ferman ve istediği yetki geri çevrilmiş oldu. Mamafih II. Meşrutiyet’le bazı maddeleri değiştirilerek yürürlüğe konan anayasa icrayı ön plana çıkarmıştı. Böylece Hükümdarın hükümete müdahale yetkisi ortadan kaldırıldı. Parlamento kanun yaparken de hükümdarın tesirinden kurtulmuş oldu .

Kamil Paşa, sadrazamlığının ilk ayında mühim müşkiller ile karşılaştı. İhtilal zamanlarına has taşkınlıklar, gazetelerin bazılarını överek gökyüzüne çıkarmaları; bazılarını da kötüleyerek yerin dibine geçirmeleri devam ediyordu. Herkes hürriyete ayrı bir mana veriyor, kanun ve nizama herkesin itaatte mecbur olduğunu söyleyenlere işbirlikçi, hain damgası vuruluyordu.Hürriyet Devrinde vergi verilir mi? diye bazı vilayetlerde vergi tahsilatı yapılamadı. Yine özgürlükte yasak mı olurmuş zihniyetini taşıyanlar İstanbul sokaklarında güpe gündüz soygunlar yapmaya başladılar. Vapura, tramvaya para vermeden binmeyi özgürlük sayanlar türedi. İstanbul’un güven ve huzur şehrinden uzaklaşmasına şahit olan Kamil Paşa; ihtiyatlı ve tecrübeli bir devlet adamı olmakla beraber, bu taşkınlıklara mani olamıyordu. Kamil Paşanın çözmek zorunda bulunduğu sorunların başında Meşrutiyet’in duyurulması üzerine meydana gelmiş olan bu düzensizliği kaldırmak ve güvenini kurmak geliyordu.

İktidarında ne padişahtan ne de gazetelerden destek alamayacağını bilen Kamil Paşa kabinesinin kaderi; İttihat ve Terakki Cemiyetinden göreceği desteğe bağlı idi. Bu dönemde Kamil Paşanın liderliğini yaptığı veya bağlı bulunduğu herhangi bir siyasi partinin olmaması, meşrutiyet sisteminin gereği olan siyasi partilerinde henüz örgütlenmiş ve normal yolda çalışan iktidar ve muhalefet partisi haline gelmemiş olması; Kamil Paşa kabinesini İttihat ve Terakki desteğine yaklaştıran başlıca sebeplerdi. İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Kamil Paşa arasında memleket yönetimi konusunda varılmış olan anlaşmanın temelinde: Özel kurulun İstanbul’da bulunacağı ve Kamil Paşaya yardımda bulunacağı maddesi yer almış fakat ittihatçılardan oluşacak bu kurulun yapacağı yardımların sınırları çizilmemişti. Kamil Paşa bu durumun sadrazamlık yetki ve sorumluluğuna bir karışma anlamına gelmeyeceğini sanmaktayken kurul özel üyeleri Kamil Paşa’yı, İttihat ve Terakki cemiyeti’nin tedbir ve tasarılarını yürütmekle görevli biri olarak görmekte idiler.

İttihat ve Terakki cemiyeti Kamil Paşa’ya olan güvenini bir bildiri yayınlayarak “Padişahımız milletin anayasa’ya kavuşmasını emir buyurdu… Artık padişah ile millet arasında görülen hiçbir güç kalmamıştır. Milletin beklediği namuslu bir nazırlar kurulu (Kamil Paşa kabinesi) atanmıştır…Bu kurula milletin kesin olarak güvenmesini öneririz” diyerek Kamil Paşanın beklediği desteği sağlamıştır. Kamil Paşa İttihatçıların bu tutumundan memnuniyet duymuştur. Ne var ki iki taraf arasında ilk sıralarda yer alan bu ılık hava zamanla soğumaya başladı.

Kamil Paşa hükümeti döneminde de siyasi ve sosyal yaşamda başı bozuk hareketler devam etti. Osmanlı Devletinde, geçmişte örneği bulunmayan grevler de başlamış oldu. Demiryolu işçileri, tramvay işçileri, gazete ve basım evi işçileri meşrutiyetle gelen hürriyet rüzgarının esintisiyle greve başladılar. Anayasa adına ücretlerinin arttırılmasını istemekte idiler. Bütün bu düzensizliğe bir de Ordunun siyasete karışması eklenince Osmanlının buhranlı günleri pekte bitecek gibi görünmemeye başladı. II. Meşrutiyet dönemi siyasi olaylarını etkileyen en büyük faktörlerden biride Ordunun bilfiil aktif siyaset yapmaya başlaması olmuştur. Trablusgarb harbinin patlak vermesi İttihatçıları zor duruma soktu. Mahmut Şevket paşa Trablusgarp’tan 4 tabur askeri ve bir çok silah ve cephaneyi çektiği için suçlu olarak görülüyordu. Bölgeye giden gönüllü subayların halkı tetiklemesi ile kıyılara hakim olunabildi.Bu gönüllü subaylar arasında Mustafa Kemal Atatürk’te yer almaktaydı. Mustafa Kemal ile bir grup arkadaşı Derne ve Dobruk’ta görev aldı. 22 Aralık 1911 de İtalyanlara karşı Dobruk mücadelesini kazandı. Tarablusgarp Savaşı çıktığı sırada Hakkı paşa istifa etti. Yerine İngilizci olarak tanınan Said paşa getirildi. Bu ortam içerisinde Rusya’nın panislavist politikası ve milliyetçilik akımının etkisi ve İngiltere’nin Reval Görüşmeleri ile Rusya’yı balkanlarda serbest bırakması Osmanlı devleti’ni ikinci bir çıkmaza sürükledi ve 1912 de Osmanlı Devleti Balkanlardan patlak veren Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan ve Karadağ dörtlüsüyle mücadele içine girmiş oldu. İki cepheyi aynı anda idare edemeyeceğini anlayan Osmanlı Trablusgarp cephesinden 18.Ekim.1912 de Uşi antlaşmasını imzalayarak Kuzey Afrika da ki son toprak parçasını (Trablusgarb) ve 12 adayı bırakarak çekildi.

