- Çağdaş İslâm Düşüncesi üzerine çalıştınız, İslâm dünyası Orta doğu ve Hind Pakistan bölgesi özelinde Modernite, modernizm, ıslahat hareketlerini incelediniz. Son zamanlarda Ziya Gökalp’ten hareketle Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak/Çağdaşlaşmak üzerine çalışıyorsunuz? Sizce doğuş yeri itibariyle kavram olarak sizce ne anlama gelmekte, neyi ifade etmektedir?
“Çağdaş İslâm Düşüncesi” İslâm dünyasındaki fikri, siyasi, iktisadi sömürgeleştirme hareketlerine karşı, özellikle 18. yüzyıl sonraları, 19.yüzyıl başlarından itibaren ivme kazanan oluşumların tahlilidir. Bu çerçevede, Batı sömürgeciliğine karşı fiili, fikri ve fıkhı özgürlükleri temin ederek siyasi ve sosyal kimlikler ve alternatifler oluşturmakla kalınmayıp, aynı zamanda İslâm toplumunun bünyesindeki iç bozulmalara karşı ıslahat projelerin geliştirilmesi sürecini eleştirel ve rasyonel incelenmesi hedeflenir.
Bu anlamda çağdaş teriminin göreliliğine dikkatiniz çekmek isterim. Gökalp, bunun asrilik ve buna bağlı bir yüzeysellik barındırdığı için olsa gerek karşılıklı etkileşimi içeren muasır kavramını kullanmıştır. Özellikle onun Türk Medeniyetini eski-orta-yeni devir diye tasnifi, Türkleşmek, İslâmlaşmak ve Muasırlaşmak ile bu dönemleri analiz etmesi sorunuz bağlamında önemli. Çünkü eğer “modernite”, yani her geleneğin kendi iç dinamikleri açısından sürekli yenilenme barındırıp barındırmadığı üzerinde duracaksak, baskın geleneğin “modernite” anlayışını ideolojileştirerek aynen transferine de “modernizm” diyeceksek, bir “Çağdaş İslâm düşüncesi” son dönem Osmanlı ıslahatları bağlamında açıklanabilir.
Türklerin Müslüman olmalarıyla birlikte 16 asra kadar kadim dünyada Türk Rönesansı etkisi vardır. Bu nedenle olsa gerek Kazasker, müderris Kınalızade Sultan Süleyman dönemini Fârâbî’nin erdemli toplumun hayata geçirilmesi olarak görür. Ama bu zirve aynı zamanda özelde Türklerin, genelde Müslümanların siyasi/iktisadi/ilmi açıdan durgunluk dönemine girmesiyle başlamasının da göstergelerini ortay acıktığı dönemdir. Osmanlı ekonomik ve sosyo-politik çözülmelere karşı üretilmeye çalışılan düzenlemeleri (Tanzimat) ve çözüm önerilerini (Islahat) kapsayan bir süreci incelemektir “modernite” ve “modernizm” terimlerinin analizi.
Biz, Türk modernleşmesi, önceki tabirle tecdid/yenilenme sürecini incelersek, baskın modernite tasavvuruna uyum sağlama ve onu aşma çabasını bilmek gerekir. Gökalp’in deyişiyle muasırlaşma’da karşılıklı etkileşim içinde bir yenilenme (tecdid) vardır, baskın sistemi aynen taşımak yani Avrupalılaşmak (teceddüd/modernizm) hedeflenmez.
- Modernleşme (tecdid/yenilenme) ve modernizm (teceddüd-Avrupalılaşma-Batılılaşma) diye ayırdınız, sanırım, biraz daha açar mısınız? Ben soruyu biraz daha açayım müsaadenizle: Moderniteye ve Modernizme dayanak sağlayan, bir anlamda ona meşruiyet katan hususlar nelerdir? Modernite ve Modernizm bizim için, Batılı olmayan medeniyetler ve kültürler için hangi anlama geliyor?