Balkan Cephesine yönelen Osmanlı Ordusu burada da başarı sağlayamadı silah bakımından iyi olmasına rağmen iletişim ve ikmal bakımından sevk ve idare savaş azmi bakımından onlar üstündü. Yenilginin baş sorumlusu Başkumandan vekili ve harbiye nazırı Nazım Paşaydı. Genel sorumluluk ise onu o mevkiye getiren Ahmet Muhtar ve Kamil Paşalarındı. Paşaların en büyük hatası savaş halinde bile İttihat ve Terakkiye duydukları muhalefetten vazgeçmemişler ve cephede ulusal birlik mefhumundan uzaklaşarak, ölüm kalım savaşı verebilecekleri yerde bile siyasi çekişmelerini devam ettirmişlerdir. Balkan yenilgisinde en etkili olan sebep ordu içindeki siyasi bölünmüşlüktür.

Cumhuriyet Türkiye’si öncesinde yaşanan bütün bu olaylar Modern Türkiye’nin doğum sancıları niteliğindeydi. Bu yaşananlara şahitlik eden Mustafa Kemal bu tarihlerde genç bir subay olmanın yanında her yaşanmışlıktan bir ders çıkartıyor aynı zamanda tarihe olan merakı ile geçmişten bugüne Osmanlı Devletinin adım adım eriyişini analiz ediyordu. 17. Yüzyıldan itibaren başlayan iyileşme ve kötüye gidişi engelleme adına yapılan her yenilikçi adım aslında 1923’de ilan edilecek yeni rejimin ayak sesleri oluyordu.

C) Modern Türkiye ve Mustafa Kemal Atatürk

Mustafa Kemal Atatürk; Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ilk cumhurbaşkanı ve Türk İstiklal Savaşının kahraman kumandanı. Her şeyin yok olduğu zamanlarda bağımsızlığa olan inancını ve Türk milletine olan güvenini haykırmaktan gurur duyan, ömrünü milletin istiklali uğruna adayan devlet adamıdır. Hayatının en verimli dönemlerini işgal altındaki vatanını düşman çizmeleri altından kurtarabilmek için feda eden Mustafa Kemal Atatürk’ün en büyük kazancı da ömrünü feda ettiği bağımsızlık mücadelesinden başarıyla çıkması olmuştur. Kurmuş olduğu temeller üzerinde yükselen Türkiye Cumhuriyeti de dünya üzerinde bıraktığı en büyük eseridir. Türk milleti Atasını hep bu eseriyle anacak ve gelecek nesillere anlatacaktır. Kendini milletinin egemenliğine ve bağımsızlığına adayan Mustafa Kemal’in kişiliğinden söz etmek, Türkün manevi şahsiyetine cesaret katacak ve gelecek genç nesillerin önünde bir kutup yıldızı olacaktır.

Türk inkılabını kuran ve yürüten Atatürk’ün kişiliği üzerine başta Türkçe olmak üzere belli başlı dillerde pek çok araştırma yayınlanmıştır. Bu da önderin kişiliğine duyulan ilginin bir işaretidir. Bütün bu eserlerde O’nun kişiliği çeşitli yönlerden, görüş açılarından incelenmiştir. Şüphesizdir ki bu incelemeler içinde yanlış, ters değerlendirmelere sapanlarda vardır. Ama, bütün bu yazarların üzerinde birleştiği husus, Atatürk’ün dahi olduğudur. O, seçkin, üstün yaratışlı bir insandır. Tarihte ender çıkan kişiliklerdendir. Tek başına yükselip yürüttüğü işte başarıya ulaşmasının en büyük sebebi, O’nun bu kişisel yapısıdır.

Mustafa Kemal Atatürk, İstiklâl Harbi’nin muzaffer Başkomutanı, çağdaşlaşma hareketinin önderi ve inkılâpların felsefesini yansıtan görüşleri ve söylevleriyle de bir fikir adamı idi. Onun yalnızca Türk tarihinde değil, dünya tarihinde de iz bırakan özelliği devlet kurculuğudur. O bu özelliğiyle bir milletin tarihinin akışını değiştirdiği gibi büyük devletlerin Ön Asya projesini de büyük ölçüde bozmuştur. İngiltere Başbakanı yukarıdaki sözüyle, uluslar arası politikalardaki gücünü anlattığı gibi, bu politikaları engelleyen siyasî dehâyı da kabullenmektedir; İngiltere kendinden ve gücünden o kadar emin ki, onu ancak bir siyaset dâhisi durdurabilirdi. Sayıları çok daha az olan bazı dahiler toplumsal ortamı da değiştirebilecek çok çeşitli özelliklere sahiptirler. Bu tür dahiler devlet yapısı içerisinde olduklarından daha çok devlet alanında ortaya çıkarlar. Bir devlet adamı ve komutan olan Büyük İskender askerlik ve sanat sezgisi dehası ile yunan ve Pers-Hind uygarlıklarını birleştirebilmiştir. Tarihte üstün asker, büyük devlet adamı çok görülmüştür. Ama toplumsal ortamı değiştirmeye cesaret edenler çok azınlıktadır. İşte Atatürk bu tür ender dahilerden biridir. Türk Milletine, varlığını geliştirebilmesi için bir ufka yayılmış imkanlar sunmuş; o ufka erişebilmenin yollarını göstermiştir. Öyle ise Atatürk, ender görülen bu dahilerdendir. Dehası tek alanla sınırlı değildir. Hep başarılarla geçen zahmetli bir askerlik hayatı, devlet kuruculuğu ve İnkılapçılık özelliği dehasının belirdiği belli başlı alanlardandır. Atatürk’ün dahiliği konusunda İngiltere başkanı Winston Churchill’in bizzat söylediği “Yüzyıllar nadir olarak dahi yetiştirir, şu talihsizliğimize bakın ki, o büyük dahi çağımızda Türk milletine nasip oldu” sözleri manidardır. Bütün sıfatları ile birlikte Atatürk en büyük insan, insanlık davasının en güçlü izleyicisi idi. Atatürk, insanlık ve uygarlık anlayışının en yılmaz temsilcisi, milletlere bağımsızlık, insanlara özgürlük idealinin mümtaz siması idi.