Bu soru bağlamında “modernite” ve “modernizm” terimleri arasındaki farkın önemi ortaya çıkıyor. Tabi bu da sömürgecilik ile küreselleşme terimlerine dikkat ederek bir analizi gerektiriyor. Bana göre “Çağdaş İslâm Düşüncesi”, Müslüman aydınların bu sorunlarla yüzleşme, temel önermelerinden hareketle çözüm önerileri üretme ve özgün ve özgül bir “modernliklik” oluşturma gayretlerini içerir. Bu anlamda evvela Batı modernitesi ile yüzleşmek, onun bireysel ve toplumsal etkilerini analiz etmek öncelenir; diğer bir ifadeyle “Çağdaş İslâm Düşüncesi”, İslâm dünyasındaki fikri, siyasi, iktisadi sömürgeleştirme hareketlerine karşı çözüm arama çabalarıdır.
Bu çerçevede, Batı sömürgeciliğine karşı siyasi ve sosyal kimlikler ve alternatifler oluşturmakla kalınmayıp, aynı zamanda İslâm toplumunun bünyesindeki iç bozulmalara karşı ıslahat projelerin geliştirilmesi hedeflenir. Bu bağlamda Osmanlı Tanzimat ve Islahat fermanları, I. ve II. Meşruiyet arayışlarıyla çözüm önerileri (Üç Tarz-ı Siyaset) arama ya çalıştı, ama neticede dağıldı ve yeni bir siyasi model ile Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Önemli kesimi Osmanlı bürokratı olan Arap Aydınları benzer arayışları Ortadoğu bölgesi için yaptılar. Bir de Hind-Pakistan bölgesi ıslahat çalışmaları var.
Bunları tahlil ederken biraz önce söylediğim Modernite (el-hadese) ile modernizm ve batılılaşma (et-tahdis) terimlerine dikkat etmek gerekmektedir. Modernite, bilgi karşısında alınan bir nevi fikri ve manevi tavırdır; yani bir olguya dair bilgilere ulaşmada kullanılan yöntemler karşında alınan konumu gösterir. Modernizm, hâkim Batı düşüncesinin modern yaratıcılık ve teknikle ilgili yapısını bir başka düşünce modeline aktarılmasıdır. “Modernizm” ile “modernite” birbirine karıştırılarak, özdeş kılınınca, kimlik, tarih ve Batı medeniyetinin nasıl algılanacağı sorunları ortaya çıkmıştır.
Sanıyorum, bu karmaşanın en önemli etkenlerinden birisi Batılı bilgi ve bilim paradigmasının felsefi bir analize tabii tutulmasında ve kendimize özgü bir tasavvur geliştirmede yaşanan aksaklıklar oluşturmaktadır. Yakın dönemde giderilecek gibi durmuyor, çünkü bu terimlerin ifade ettiklerini küreselleşme” üzerinden konuşulması başladı. Bununla da bazen dünya toplumlarının birbirine benzeme (homojenleştirici küresel kitle kültürü); bazen de toplumların, toplulukların ve kimliklerin kendi farklılıklarını iade etme ve tanımlama süreçlerinde (kültürel heterojenleşme olarak) kast ediliyor. Böylece iktisadi, siyasi, kültürel ve entelektüel alanlarda birbirine eşlik eden gelişmeleri açıkladığı varsayılmaktadır. Hâlbuki bu süreç; 16. yüzyıla kadar tarihsel kökeni olan modernizasyon faaliyetleri ile çağdaştır. Bu nedenle, küreselleşmenin; “modernleşme”, “değişme” ve “gelişme” kavramlarının güncel sunumu olduğu varsayımıyla bu terimleri ana hatlarıyla tahlil etmek gerekir. Çünkü değişim, dönüşüm sarmalında sosyal ve kültürel kimliğimiz ve nerede durduğumuz veya duracağımız bu tahlillere bağlı gibi.
- Bu hususu Türk Modernleşme süreci açısından biraz daha açar mısınız?
Kadim dünyanın önemli bir kısmını elinde tutan Osmanlı Devleti, Karlofça antlaşmasıyla (1699) başlayan bir ekonomik ve sosyo-politik çözülme sürecine girmişti. Bunun dönemin coğrafi keşifleri ve kadim medeniyet mihveri olan İpek Yolu’nun önemi kaybetmesiyle doğrudan irtibatı var.