Mustafa Kemal bütün bu özelliklerinin tabi bir sonucu olarak, Türk milletinin üzerinde kara bulutların dolaşmaya başladığı bir dönemde eşi tartışılmaz siyasi ve askeri bir deha olarak ortaya çıkmış, bu kişilik özelliklerini de en doğru yer ve zamanda kullanarak Türk milletinin ihtiyaç duyduğu, özlem çektiği siyasi boşluğu doldurmuştur. Atatürk’ün bunu yaparken tek kuvvet aldığı şey ise siyasetçi kişiliği ve Türk milletine olan sarsılmaz güveni olmuştur. Onu tarihimizin en büyük devlet adamı ve siyasetçisi yapanda ileriye dönük politikaları ve planlarıdır. Başarılı bir komutan ve devlet adamında ileriyi görme niteliğinin bulunması gerekir. Normal bir komutan veya devlet adamı, içinde yaşanılan olayları değerlendirerek biraz ilerisini görebilir. Ama bir önder olarak belirenler çok daha ilerisini açık ve seçik görürler. Onların bu dehaları toplumlarına yol gösterir. Atatürk’te bu nitelik tam anlamıyla belirgindir. Kimsenin göremeyeceğini sezmiş ve kavramış ,hedeflerini böylece sürekli olarak yürütmüştür . O hedefleri için yaşayan, Türk milletinin mutluluğunu bu hedefler içerisinde taçlandıran bir lider, hedeflerine ulaştığında gerçek mutluluğu göğüsleyen bir siyasetçi ve devlet adamı olmuştur.

Atatürk, Samsuna çıktığı zaman “bir avuç Türk’ün yaşadığı ata yurdunda ulusal egemenliğe dayalı tam bağımsız yeni bir devleti kurmayı” amaçladığı halde; onun çevresinde yer alanların tek düşüncesi, düşmanın yurttan kovulması idi. Saltanatın kaldırılması, cumhuriyet’in ilan edilmesi, halifeliğin kaldırılması, teke ve zaviyelerin, medreselerin kapatılması vs. gibi laik ve çağdaş bir toplum oluşturacak inkılapları hemen hemen hiç kimse düşünemiyordu. Bütün bunları en ince sebep ve sonuçlarına göre düşünen, planlayan biri vardı ki O da Mustafa Kemal’in ta kendisi idi.

Atatürk’ü diğer politikacılardan ve aydınlardan ayıran çok önemli bir özelliği vardır… O da, hayatı boyunca sadece Türk Milleti’ne güvenmiş, ilhamını ve gücünü Türk Milleti’nden almış ve Türk Milleti’ne hizmet etmiş olmasıdır!.. Atatürk’ün çağdaşları ya Batı hayranı idi, ya Millet’ten ümidini kesmişti!… Ondan sonra gelenler de hep böyle olmuştur… Onlarda bir de “kendini millet’ten üstün görme” duygusu göze çarpar ki, “aşağılık kompleksi”nin savunmaya dönüşmesinden başka bir şey değildir!.

Ulusal tarihimizin en büyük lideri ve önderi olan Atatürk ün en önemli vasıflarından biri de insanlık idealine ve barışa olan yaklaşımı ve katkılarıdır. O sadece bu idealini Türk dünyası için değil bütün insanlık için gerçekleştirmiş ve dünya barışının en büyük savunucusu ve koruyucusu olmuştur. Atatürk’ün tüm dünya tarafından asker, siyasetçi ve reformist olarak tanınmış karizmatik ve pragmatik bir lider olarak tarihe yön veren yapısı ile insanlık sevgisine dayanan idealist görüşleri ile evrenselleşmiştir. Olağanüstü bir inkılapçı olan Atatürk Sömürgecilik ve emperyalizme karşı çıkmış ve dünya ulusları arasındaki karşılıklı anlayışın ve sürekli barışın öncülüğünü yapmış, bütün hayatı boyunca insanlar arasında hiçbir renk,din,ırk ayrımı gözetmeyen bir uyum ve işbirliği içinde insan haklarına saygılı bir lider olmuştur. Gerçekten Atatürk , en yakın silah arkadaşı İsmet İnönü nün belirttiği gibi, İnsanlık idealinin aşık ve mümtaz siması olmuş ve bütün dünyaya verdiği barış mesajları ile bunu her zaman kanıtlamıştır.

Atatürk’ün insanlık idealinde, özgürlük, bağımsızlık ve insan haklarına saygı ön planda gelir. Onun özgürlük ve bağımsızlık tutkusu,bencil değil ulusaldır. Hatta daha ileri giderek diyebiliriz ki evrenseldir, bütün insanlık dünyasına yöneliktir. O, “Özgürlük olmayan ülkede ölüm, yıkılış vardır. Her ilerlemenin, kurtuluşun anası özgürlüktür”,demektedir. (Prof. Dr. Reşat Genç hocamızın nutuk kaynaklı anlattığı master derslerinden aklımızda kalan ve hiç silinmeyen Sivas kongresi Atatürk’ün bağımsızlık anlayışının özeti gibidir.). Gazi Paşa hazretleri, Sivas kongresinin en hararetli tartışmalarının yaşandığı günlerde, yedi gün boyunca manda ve himaye fikrini savunan milletvekillerinin görüşlerini dinlemiş ve bu yedi günün sonunda kürsüye gelerek mebuslara şöyle seslenmiştir; “Efendiler, Temel prensibimiz Türk Milletinin Şerefli ve Haysiyetli yaşamasıdır, bu ise ancak tam bağımsızlık ile sağlanabilir”diyerek bağımsızlığın ve özgürlüğün Türk Milleti için ne denli önemli olduğunu vurgulamıştır. Atatürk devlet adamlığının ilk şartı olarak, Millete dayanma, gücünü milletten alma ve milletin naciz bir ferdi olarak yaşayabilmeyi şart görmüştür. Kerameti kendinde gören, kendini millete bir lütufmuş gibi sunan, herkese tepeden bakan zavallıların ise başarılı olamayacakları gibi devlet adamı dahi sayılamayacaklarını vurgulamıştır. Ona göre iyi bir siyasetçi ve devlet adamı bağımsızlık fikrini haysiyet ve şerefle özdeşleştirebilen devlet adamıdır.

Milli mücadele döneminde Atatürk’ün çevresindeki insanlar bu dönemde bunları düşünebilecek kadar ileri görüşlü olmayıp halen Padişah ve halifeye bağlı olduklarından egemenliğinde padişaha ait olması gerektiğine inanmaktaydılar. Ama Mustafa Kemal gerçek bir siyaset insanı olarak bu kanıda değildi. Artık saltanat ve hilafet’in kaldırılması gerektiğini düşünüyordu. Erzurum’da, Sivas Kongresinin hazırlıkları yapıldığı sırada, yakın arkadaşı Mazhar Müfit’e zaferden sonra yapılacakları yazdırırken, hükümet şeklinin Cumhuriyet olacağını da belirtmişti. Düşman yurttan atılıncaya kadar bunu açıklamayıp “milli bir sır” olarak saklaması da onun siyasetçi kabiliyetini ve yüksek şahsiyete mazhar bir lider olduğunu gösteriyordu. Çünkü Mustafa Kemal bu dönemde biliyordu ki en yakın arkadaşlarının bir kısmı dahi cumhuriyet kelimesinden ürkmektedir. Bunun için ilk olarak İnsanların cumhuriyet kelimesi ve daha sonrada cumhuriyet bilinci ile tanıştırılması gerekmektedir. Ancak bu şekilde ülke kaosa sürüklenmeden gerçek ve ideal yönetim şeklini benimseyip yaşatabilecektir. Hedeflerin sırası geldiğinde halka anlatılması gerektiğine inanan Atatürk hiçbir zaman gaflete düşmemiş ve zamanı gelmeden hedeflerini ve düşüncelerini halka anlatmamıştır. Ne zaman, millet Atatürk’ün düşüncelerine hak verecek düzeye erişmişse hedefler ancak o zaman milletle paylaşılmış ve milletle birlik olarak hedeflere ulaşılmıştır. Büyük siyasetçiler ancak milletiyle birlik olarak, milyonları ortak paydalarda toplamayı başarabilen devlet adamlarıdır.

Mustafa Kemal’e göre güçlü siyaset halkına geçici çözümler değil, kalıcı ve beraberliği ilelebet devamlı kılacak çözümler getiren siyasetti. Halkının istikbali ve mutluluğu için ömrünü adayan ve çabalayan kimselerde gerçek siyaset adamları olabilirdi. Mustafa Kemal sadece düşmanı yurttan atmak için çabalayan bir devlet adamı ve lider değil yurdun düşmandan temizlenmesinden sonra muassır medeniyetler seviyesine çıkmak için çabalayan ve milletine bunu hedef gösteren bir siyasetçide olmuştur. Atatürk’e göre yurdu düşmandan temizlemek, cehaleti yenmekten daha basitti. O’na göre asıl mücadele bundan sonra başlıyordu. Her şeyin tekrar eskiye dönmemesi ve karanlık günlerin tekrarlanmaması cehaletin yenilmesi ile mümkün olabilirdi.

Mustafa Kemal en yakın arkadaşlarından Fethi Bey’in Minber gazetesine verdiği demeçte “…En iyi siyaset’in her türlü manasiyle, en çok kuvvetli olmakta bulunduğunu kabul ederim. En çok kuvvetli olmak, tabirinden maksadım yalnız silah kuvveti olduğunu zannetmeyiniz. Tam tersine, asker olmama rağmen bu bence, kuvvet muhassalasını meydana getiren amillerin sonuncusudur. Benim istediğim manen, ilmen, ahlaken ve fennen kuvvetli olmaktır. Bu saydığım özelliklerden mahrum olan bir milletin bütün askerlerinin en son silahlarla cihazlandırıldığını düşünsek bile kuvvetli olduğunu kabul etmek doğru olmaz” diyerek iyi siyaset’in altında yatan gerçek güçlerin neler olduğunu açıklamış. Cehalet içindeki bir toplumun iyi ve güçlü bir siyasete sahip olamayacağını mamafih varlığını daim kılamayacağını vurgulamıştır.