Malumunuz Kristof Kolomb’un İspanya’dan yola çıkıp sürekli Batı’ya gitme projesi Amerika’yı keşfiyle (1492) dünya tarihinde önemli bir dönüşümü de tetikledi. Ümit Burnu’nun Keşfi daha doğrusu aktif kullanılmasıyla (1789) Hindistan, Batılı güçlerce istila edildi. Bunlara ilaveten Fransa’nın Mısır’ı fiili ve fikri açıdan işgal etmesiyle (1798) birlikte, ivme kazanan Batılı ülkeler siyasi ve ekonomik açıdan güçlendiler. Bunu Rönesans ve Reform projeleriyle fikri alanda temellendirince, İslâm dünyasındaki fikri, siyasi ve iktisadi çözülmeler başladı.
Ziya Gökalp-Fuat Köprülü çizgisini takip eden Halil İnalcık merhumu takip ederek Türk Modernleşme sürecini “sosyal ve ekonomi tarihi” bağlamında ana hatlarıyla şöyle özetlemek mümkün.
İnalcık, 1699 Karlofça anlaşması öncesinde el sanayiinin hakim olduğu dönemde eş zamanlı olarak dönemin büyük devlet askeri imalat tesisleri (tophane, tersane, güherçile fabrikaları) kurduklarını belirtir. Çelikhane, madenler, darphane, Batı teknolojisinin nüfuz ettiği en önemli kuruluşlar olarak ortaya çıkıyor. Karlofça ile biz, ne oluyor yahu deyip, bu Batı metodları ve nihayet pozitif ilimlerin aktarılma ihtiyacı duyuluyor ilk modernleşme/ıslahat çabası olarak. Fakat yenilgi ve imzalanan antlaşma bunun tetikleyicisi, yani artık askeri olarak da savunma dönemine girdik.
Karlofça bir dönüm noktası, bunun üzerinde biraz daha durmak gerek, Türk Modernleşmesi açısından. Çünkü Doğu’da ve Batı’da iki süper güç, Osmanlı ve Habsburg İmparatorluklarının mücadelesi, bugüne çok şey söyleyen Orta-Avrupa ile Akdeniz’de kurdukları kuvvetler dengesi, 1547 yılında ateşkes anlaşması imzalanması önemli. Görece de olsa Avrupa’daki topraklarımıza istikrar gelmişti ve yeni bir kuvvetler dengesi oluşmuştu.
Ardından Avrupa’da Katolik reformasyon ve tepkisi, Otuz Yıl Savaşları’nın (1618-1648) ardından Fransa’nın Almanya’ya yönelmesini fırsat bilen Osmanlı’ın Habsburglar ile olan anlaşmayı bozması, 1683 Viyana Kuşatması bozgunu, Türk’e karşı bir Kutsal İttifak kurulmasına neden oldu. (1684).
İlginç olan bu birliğe iki yıl sonra Rusya’nın da katılarak Avrupa devletler sistemi içinde yer almasıdır. 1696’da Azak’ı ele geçirip, Karadeniz’e girdi ve İstanbul’u tehdit eder hale geldi nitekim. Onun için hala diyorum Rusya sanıldığı gibi Doğu ülkes midir diye sormamız gerekiyor. Konumuza dönecek olursak, Fransa’nın ilerlemesini engellemek isteyen İngiltere ve Hollanda’nın Habsburglara baskı yaparak Karlofça’da barışı sağlamasıdır.
İngiliz ve Türk Aklı mücadelesi dediğim bu noktada bariz bir şekilde ortaya çıkıyor, şükran olarak sunulan ticari imtiyazlarla İngiltere’nin Osmanlı Devleti üzerinde siyasi ve ekonomik alanda 1 878 yılına kadar sürecek olan nüfuzu başlıyor.
Her şey ekonomi politik için deniliyorsa, bu işbirliği, özellikle Orta-Doğu pazarı ve Hint yolunun güvence altına alınması bakımından İngiltere için hayati bir önem kazanmıştır. Kuşak Yol İnisiyatifi ve İmec dünya ticaret yolları olarak öne çıkması ve mevcut çatışmaların analizi için bu dönem önemli.