Mustafa Kemal Amasya Kongresinde “Vatanın bütünlüğü tehlikededir. Hükümet sorumluluğunu kavramış değildir. Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” derken Ulusal egemenlik anlayışının altını çizmiş ve yeni Türk devletinde egemenliğin kaynağını göstermiştir. Yine devamında ” Milletin sesini dünyaya duyurmak ve kaderini tayin etmek için her türlü tesir ve murakabeden uzak milli bir kongrenin toplanması şarttır” diyerek milletin iradesine güvenmenin zamanı geldiğini belirtmiştir. Bu sözlerden çıkarak Mustafa Kemal’e siyaset adamı olarak baktığımızda; onun liderliğinde gelişecek Anadolu hareketini halka malederek; bu hareketin liderliğine de halkın iradesi doğrultusunda seçimle geçmek istediğini söyleyebiliriz. Unutulmalıdır ki gücünü halktan almayan siyasetçiler belirli bir süre sonra yıkılıp giderler. Atatürk günümüzde politikaları ve siyasi fikirleriyle halen yaşamakta ve yaşatılmaktadır. Bunun yegane sebebi de Atatürk fikirlerinin ilkelerinin geçmişten günümüze millet tarafından benimsenmesi ve günümüze kadar yaşatılmasından dolayıdır. Atatürk fikir ve ilkeleri zorunlu kalınarak yaşatılmamıştır; toplumun ihtiyaçlarına ve sorunlarına cevap verdiği için günümüze kadar gelebilmiştir.

Mustafa Kemal siyasetin, toplumun huzuru ve mutluluğu için bir araç olduğuna inanan ve siyasetin amacının da topluma hizmet olduğunu savunan bir devlet adamı idi. Halk düşünceleri ile tam olarak parlamentoda temsil edilebiliyor ve halkın hakları seçmiş olduğu vekilleri tarafından savunuluyorsa gerçek siyaset ve ideal yönetimin başarısı ancak böyle sağlanmış olurdu. Devlet adamlığının hep başarılar içinde geçmesinin nedeni de çok iyi bir yönetici ve önder olmasındandır. Yöneticiliği etkileyicidir. İnsanları etki altına alma sanatını çok iyi uygulardı. Bunu yaparken de bağlı kaldığı kural halkına güven vererek; dürüstlüğünden taviz vermemiş olmasıdır. “Birbirimize hep hakikati söyleyeceğiz. Felaket veya saadet getirsin, iyi veya fena olsun, daima hakikatten ayrılmayacağız.” sözleri Atatürk’ün geçmişten günümüze bir haykırışı ve siyasi arenada ihtiyaç duyduğumuz pusula özelliğine sahip tecrübeleridir. Onu lider ve devlet adamı yapan, Türk milletini Atasına bağlayanda şahsında toplanmış bu özellikleri olmuştur.

Mükemmel bir siyasetçi olan Atatürk kendisinin bizzat kurduğu Cumhuriyet Halk Fırkasının tek parti olmasını dahi içine sindirememiş ve iktidar parti icraatlarının izlenebilmesi için başka partilerin kurulması gerektiğine inanarak çok partili bir meclisin oluşması gerektiğini savunmuştur. Asıl gelişmişliğin ve modern toplumların ancak çok sesli demokratik devletlerce yakalanabileceğine, iyi ve doğruların tartışılarak milletin yararına olan şeylerin uygulanması gerektiğine inanmıştır. Bu konuda Fethi Bey (Okyar); Atatürk’ün kendisine, “serbest Fırka”yı kurdurmak için, şu gerekçeyi göstererek konuştuğunu açıklıyor. “Bugünkü manzaramız bir “Diktatorya” manzarasıdır. Halbuki ben Cumhuriyeti kendi menfaatim için yapmadım. Hepimiz faniyiz. Ben öldükten sonra arkamda kalacak müessese bir istibdat müessesesidir. Ben ise milletime miras olarak bir istibdat müessesesi bırakmak ve tarihe o suretle geçmek istemiyorum” sözleri, Mustafa Kemal’in başında olduğu tek partinin istibdatından bezgin ve endişeli olduğunu göstermektedir.

Fakat Atatürk’ün bu isteği kendisi hayatayken gerçekleşememiştir. Terakkiperver ve Serbest Fırkalar kurulmuş ama zamanla kontrolden çıkarak Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Demokrasi hayatını tehdit edici haller almışlardır. Anadolu’da rejim karşıtları bu parti teşkilatları içerisine sızarak isyanlar ve ayaklanmalar çıkartmışlardır. Bu karışık dönemlerde huzurun tekrar sağlanabilmesi için büyük çabalar harcanmış ve sonunda tek çare bu partilerin kapatılmasında görülmüştür. Cumhuriyet rejimi benimsenene kadar böyle bir girişimde bulunmamaya karar verilmiştir. Atatürk döneminde girişilen çok partili hayata geçiş denemeleri böylece sona ermiştir. Cumhuriyet Halk Partisi Yöneticileri Türkiye’de 1945 sonlarına kadar ülkede yeni bir partinin kurulmasına müsaade etmemiş tek parti anlayışı ile ülkeyi idare etmiştir.

Atatürk “her kişi, istediğini düşünmek, istediğine inanmak kendine göre bir siyasi fikre sahip olmak hak ve hürriyetine sahiptir.” diyerek her kişinin siyasi fikrine saygı duymuş ve bunu kişinin hak, hürriyetleri içinde görev telakki etmiştir. Atatürk’ü siyaset hayatı ve devlet yönetiminde başarılı kılanda bu olmuştur. O ilkeleri ile yaşayan ve bu ilkeleri Türk milletine yaşatmaya çalışan kabiliyetli bir asker, liyakatli bir siyasetçi ve tecrübeli bir devlet adamı idi. Atatürk’ü bilmek onu ilkeleri doğrultusunda anlamakla mümkündür. Mustafa Kemal hayatı boyunca izlediği politikalarında ilkelerinden ve Türk milletinin bağımsızlığından taviz vermemiştir.

Öyle ki, Milli mücadele ve Mustafa Kemal dönemi, gerekse Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, iç politikada olduğu gibi dış politikanın oluşturulmasında da M. Kemal’in ağırlığı ve bir çok konuda belirleyiciliği söz konusuydu. Özellikle, Türk dış politikasının genel yönelimini belirlemede Atatürk’ün son sözü söylediği bilinmektedir. O dönemin koşulları içinde Mustafa Kemal karar verici olarak kalmamış, gerektiğinde diplomasinin uygulanmasını da üstlenerek örneğin Fransa ile yapılan 21 Ekim 1921 antlaşmasının görüşmelerini bizzat yürütmüştür. Zor anlarda kritik kararlar vermek zorunda kalmış ve verdiği kararlar sonunda başarılar elde etmiştir. Cumhuriyet dönemi dış politikası grafiği incelendiğinde Atatürk dönemi dış politikasının dinamik, başarılar getiren bir politika olduğu; bu dönemde Türkiye’nin aranan, sözü dinlenen bir memleket olduğu da gözden kaçmamalıdır. Mustafa Kemal iç ve dış politikada uzman görüşlerine de önem vermiş bakanlığın raporlarını da dikkatlice incelemiş, yakın çevresindeki yönetici ve diplomatlarla uzun tartışmalara girmiş kararlarını bundan sonra oluşturmuştur. Kararlı, tutarlı ve milli menfaatlere hizmet eden Atatürk dönemi dış politikası bu şekilde oluşmuş ve işlemiştir.

D) Sonuç

Modern Türkiye’nin mimarı Mustafa Kemal Atatürk taşımış olduğu özellikleri şöyle sıralamak mümkündür; Mustafa Kemal Atatürk, tam bağımsızlık, millî hakimiyet ve modernleşme / çağdaşlaşma ilkelerinden kaynaklanan bir siyasetin takipçisi olmuştur. Mustafa Kemal Paşa’nın siyasal kişiliğinin en güçlü yanı devlet kuruculuğudur. O bu özelliğiyle kendisinden önceki reformlardan ve reformculardan ayrılır; Teokratik, monarşik, geleneksel Osmanlı Devleti’nin çöküntülerinden millî, lâik, demokratik ve modern bir devlet kurabilmiştir. Mustafa Kemal Atatürk, Millî Mücadele yıllarında ve Cumhuriyet dönemindeki inkılâp hareketlerinin uygulanmasında siyasetin uygun ortamını gözlemiş, halkın desteğini kazanmaya itina göstermiş, inkılâpların halk tarafından haklılığının kabulü anını beklemiştir.

Mustafa Kemal Atatürk, iç ve dış politikada gerçekçi bir siyasetin kurucusu ve takipçisi olmuştur. Bu hususta onu genellikle Enver Paşa ile karşılaştıranlar Mustafa Kemal Paşa’yı askerî ve siyasî bakımdan gerçekçi bulmuşlardır. Atatürk’ün siyasal kişiliğinin en önemli yanlarından bir de Türk milletine ve onun geleceğine olan inanç ve güvendir; Onuncu Yıl Nutku’nda “Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafıyla, geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.” İfadesinde yer alan heyecanı millet olarak duymak ve gelecek kuşaklara duyurmak lâzımdır.

1 Nisan 1937’de Cumhuriyet gazetesinde çıkan konuşmasında, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktığı günkü ortamı anlatırken elinde hiçbir maddî kuvvetin olmadığını söylüyor ve “Ben Türk ufuklarından bir gün mutlaka bir güneş doğacağına, bunun hararet ve kuvvetinin bizi ısıtacağına, bundan bize bir güç çıkacağına o kadar emindim ki, bunu adetâ gözlerimle görüyordum.” Demektedir.

Mustafa Kemal Atatürk, siyasal kişiliğiyle ve dehâsıyla, her şeyin sona erdiği, bittiği zannedildiği bir zamanda milletine güvenle ve onunla elbirliği yaparak nelerin olabileceğini ortaya koymuştur. Atatürk bu kişiliğiyle bir milletin kurtuluşunu sağladığı gibi, geleceğini de inşa eden bir devlet adamı olmuştur. O Osmanlıyı lağvetmek için değil Osmanlının başlattığı yenileşme hareketini hedefine ulaştırma görevini misyon edinmiştir. Yarıda kalmış heyecanların, yüzyıllarca süren doğum sancılarının bitmesini sağlamıştır.

Dipnotlar:

Abel Jeanniere, “Modernite Nedir?”, (Çev: Nilgün Tutal, Derleyen, Mehmet Küçük), Modernite versus Post Modernite, Say, yay, İstanbul 2011, s.111-113

Mehmet Küçük, “Post-Modernin Modern karakteri ya da Dönemleştirmenin İronisi”, Modernite versus Post Modernite, Say, yay, İstanbul 2011, s.34-36

Oral Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, İmge Kitapevi, Ankara 2004

Fuat Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Türk Tarih Kuru Yayınları, Ankara, 1999, s.2-26 / Feridun Emecen, İlk Osmanlılar ve Batı Anadolu Beylikler Dünyası, Timaş, İstanbul 2012, s.19-35

Halil İnalcık, “Mehmed II”, İslam Ansiklopedisi, M.E.B. C:7, s.507-535

Şinasi Altundağ, “Selim I”, İslam Ansiklopedisi, M.E.B., C:10, s.423-434

Necdet Hayta, Uğur Ünal, Osmanlıda Yenileşme Hareketleri 17. Yüzyıl başlarından yıkılışa kadar, Gazi Kitap evi, Ankara, 2003, s.4

Zuhuri Danışman, Koçi Bey Risalesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 1985, s. 50

Ahmet Kolbaşı, “Koçi Bey Risalesine Göre XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda Devlet-Halk Münasebetlerini Etkileyen Faktörler” Sosyal Bilimler Araştırma Dergisi (SBArD), Eylül 2008, S:12, s.121