Türk Modernleşmesine gelecek olursak, 1699 tarihi, aynı zamanda Osmanlıların nihayet Avrupa savaş teknolojisinin üstünlüğünü kabul edip örnek almaya karar verdiği tarihtir. Bundan sonra Osmanlı ordusunu modernize etmek üzere Avrupa’dan uzmanlar çağrılacak ve tarihimizde ordunun modernleşme sürecinin ana aktörü olduğunu göstermektedir. Çünkü ilk Batılı mektepler ve mühendishaneler XVIII. yüzyılda faaliyete geçmiştir.
Sonrasında malum 1839 Tanzimat Dönemi’nden sonra idari usuller ve kanunlar alındı ve sürekli üzerimizde konuştuğumuz ikili bir sistem (şer’i mahkemeler-nizamiyye mahkemeleri) Gökalp’in önemi bu süreci iyi bilip, müzakereden öteye geçip, bir sentez önermesiydi. Malumunuz onunda önemsediği Jön Türkler/Yeni-Osmanlılar, -Namık Kemal ve Ziya Paşa- “Batı’nın teknolojisini alarak modernleşeceğiz, fakat onun değer-sistemini reddederiz; diyorlardı.
Ziya Gökalp, bunu sosyolojik bir sisteme bağlamak istedi. Buna karşı kültür değişiminin, sosyal-kültürel bir bütün olarak gerçekleştiğini ileri sürenler, tam bir modernleşme için belli bir sosyal yapı gelişimini şart görenler, Cumhuriyet döneminde bu kültür politikasını hayata geçirdiler. Modernleşme ile modernizm/Batılılaşma/Avrupalılaşma arasındaki farka işaret bu açıdan önemlidir.
Önemli olan özelde Türk genelde İslâm modernleşmesi için sivil ve askeri bürokratlar, imparatorluk sisteminin çöküşünü durdurmak için çözüm önerileri aramalarıdır, Osmanlılık, İslâmlık ve Türklük şeklinde ortaya çıkan Üç Tarz-ı siyaset bunun özetidir aslında. Önce büyük bir eğitim öğretim seferberliğiyle Osmanlılık ruhunu oluşturmak için 1880’lerden itibaren, her vilayette pozitif ilimleri öğreten idadi liselerinin açıldı.
Bu yüzü Batıya dönük bir neslin yetişmesi açısından önemliydi. Balkan ve Ortadoğu travmaları Osmanlılık tezinin çökmesine neden oldu. İslâmlık sonraki politika olarak devreye girdi, ama eğer Osmanlı yaklaşan dünya savaşında İngiltere yanında yer alma istediği kabul edilseydi böyle bir politika gelişir miydi diye sormak gerekir. Çünkü Almanya’nın yanında girince Pan Slavizm’e karşı Pan İslâmisizm devreye girdi gibi. O gün bugün İslâmcı öğretilerde Alman etkisi sanki gözden kaçırılıyor gibi. Neyse bu hamur çok su götürür.
Neticede bağımsız bir Türk Milleti ve Türk kültürü ile bunun olabileceği görüldü. Osmanlı dağıldı, Türklük ruhu/mahiyeti yeni bir hüviyet ile doğdu. Türkiye Cumhuriyeti ile bu gerçekleşti ama bunun temelleri Tanzimat Dönemi (1839-1877) başlatılmış olan demokrasi ideallerine dayanır. İnalcık hoca bu hususu şöyle vurgular: “1908 Jön Türk Devrimi ile Kurtuluş Savaşı sırasında, seçkin zümre arasında kökleşmiş bir gelenek, vazgeçilmez bir ideal, bir kurtuluş simgesi halini aldı. Eğer Türkiye, kendi kimliğini ve milli kültürünü geliştirerek modern dünyada bağımsız bir milli devlet olarak ortaya çıktıysa, bu başlıca eğitim, gazete ve bu kuşak içinde sivrilen aydın liderlerin çabaları sayesinde olmuştur.” (Halil İnalcık. Türklük Müslümanlık ve Osmanlı Mirası, (İstanbul: Kırmızı Yayınları, 2016, 204, 231, 276-299)
- Modernizmi reddedecek olduğumuzda bunun yerine nasıl bir zemin ikame edebileceğiz?