Zuhuri Danışman, Koçi Bey Risalesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 1985, s.52 / Zuhuri Danışman, Koçi Bey Risalesi, s.33-37

Necdet Hayta, Uğur Ünal, Osmanlıda Yenileşme Hareketleri 17. Yüzyıl başlarından yıkılışa kadar, Gazi Kitap evi, Ankara, 2003, s.35

Kemal Karpat, Osmanlı Modernleşmesi Toplum, Kuramsal değişim ve Nüfus, Timaş yay. İstanbul 2014, s.79

Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, iletişim yayınları, Ankara, 2006, s.15

Şerafettin Yamaner, Atatürk öncesi ve sonrası kültürel değişim, Toplumsal Dönüşüm yay. İstanbul 1998, s.136

Said Halim Paşa, Buhranlarmız ve Son Eserleri, İz yay. s.5-6

Tahsin Ünal, Türk Siyasi Tarihi, Kamer yay., İstanbul 1998 , s.410

Tahsin Ünal, a.g.e, s.412

Ahmet Akgündüz, Bilinmeyen Osmanlı, Osav yay, İstanbul 1999, s.274

Enver Ziya Karal, Büyük Osmanlı Tarihi, Hikmet Neş., C:IV, s.418

İhsan Güneş, Türk Parlemanto Tarihi- Meşrutiyete geçiş süreci, C.1, TBMM vakfı yayınları, s.223

Cemil Meriç , Bu Ülke, İletişim yay. İstanbul 2004, s.131

Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, TTK yay. Ankara 1984, s.172

İhsan Güneş,a.g.e, s.223

Enver Ziya Karal , a.g.e, C:IV, s.413

Fahir Armaoğlu, 20.yy Siyasi Tarihi, alkım yay. s.58

Bernard Lewis, a.g.e , s.195

Tahsin Ünal, a.g.e , s.446

Bayram Bayraktar, Çağdaş Türkiye Tarihi, İnkılap yay., İstanbul 2002, s.43

Refik Turan, Mustafa Safran, Necdet Hayta, Semih Yalçın vd., Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi, Siyasal

Kitapevi, Ankara 2000, s.43

Necdet Hayta, Uğur Ünal, Osmanlı Devletinde Yenileşme hareketleri, Gazi Kitapevi, Ankara 2003, s 196

Dursun Gök, Osman Akandere vd…, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi, Selçuk Üniv. yay, Konya 1998, s.57

Mehmet Alpargu, İsmail Özçelik,Nuri Yavuz, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi,Gündüz yay.Ankara 2003 s.56

Enver Ziya Karal, a.g.e , C: 5, s.6

Enver Ziya Karal, a.g.e , s.41

İhsan Güneş, a.g.e, s.238

Erhan Metin, “İstibdattan Meşrutiyete”, Karatekin Gazetesi, 18 Aralık 2004 sayı 10707 s.1-4

Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Atatürk Araştırma Merkezi (Komisyon), C:1, s.10

Hakkı Dursun Yıldız, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, C: 12 , s.251

Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Bateş yay., İstanbul 1998, s.53

Hakkın Dursun Yıldız, a.g.e, 251

İhsan Güneş, a.g.e , s.238

Hakkı Dursun Yıldız, a.g.e , s.251

A.L. Macfie, Osmanlının Son Yılları 1908-1923, Kitap yayınevi, 2003, s.50

İhsan Güneş, a.g.e , s.239

Enver Ziya Karal, a.g.e, C: 5 , s. 43

Necdet Hayta, a.g.e , s.197

Tahsin Ünal, a.g.e, s.448

Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, Ötüken yay. İstanbul 1999 s.206-208

Erol Güngör, a.g.e , s.209

Hakkı Dursun Yıldız, a.g.e s.252

Enver Ziya Karal, a.g.e, C:5, s.45

Tahsin Ünal, a.g.e,449

Mehmet Niyazi , Türk Devlet Felsefesi, Ötüken yay., s.165

Tahsin Ünal, a.g.e, s.450

Enver Ziya Karal, a.g.e , s.48-49

Enver Ziya Karal, a.g.e, s.52-53-54

Erhan Metin, Tarih ve Kültür, Kayıkçı matbaacılık., Çankırı 2004, s.112

Sina Akşin, a.g.e, s.66-67

Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi (Atatürkçülük) , Komisyon, Yüksek Öğretim Kurulu yay, Ankara 1997, s.9

Nuri Yazıcı, Ata Dergisi s. 235 Konya 2002- Selçuk Üniversitesi tarafından 11 Kasım 2002 tarihinde düzenlenen Atatürk’ü Anlamak konulu panelde bildiri olarak sunulmuştur

Türkiye Cumhuriyet Tarihi, Atatürk Araştırma Merkezi, C.2, s. 403-408

Ahmet Mumcu, T.C İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük, M.E.B.yay, Ankara 2003, s. 68

Atatürk İlke ve İnkılapları I/2, Komisyon, YÖK.yay. , Ankara 1996, s.7

Özdeyişleriyle Atatürk, ATASE Yayınları, Ankara, 1981,s.32

Sabahattin Selek, a.g.e, s.209-210

Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, Kastaş yay., İstanbul 2000, s.261-270

Ahmet Mumcu, T.C. İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük, s.69

Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması, Türk edebiyatı vakfı yay., s.264

Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi, Komisyon, Selçuk Üniversitesi yayınları, Konya 1998, s.384

Baskın Oran, Türk Dış Politikası, İletişim yay, C.1, s.74

Karman İnan, Dış Politika, Timaş, İstanbul 1999 s.113

Nuri Yazıcı, Ata Dergisi s. 235 Konya 2002- Selçuk Üniversitesi tarafından 11 Kasım 2002 tarihinde düzenlenen Atatürk’ü Anlamak konulu panelde bildiri olarak sunulmuştur.