İnsanlığın fikri ve ilmi birikimindeki önemli kültürel aktarımları düşündüğümüzde “mevcut (modern/çağdaş) birikimi reddedecek olduğumuzda” dediğimiz zaman Osmanlı’nın 17.yüzyıldan beri edindiği deneyimi, Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerine kurulduğu birikimi unutmuşuz demektir. Halbuki dünyanın kültürel birikimini “Helenistik Felsefe” olarak temalaştırılmasını miras edinip, bu moderniteyi Hz.Muhammed ile gönderilen ve insanlara dünyada refah ve saadet, ahirette felahı sağlayacak ilkelerin sonuncusu (ed-Din) bağlamında okuyan Müslüman bilim insanları ve filozoflar “özgün bir modernite” tasavvurunu oluşturdular. Bunun pratik hayata aktarılmasını Fuat Sezgin’in bilim tarihi çalışmalarıyla hangi boyutlarda olduğunu görüyoruz. Ona göre, Müslümanlar, tıpkı İslâmiyet’in ilk yüzyılında (Miladi.7 yy) olduğu gibi kültür taşıcısının ırkına, dinine bakılmaksızın kurduğu öğretmen-öğrenci irtibatını, akademik ve etik kuralları yeniden ihdas etmelidir.
- Yani siz bir Doğu Modernizmi oluşturuldu mu diyorsunuz?
Yok, onu demiyorum, hikemi bilginin Büyük İskender ve hocası Aristoteles ile Doğu ve Batı ayrımını coğrafi bir tanımla olarak görüp, yeni bir epistemik tasavvur ve bilimsel bilgiye dönüştürülmesi olarak ilan etmesinden bahsediyoruz. Müslüman bilim insanları da bu birikimi (Helenistik Felsefe ve Bilim Tasavvurunu) son ilahi mesaj bağlamında okuyup, yeni bir İslâm Hikmeti/Felsefesi ortaya koyup, bunu pratiğe aktardılar diyorum.
Diğer bir ifadeyle her dönemin kendine özgü bir bilgi ve bilimsel tasavvuru var ve bu çerçevede geliştirdiği bir “modernlik/çağdaşlık/muasırlık” söz konusu. Bunu sömürgecilik –küreselleşme terimleriyle birlikte oluşan ve belirli bir zaman ve mekân (Batı) indirgemek tutarlı değildir. Kindi’den önce yaşamış olduğu için Cabir b. Hayyan’nı bilimsel görüşleri kendi dönemi açısından oldukça moderndi. Aynı şekilde h.3/m.9 asırda yaşamış olan Cahız’ın düşünce yapısı ve yöntemleri oldukça moderndi.
Doğu Modernitesi-Batı Modernitesi diye bir karşıtlık içinde almak diyalektik açıdan sarmala düşürür gibi, ama bunu eksiklikleri gidermek olarak görünce, birbirinden oldukça istifade edebilir bakış açıları kazandırabilir. Batı’nın kimliğini ve kültürünü “başkalık” kategorisini atfettiği Doğu dünyası karşısında nasıl oluşturduğunu ve Doğu’nun, Batı’nın kimliğini nasıl beslediğini anlamamız ve günümüzü anlamlandırmamız açısından önemlidir diyorsanız buna bir şey demem. Ama Oryantalizmin karşına Oksidentalizmi koyarsanız, neticede kimin değirmenine su taşındığını düşünmek gerek.
- Doğu-Batı işbirliğiyle bir alternatif modernlik teşekkül edebilir mi?
Bu karşıtlık/çatışma içeren ifade yerine diyalektiğin besleyiciliği ve ying-yang gibi bir bütünleştiricilikten bahsetmek gerekir. Batı denilince, dini ve metafizik değerlerden arındırılmış seküler, maddeci-pozitivist bilgi, bilim tasavvuru ve bunlar üzerine kurulu Batı medeniyet anlayışının sosyo-politik alanda küreselleşmesiyle insan insanın kurdu haline gelmesinden de bahsedebilirsiniz ve birçoğuna çok cazip de gelir bu. Ama siz insan insanın yurdudur” derseniz, gerekli bir öteki konumuna düşmeden insanlığın birikiminin felsefi ve ilmi geçişlerine dikkat ederek bir modernite tasavvuru oluşturabilirsiniz.
Burada “siz” hitabı, söyleşi gereği malum. Biz, Fârâbî’nin bunu gerçekleştirdiğini düşünüyoruz. Malumunuz düşünce tarihindeki üç kültürel aktarımı olmuş. Hikemi bilgiyi öğretenler bize hep “sophos” kavramı üzerinde öğretildi, malum, bakıyorsunuz ki “mug/bilge” var, Doğu’da, çok öncelerinde. Kaldelilerin, Sümerlerin ve Fenikelilerin kültürel birikimleri önemli oranda Grekçeye çevrilmesiyle Cündişapur’dan başlayan kültür aktarımı Mısır’a oradan Yunanistan’a geçti. Dürüst bilge Laerrios, diğer milletlerin (Persler, Babiller ve Asurlar, Hindiler, Keldaniler, Fenikeliler, İskitler, Mısırlılar ve Libyalılar) bilgeliklerinin etkisinden söz etmesi önceki birikime işaret eder. Aristoteles Büyük İskender’in Doğu Seferinin ilmi-felsefi birikimiyle bunu yoğurur ve “Helenistik Felsefe” temalaştırır, somutlaştırır, evrensel birikim diye sunar. Burada Doğu-Batı karşıtlığı yoktur ki, bütüncül bir sistem şeklinde sunumu vardır.
Dünyadaki ikinci büyük kültürel aktarım işte bu birikimi yeniden okuyan Müslümanlarca yapılmıştır. “ Çay Ardı yani Maverâünnehir ve Mezopotamya’dan Bereketli hilal” denilen yakın bölgemizden, Suriye, Irak, Mısır üzerinden Yunanistan’a ve Batı’ya giden felsefî birikim Arapçaya çevrildi. Burada sadece dönemin bilimsel dili olan Grekçe yok, Pehlevice, Süryanice’den Arapça’ya çeviriler de var. Müslüman filozoflar ve bilim insanları bu birikimi Hz. Muhammed’in getirdiği öğreti bağlamında okudular.
Fârâbî ise bu birikimin İslâm dünyasına aktarılmasıyla felsefenin İslâm dünyasında yeni bir vatan bulduğunu söyler. Bize göre Doğu-Batı karşıtlığına düşmeden genelde İslâm, özelde Türk Hikmetini temalaştıran kişidir, diğer bir ifadeyle İslâm hikmetini dönemin modernitesi olarak sunmuştur. Artık, felsefe, bilge insanların (Mag-mug-sophos-bilge) yurduna geri döndürülmüştür.
İslâm dünyasında felsefe ve bilimsel zihniyetin ortaya çıkardığı medeniyetin teknik verileri XII. Yüzyıldan itibaren Avrupa’ya aktarılmaya başlar. Çoğu Arapça kitaplar başta Latince ve İbrânîce olmak üzere Batı dillerine aktarılmaya başlanır. İnsanlığın fikrî birikimin Batı dünyasına İslâm Hikmeti şeklinde sunulması üçüncü kültürel aktarıma işaret eder. Yani öyle sunulduğu gibi bir Doğu-batı karşıtlığı veya Oryantalizm-Oksidentalizm ikilemiyle tutarlı bir modernite tasavvuru oluşturulamaz, bana göre tabi ki.
- Siz Türkçe Felsefe ve Türk Felsefesi çalışıyorsunuz, bunu da Fârâbî üzerinden Felsefeyi Anadolu’da Yeniden Yurtlandırmak bizim yayınlarımız arasından çıkan eserle anlatmaya çalışıyorsunuz. O halde sorumuz şu: Türkler için modernite ve modernizm’i nasıl algılamalı ve yorumlamalıyız?
Sizin (Kırmızılar Yayıncılık) bu kavramsallaştırmalarımızı kamuoyuna ulaştırmanızdaki konumunuz önemli, teşekkür ediyorum. Evet, Gökalp’in Türkleşmek dediği Türk Tarihinin Eski Devir tasnifinden itibaren her dönem kendisine özgü bir Türk Rönesans’ı ve Türk Modernitesi olduğunu söylüyorum.
Orta Devir tasavvurundan hareketle Türklerin Müslüman olmalarıyla birlikte ekonomi-politik gelişmelerini İpek yollarının yani kadim dünyadaki ticaret akslarına göre devam ettirdiklerini, farklı hüviyetlerde devletler kurduklarını söylüyoruz.
İşte bu süreci yöneten Türk Aklının ürettiklerine dikkat ettiğimizde Türk Rönesans’ının 16. Asra kadar kadim dünyaya da baskın olduğunu düşünüyoruz. Müslüman olmadan önceki süreçlerini mümin yani bir öğretiye inanan anlamında Musevi öğretinin kendilerine özgü bir yorumunu (Karay) yaptıklarını ve Hazar barışını sağladıklarını biliyoruz. İsevî öğretinin kendilerine has yorumunu (Nasturî) yaptıklarını biliyoruz. Yani Türkler İç Asya (Anayurt-Türkistan) ve Ön Asya (Anadolu-Türkiye) arasındaki yüzyıllardır süren toplumsallaşma süreçlerini, ortaya koydukları metafizik yapıyı, bunun etik-politik bir sisteme dönüştürülme çabalarını incelemeye Türk Felsefesi diyoruz.
Yukarıda bahsettiğim mug/bilge terimi üzerinden Ahmed Yesevî İslâm öncesi ve sonrası kültürel uzlaşmayı “Pir-i mugan” terimi üzerinden yapar. Satuk Buğra Han ile İslâmlaşma sürecimiz, Hz. Muhammed ile yolbaşçımız, kendi şeyhi/lideri ile bu birikimin özelleştirilmesini anlatır bize. Onun Türkistan’da yaktığı çerağın Anadolu’daki taşıyıcısı Yunus Emre’dir. Bunlar üzerinden Türkçe Felsefe ve Türk Felsefinin mahiyet-hüviyet kurgusunu her dönemin kendi modernitesi içinde anlamaya çalışıyoruz. Dolayısıyla Türk Tarihini Gökalp ve ona yönelttiği eleştirilere dikkat ederek Erol Güngör üzerinden bütüncül bir şekilde okuyoruz. Yeni Devir ise sizin söyleşinizin teması olan muasırlaşmak, çağdaşlaşmak-modernite-modernizm bu terimin kapsayıcılığını vermiyor dikkat buyurursanız. Eğer bu hususa girersek, 100.vefat yılı münasebetiyle Afyon ve İstanbul’da düzenlenen Ziya Gökalp sempozyumlarına sunduğum bildirilerin tekrara düşerim, ilgilenen dostlar oralara bakabilir.
- Bu riske rağmen biz yine de soralım: Bir Türk modernitesi mümkünse bundan bir dünya görüşü çıkar mı?
Mümkün terimi yetmez bir “Türk Rönesans’ı” vardı, yine olabilir, ama bu Doğu-Batı karşıtlığı üzerinden okumakla olmaz. Eğer böyle okursanız, Osmanlıyı yenen Timur ve çocuklarının oluşturduğu Türk Rönesans’ını atlarsınız. Ama Türk tarihin bütüncül okursak, Timur ve oğullarının başlattığı süreci Selçuklu devam ettirdiğini söyleyebiliriz. Üstelik Osmanlı’nın üç kıtada hükümranlığını ve Emir Timur’un torunları tarafından kurulan Babür devletleri ile Horasan, Mezopotamya’dan Avrupa’ya, Hindistan’a ve Afrika’ya kadar Türklerin hâkimiyetine girdiğini aksamalarla birlikte 19. asra kadar da devam ettirdiğini söylemiş oluruz. Bu çerçevede 9./15. yüzyılda İslâm dünyasının tamamında bilimsel etkinlikler oldukça etkin olduğunu biliyoruz.
Buraya nasıl gelindiğini araştıracaksak, 6./12. Yüzyıldan itibaren Anadolu’da kurulan Selçuklu devletlerinde ve 8./14. yüzyılın başından itibaren genişlemeye başlayan Osmanlı topraklarında kurulan yeni kültür merkezlerini incelemek gerekir. Özellikle Orhan Gazi, 731/1331 yılında İznik’te Osmanlı medresesini/üniversitesini kurduğu zaman Kayseri ve Kahire’de eğitim gören Davûd-i Kayserî’yi getirmesi, pozitif ilimlerle felsefe, kelam ve tasavvufun eş güdümlü okunduğunu hatırlarsak, “dünya görüşü” ne kastediyorsunuz bilemedim ama varlık-bilgi-değer açısından bütüncül okumaları görebiliriz.
Türk Rönesans’ı ve bilimsel temellerinden söz etmişken Murad Hüdavendigar devrinin meşhur âlimlerinden olan Kadızâde-i Rûmî’de (1337-1440) üzerinde durmamak olmaz. Çünkü Bursa’daki eğitim ve öğretiminden sonra Horasan ve Mâverâünnehir bölgesine gidip, Timur Han’ın oğlu Şahruh’un büyük oğlu hem bilim insanı da hem de devlet başkanı olan Uluğ Bey’in (Muḥammed Turğay/Taragay’ın (796-853/1394-1449) ünlü rasathanesinde ders verdiğini, yöneticilik yaptığını biliyoruz. Uluğ Bey’in de hem bilim insanı hem de yönetici olarak Türk tarihinin seçkin zekâlarından olduğu malum. Dönemin en büyük Rasathâne’sini kurar, katranı o kadar büyükmüş ki, çapının Ayasofyanın yüksekliği kadar olduğu söylenilir. Kadızade Rumi’nin burada yetiştirdiği iki ünlü talebesi olan Fethullah eş-Şirvânî (ö. 1486) ve Ali Kuşçu’yu (ö. 1474) Anadolu’ya göndermesi bilimsel zihniyetin Türk dünyasındaki transfere örnektir. Bilindiği üzere pozitif ilimlerin özellikle matematiğin Osmanlı’da seyri açısından bu âlimler son derece önemlidir. Ali Kuşçu’nun Uluğ Bey, Uzun Hasan ve Fatih Sultan Mehmed’in (ki bunlar birbirleriyle hasımdırlar, alimin ilmine, şahsiyetine olan saygılarına bakınca, İslâm medeniyetinin ilme yönelik verdiği değeri görebiliriz.
Eğer dünya görüşünden kastınız, bilimin felsefî, uhrevî ve dünyevî gerekliliğine dair modern bir öğreti oluşturmaksa, yine Kadızâde Rûmî’ye gidebiliriz. O, döneminin özelde Türk dünyasında genelde İslâm âleminde din-bilim ilişkisini şu şekilde açıklar: “Kâinatın yaradılışını ve sırlarını düşünen filozofların, dinî meselelerde fetva veren fakihlerin, devlet işlerini yürüten memurların ve yargı işlerine , bakan hakimlerin matematik ve geometri bilmeleri” şarttır. Fârâbî’yi ve İlimlerin Sayımı adlı eseri merkeze almamızın sebebi de bundan dolayıdır. Önce tasavvurumuzu dilsel ve mantıksal olarak nasıl açıklayacağımızı, kullanacağımız yöntemleri açıklar. Sonra evreni anlamaya yönelik pozitif ilimleri öğrenmek üzerinde durur. Evrenin nasıllığını anlayınca, niçin yaratıldığı bağlamında ilahiyat (felsefe-i ula) devreye girer. Bu bilgelerin hayata aktarılması ise medeni ilimler (hukuk-ahlak-teoloji) iledir der. Eğer dünya görüşünden kastınız böyle bütüncül bir sunum ise Fârâbî bunu yapmış ve İslâm-Türk hikmetini evrensel bir şekilde temalaştırmıştır. Meşşai öğretinin Fârâbî ve İbn Sina ile doğu topraklarında, Batı yani Endülüs’te ise İbn Tufeyl, İbn Rüşd, İbn Bacce ile olmuştur. Bu doğu-Batı ifadesinin coğrafi tanımlama olduğunu, felsefesi açıdan birikimin bütüncüllüğünü nasıl somutlaştırdığınızdır.
Çorum; 31.10.2024; 19:19