KAYNAKÇA

AFETİNAN, A, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi, TTK yay, Ankara 1998,

AKANDERE, Osman, GÖK, Dursun, vd… Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi, Sel-Ün yay, Konya 1998

AKGÜNDÜZ, Ahmet, Bilinmeyen Osmanlı, Osav yay. , İstanbul 1999

AKŞİN, Sina, Ana Çizgileri ile Türkiye’nin Yakın Tarihi, Kırlangıç yay. Ankara 2004

ALPARGU, Mehmet, ÖZÇELİK, İsmail, YAVUZ, Nuri, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi

Gündüz yay., Ankara 2003

ALTUNDAĞ, Şinasi, “Selim I”, İslam Ansiklopedisi, M.E.B., C:10, s.423-434

ARMAOĞLU, Fahir, 20.yy Siyasi Tarihi, Alkım yay. İstanbul 2002

ATATÜRK, Mustafa Kemal, Nutuk, Kumsaati yay., İstanbul 2001

ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ, (Komisyon), Türkiye Cumhuriyeti Tarihi 1 Ankara 2002

ATAY, Falih Rıfkı, Çankaya, Bateş yay, İstanbul 1998

BARDAKÇI, Murat, Şahbaba, Gri yayıcılık, İstanbul 2002

BAYRAKTAR, Bayram, Çağdaş Türkiye Tarihi, İnkılap yay. İstanbul 2002

DÜNDAR, Can, Sarı Zeybek -Atatürk’ün son 300 günü- , Doğan Kitap, İstanbul 2004

EMECEN Feridun, İlk Osmanlılar ve Batı Anadolu Beylikler Dünyası, Timaş, İstanbul 2012

GÖK, Dursun, AKANDERE, Osman, vd…,Atatürk ilkeleri ve İnkılap Tarihi, Seçuk Üniversitesi yay., Konya 1998

GÜNEŞ, İhsan, Türk Parlamento Tarihi Meşrutiyete Geçiş süreci,C:1 TBMM vakfı yay. Ankara 1998

GÜNGÖR, Erol, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, Ötüken yay. İstanbul 1999

HAYTA, Necdet, ÜNAL,Uğur, Osmanlı Devletinde Yenileşme Hareketleri, Gazi Kitapevi, Ankara 2003

KABAKLI, Ahmet, Temellerin Duruşması, Türk Edebiyat vakfı yay. İstanbul 2000

KARAL, Enver Ziya, Büyük Osmanlı Tarihi C:IV, C:V, Hikmet yay. İstanbul 2003

KÖPRÜLÜ, Fuat, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Türk Tarih Kuru Yayınları, Ankara, 1999

KÜÇÜK, Mehmet, “Post-Modernin Modern karakteri ya da Dönemleştirmenin İronisi”, Modernite versus Post Modernite, Say, yay, İstanbul 2011

İHSANOĞLU, Ekmeleddin (edtr), Osmanlı Devleti Tarihi, C.1, Zaman yay., İstanbul 1999

İNALCIK Halil, “Mehmed II”, İslam Ansiklopedisi, M.E.B. C:7, s.507-535

İNAN, Karman, Dış Politika, Timaş yay., İstanbul 1999

JEANNİERE, Abel “Modernite Nedir?”, (Çev: Nilgün Tutal, Derleyen, Mehmet Küçük), Modernite versus Post Modernite, Say, yay, İstanbul 2011

LEWİS, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu, TTK yay. Ankara 1987

MACFİE, A.L, Osmanlının Son yılları, Kitap yayınevi, İstanbul 2003

METİN, Erhan, Tarih ve Kültür, Kayıçı matbaacılık, Çankırı 2004

METİN, Erhan, “İstibdattan Meşrutiyete”, Karatekin Gazetesi, 18 Aralık 2004, sayı 10707

NİYAZİ, Mehmet, Türk Devlet Felsefesi, Ötüken yay. İstanbul 2002

ONGUNSU,A.H, “Abdülhamid II”, İslam Ansiklopedisi, C.1, M.E.B yay. Eskişehir 1997

ÖKE, Mim Kemal, Bilinmeyen Tarihimiz, İrfan yay., İstanbul 1999

PAŞA, Said Halim, Buhranlarımız ve son eserleri, İz yay. İstanbul 1999

SANDER, Oral, Ankara’nın Yükselişi ve Düşüşü, “Maliye ve Ordunun Tükenişi” İstanbul 2004

SELEK, Sabahattin, Anadolu İhtilali I-II, Kastaş yay, İstanbul 1998

SORGUN, Taylan, İmparatorluktan Cumhuriyet’e, Kamer yay. İstanbul 1998

SORGUN, Taylan, Bitmeyen Savaş, Kamer yay. İstanbul 1998

TURAN, Refik, SAFRAN, Mustafa, HAYTA Necdet vd.., Atatürk ilkeleri ve İnkılap Tarihi Siyasal kitapevi, Ankara 2000

ÜNAL, Tahsin, Türk Siyasi Tarihi, Kamer yay. İstanbul 1998

YALÇIN, Soner, Efendi, Doğan Kitap yay. İstanbul 2004

YAMANER, Şerafettin, Atatürk öncesi ve sonrası Kültürel değişim, Toplumsal dönüşüm yay. İstanbul 1998

YAZICI, Nuri, “Atatürk’ün Siyasetçi kişiliği”, ATA Dergisi, Selçuk Üniversitesi yay., Konya 2002

YILDIZ, Hakkı Dursun, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, C: 12

——————————————-

Kaynak: http://www.turkdivani.com/modern-turkiyenin-insasinda-mustafa-kemal-ataturk.html

[i] Yrd. Doç. Dr. Erhan METİN, Çankırı Karatekin Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi, [email protected]

Yazar
Erhan METİN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen