Dr. Erhan SANDIKÇI
Anlık’ın geçen sayısının konusu aydınlanma idi, bu sayı laiklik konusuyla çıkıyor. Modernleşme, bu iki kavramla yakından ilişkili bir kavram. Bu yazıda modernleşme kavramının veya olgusunun Türkiye’deki algılanma ve yorumlanma biçimleri üzerinde durmak ve Batı ile ilişkiler bağlamında modernleşmeye yönelik bâzı spekülasyonları ele almak istiyoruz.
Etimoloji ve tanım bilgileriyle can sıkmak istemiyoruz fakat “modern”in kelime ve kavram itibariyle “güncel”i, “yeni”yi işâret ettiğini belirtelim. Modernleşme, ortaya çıkan yeni düşüncelere, yeni kurumlara, yeni sistemlere uyum sağlama sürecidir. Söz konusu olan yenilikler, yaklaşık beş yüzyıl önceden itibaren Batı Avrupa’da ortaya çıkan yeniliklerdir. Yâni modernleşme, -ister bilim, ister teknik, ister ahlâk, ister kurum, ister kânun, ister din olsun- bir ithâlat sürecidir. Dışarıda var olan fakat içerideki siyasî ve toplumsal yapıda bulunmayan bir şeyi, ona ihtiyaç duyduğunuzu (hattâ mecbur olduğunuzu) düşünerek kendi bünyenize dâhil etmektir. Osmanlı-Türk modernleşmesine başından beri yapılan itirazların temel dayanağı, olayın bu niteliği olmuştur. Geleneksel çevrelerde ortaya çıkan ve varlığını bugüne taşıyabilmiş bu eleştirel bakışta göze çarpan ilk eğilim bir tür romantizm olan “Biz üstünüz, o hâlde kimseyi taklit etmemeliyiz.” anlayışıdır. Bu bakış açısına göre mensup olunan din veya millet (veya devlet) özü itibariyle ötekilerden üstün olduğu için toplumsal refah, huzur, birlik, zenginlik ve devletlerarası mücadelede güç sâhibi olmak için hiçbir “yabancı” unsura başvurmaya gerek yoktur. Dışarıdan ithál yoluna gidilmesi kendi din veya milletinin diğerlerinden daha “aşağı” olduğunun kabulü anlamına geleceği için bir tür aşağılık kompleksidir. Oysa çözüm basittir: İhmâl ettiğimiz “gerçek İslâm’ı yeniden öğrenerek uygulamak.
Bu “özcü çözüm” yaklaşımı Osmanlı modernleşmesine yönelik eleştirinin, hattâ Osmanlı modernleşmesinin başlangıcına kadar olan süreçte devletin Batı karşısındaki yenilgiyi inkârının temelini oluşturmuştur. Müslüman ve Osmanlı olmanın toprak kayıplarını, iktisadî çöküşü ve askerî yenilgileri önlemeye yetmediği anlaşılınca başvurulan veya başvurulmak istenen reformlar da dine dayandırılmış, köklerinin zâten “bizde” olduğu fikri savunulmuştur. Örneğin Tanzimat Fermanı diye bilinen 1839 Hatt-ı Hümâyunu’nda “yüz elli seneden beri ortaya çıkan güçsüzlüğün” nedeni olarak şeriata uyulmaması gösterilmiş, Nâmık Kemâl meşrutiyetin İslâmiyet’teki “usûl-i meşveret” esasında bulunduğunu yazmıştır. Bu yöntem reform düşüncesi ulema1 başta olmak üzere gelenekçi çevrelere kabûl ettirilmesi bakımından işlevsel bir nitelik taşımakla beraber, öne sürülen fikirlerin baştan hatalı olmasına da yol açmıştır2. Netice itibariyle tarih, Batı’da olanı Türkiye’ye getirmenin bir mecburiyet olduğu düşüncesini Osmanlılara kabûl ettirmiştir. Batılılaşmanın gerekli olup olmadığı tartışmasının yerini Batı’dan neyin ne kadar alınacağı tartışması almıştır. “Bilimini, tekniğini almak”, “gülüyle dikeniyle tamamını almak”, “medeniyetini alıp kültürünü almamak” gibi çeşitli yaklaşımlara sahne olan bu tartışmanın Türk siyasî hayatını meşgûliyeti bugüne dek devam etmiştir.
Gerek modernleşme karşıtları tarafından modernleşmecilere yönelik, gerekse de “sınırlı modernleşmeciler” tarafından “aşırı modernleşmeciler”e yönelik olsun, bugünkü siyaset edebiyatında hâlâ yerini koruyan en büyük ithamlardan biri de “Batıcı” suçlaması olmuştur. Daha anlaşılır bir şekilde söylemek gerekirse, modernleşme/Batılılaşma taraftarları, tutucu ve gerici çevreler tarafından Batı ülkelerinin Türkiye üzerindeki siyasî, iktisadî, askerî vb. nüfuzunu arttırmak isteyen “işbirlikçiler” olarak resmedilmiştir. Yukarıda bahsettiğimiz “özünü hakir görme, kültürel yabancılaşma” suçlamasından farklı olarak burada kavramların daha nesnel olduğu, olayları birbirinden ayırmanın ve analitik yaklaşmanın daha olanaklı olduğu bir tartışma söz konusudur. Zira “aşağılık kompleksi” tartışmasında “Kültür ile medeniyet arasındaki fark nedir?”, “İslâmiyet de Türklere ‘dışarıdan’ gelmiş bir düşünce olduğuna göre sosyal-siyasî ‘ithâlat’ kategorik olarak iyi veya kötü müdür?”, “Teknolojiyi alıp kültürü almamak mümkün mü?” gibi, sonuca varılması ve uzlaşılması çok zor sorular karşımıza çıkmaktadır. Örneğin 3. Selim’in kurduğu Nizam-ı Cedid ordusunu yalnızca askerî bir yenilik olarak mı ele almalıyız? “Askere pantolon ve ceket giydiren Padişah’a Allah’ın yardım etmeyeceği” söylenerek3 ve “Moskof olurum Nizam-ı Cedid olmam!” denerek4 muhalefet edilen bir askerî reform, Batılılaşmayı maddî-mânevî (veya teknik-kültürel) olarak ayırmanın pek mümkün olmadığını göstermektedir. Esas olarak “özünden kopma” tartışmasının muğlak olmasına karşı, siyasî akımların uluslararası anlamda bağımsızlık taraftarı mı yoksa Batıcı mı olduğu konusu ise kişilerin ve toplulukların söylem ve eylemleriyle anlaşılabilecek bir meseledir.
Batılılaşma fikrinin Batıcılıkla ilişkisinin somut veriler ışığında yorumlanması nispeten kolay olmasına rağmen coğrafyamızda gruplaşma ve kutuplaşma kültürünün güçlü olması ve bunun siyasî rekâbete karşı tarafı yabancı devletlerin ajanlığı ile itham etme olarak yansıması, bunun sonucu olarak birbirinden farklı yakın tarih anlatımlarının ortaya çıkarak yeni kuşaklara aktarılması söz konusu tartışmayı zaman zaman içinden çıkılmaz bir hâle sokmaktadır. Siyasî literatürümüze öteden beri “Amerikan ajanı, Moskof uşağı, İsrail’in adamı, İngilizci” vb. söylemler hâkim olduğu ve uluslararası ilişkiler üzerine yapılan gündelik yorumların önemli bir kısmını hiçbir sağlıklı nedensellik bağı taşımayan komplo teorileri oluşturduğu için bu alanda söz söylemek zorlaşmaktadır.
Gericilerin modernleşmecileri Batı’nın5 hesabına çalışmakla itham edişindeki mantık en basit hâliyle “Onlar gibi olmak istiyorsun, demek ki onların çıkarlarını savunuyorsun!” düşüncesidir. Bu yaklaşıma göre Batılı yaşam tarzı ve değerleri benimseyip toplumu bu siyasî çerçeve içinde dönüştürmek isteyen hareketler, bu “kültürel” ortaklıktan dolayı Batı’nın siyasî projelerinde görev alan bir “işbirlikçi” işlevi görürler. Uluslararası rekâbeti ekonomiden tamamen soyutlayan bu bakış açısının Türkiye’deki izdüşümü İslâmcıların Türk Devrimi’nin laiklik, Latin alfabesine geçiş, kılık-kıyâfet değişikliği, takvim, saat ve ağırlık ölçülerinin değişmesi gibi unsurlarına yönelik eleştirileridir. Bu eleştiriler kimi zaman Lozan’da Kemâlistlerin İngilizlerle anlaştığı, bu Hıristiyan ülkenin Türkiye’nin “dinsizleştirilmesi” karşılığında ordularını İstanbul’dan çektiği gibi ipe sapa gelmez spekülasyonlarla birleştirilip İslâmcı tarih anlayışı dediğimiz şey ortaya çıkarılıyor. Orta Doğu’daki diğer ülkelerdeki modernleşme hareketlerine de benzer suçlamaların yöneltildiğini görüyoruz.
Bu düşüncedeki temel sakatlık, bir ülkenin başka bir ülke üzerindeki nüfuzunun esas olarak kültür ve yaşam tarzı ihracı, hattâ daha sınırlı olarak sâdece din/dinsizlik üzerinden gerçekleştiği varsayımıdır. Batılı emperyalist bir ülkenin Türkiye üzerindeki en büyük amacı(!) Türk halkının dinî hassasiyetlerinin zayıflaması, hattâ dinsizleşmesidir. Bu kafa yapısı, Türkiye’nin “dinsizleşmesi” durumunda meselâ ABD’nin ne gibi bir çıkar elde edeceğini açıklamaktan âcizdir. Herkesin, her topluluğun, her devletin en önemli amacının kendileri gibi mensup oldukları din için savaşmak olduğunu zannetmektedirler. Siyaset din için yapıldığına göre de Müslüman bir ülkenin yöneticileri dinî bir politika gütmezse bu, Hıristiyanlık (veya Musevîlik) karşısında İslâm’ın zayıflaması için “görevlendirilmiş” olduklarını gösterir.
Din bağlamından çıkarak genel olarak Osmanlı-Türk modernleşmesi ve Müslüman ülkelerdeki diğer modernleşmeci hareketlerin Batı emperyalizmi için taşıdığı rolden bahsedecek olursak, teorik olarak Batı, modernleşmeci hareketlerin karşısındadır. Genellemelerin yanıltıcılığını unutmamak kaydıyla, bu hareketlerin geleneksel, toprağa bağlı ve dinî yaşam tarzının egemen olduğu toplumsal yapıları şehirli, sanayileşmiş ve uluslaşmış birer topluma dönüştürme gayretleri ve milliyetçi ve bağımsızlıkçı karakter taşımaları böyle bir sonucu doğurur. Bu gerçekten hareketle “Batıya rağmen Batılılaşma” ve “Batıya karşı Batılılaşma” tâbirleri ortaya çıkmıştır. Az gelişmiş bir ülkenin, hammadde kaynağı ve ürün pazarı hüviyetinden koparak kendi sermaye birikimini gerçekleştirecek bir modernleşme sürecine girmesi o ülke üzerindeki Batı nüfuzuna yönelik hayatî bir tehdittir. (Tâ ki kurulan ilişkilerle millî burjuvazi komprador burjuvaziye dönüştürülsün.) Bunun dışında Soğuk Savaş dönemi için konuşmak gerekirse Batı kapitalizminin Sovyetler Birliği ile mücadelede en önemli enstrümanlarından biri din olmuştur ve “yeşil kuşak” diye bilinen proje ile çeşitli ülkelerde sol ve bağımsızlık eğilimi taşıyan akımlara karşı İslâmcılık desteklenmiştir. Ayrıca, bütün bunların dışında, bir ülkenin aydınlanmacı bir anlayışla yönetilmesi, bilim ve teknolojinin gelişme olanağı bulduğu bir düzenin egemen olması, o ülkeye zarar vermek isteyen güçlerin lehine mi olur, aleyhine mi? Özetle, hem kuramsal hem konjonktürel olarak İslâmcılık, Batı tarafından bağımsızlık eğilimi taşıyan laik hareketlere karşı tercih edilmiş, bunun da ötesinde bir araç olarak kullanılmıştır.
İslamcılığın laik, milliyetçi, sol, modernleşmeci hareketlere karşı Batı tarafından desteklenmesine dair çeşitli örneklerden bahsedilebilir. Aslında bunun en göz önünde olan örneği Türkiye’dir. AKP’nin iktidara gelişi, Ergenekon-Balyoz davaları ile orduda ve bürokraside yapılan tasfiyeler, PKK açılımı ile ulusal ve üniter yapının zayıflatılması, özelleştirmeler, “ılımlı İslâm” iktidarındaki Türkiye’nin Orta Doğu’da “model ülke” olması ABD’nin ve AB’nin desteği ile birlikte tanık olduğumuz olaylardı. Soğuk Savaş dönemine gidersek “kızıl kâfiler”e karşı “dindar ABD”yi öven, Amerikan 6. Filosu’nu protesto eden gençlere yönelik linç çağrıları yapan Mehmet Şevket Eygiler karşımıza çıkacaktır. 1908’de ise 2. Meşrutiyet’in Müslüman İngiliz sömürgelerine etki etmesinden çekinen6 bir İngiltere vardır. Buna karşılık, örneğin Islahat Fermanı’ndaki Batı etkisinden bahsedilebilir. Burada elden kaçırılmaması gereken ölçü, Batı devletlerinin her durumda kendi çıkarlarına göre pozisyon olmasıdır. Bu çıkarları birkaç misyoner örgütüne indirgemek, uluslararası ilişkileri din yayma mücadelesi olarak resmetmek tarihin akışını doğru bir şekilde yorumlamaya engel olacaktır.
Modernleşme ve anti-emperyalizmi zıt kutuplara yerleştiren tezi çürüten en çarpıcı örnek ise ABD’nin, 1979’da Afganistan hükûmetinin çağrısıyla Afganistan’ı işgâl eden Sovyetler Birliği’ne karşı savaşan İslâmcı teröristlere verdiği destektir. ABD ve Pakistan istihbarat örgütlerinin organize ettiği bu süreç işinde verilen bâzı fotoğrafların -özellikle de 11 Eylül saldırıları ve IŞİD’in butün dünyayı tehdit eden bir yapı hâline gelmesi üzerine- yakın tarihin en dikkat çekici görüntüleri arasına girdiği söylenebilir. Dönemin ABD Başkanı Carter’ın Ulusal Güvenlik Daşınmanı Zbigniew Brzezinski bizzat cihatçılarla görüşmüş, onları yüreklendirmek işin işâret parmağını havaya kaldırarak “Allah sizin tarafınızda!” demiştir7. Brzezinski, 1998’de verdiği bir röportajda 1979’daki Afganistan politikasını “Dünya tarihi için önemli olan nedir? Taliban mı yoksa Sovyet imparatorluğunun çöküşü mü? Birkaç heyecanlı Müslüman mı yoksa Orta Avrupa’nın kurtuluşu ve Soğuk Savaş’ın bitişi mi?” diyerek savunmuştur8. Dönemin İngiltere Başbakanı Thatcher da Peşaver’deki Afgan mültecî kampına giderek cihatçılara destek konuşması yapmıştır9. Bu konuşmada İngiliz Başbakanı’nın İslâmcılara “evlerinizi, tarlalarınızı, mallarınızı, yaşam tarzınızı kaybetmenizden dolayı üzgünüm” demesi ve ardından onlara hayranlık duyduğunu çünkü “dinlerini yok etmeye çalışan Ateist bir komünist sistem”de yaşamayı reddettiklerini söylemesi10, “İslâm’ı zayıflatmak için laikliği dayatan İngilizler” tasvirine tamamen aykırı bir olaydır.
Afganistan olayı bir istisna değildir. Suriye’de 2011’den bu yana Esad’a karşı savaşan ÖSO gibi terör örgütleri de ABD tarafından desteklenmiş, dünya kamuoyu önüne “ılımlı muhalefet” diye sunulmuştur. WikiLeaks sızıntılarında, 2012 yılında Ulusal Güvenlik Danışmanı Jacob J. Sullivan’ın Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’a yazdığı “El Kaide, Suriye’de bizim tarafımızda.” e-postasının ortaya çıkması11 da İslâmcılık ile Batı arasında ontolojik bir uyuşmazlığın var olmadığını gösteren bir belgedir.
Afganistan ve Suriye örneklerinin operasyonel ve konjonktürel olarak değerlendirilme ihtimâline karşı daha gelenekleşmiş bir ilişkiden, ABD-Suudî Arabistan ilişkilerinden söz edelim. Suudî Arabistan, Orta Doğu’da Batılılaşma ile arasına en büyük mesâfeyi koyan gerici bir rejimdir. Fakat bu devlet, bağımsızlığını kazanmasından itibaren ABD’nin bölgedeki değişmez partnerlerinden biri olmuştur. Sâhip olduğu enerji kaynakları, petro-dolar politikası ve İran öncülüğündeki Şii eksenine karşı dengeleyici rolüyle ABD ile ilişkileri en istikrarlı (veya en az dalgalı) Orta Doğu ülkesi olmayı başarmıştır. Ayrıca Arap Baharı’nda Batı’nın “demokratikleşme ve reform” işin baskı araçlarını kullanmadığı birkaç Arap ülkesinden biri olmuştur. Bu ilişki İslâmcılıkla anti-emperyalizmi özdeşleştiren modernleşme karşıtı tarih ve siyaset anlayışının açıklayamadığı bir durumdur.
Mısır’da Hür Subaylar Devrimi ile iktidara gelen Cemâl Nasır, Arap dünyasında modernleşmeciliğin sembol liderlerinden biridir. Süveyş Kanalı’nı millîleştirmiş, sosyal reformlara girişmiş, Mısır’la Suriye’yi birleştirerek Arap milliyetçiliği için radikal hamleler yapmıştır. Süveyş krizi ile karşısında İngiliz ve Fransız ordularını bulan Nasır,12 Yugoslavya lideri Tito ve Hindistan lideri Nehru ile Bağlantısızlar Hareketi’ne de öncülük yapmıştır. Milliyetçi, laik ve sol eğilimli Nasır’ın da “Batılılaşmacı=Batıcı” mantığına uymadığı açıktır.
Çeşitli örneklerin ortaya koyduğu tablo, modernleşmeci hareketlerin Batı ülkeleriyle uyumlu bir politika gütmeleri gibi bir genellemenin yanlış olduğudur. Aksine, milliyetçi ve laik eğilimleri nedeniyle bu hareketler çoğu durumda Batı politikasına aykırı davranmışlardır. Fakat elbette son derece karmaşık Orta Doğu coğrafyasında her tezi doğrulayan sayısız örneğe rastlanmaktadır. Meselâ Amerikancı Şah’ı deviren ve ABD’yi “büyük şeytan” ilân eden Humeyni’den ve yarattığı İslâmcı rejimden bahsedilebilir. Aynı şekilde Türkiye’deki sosyal demokrat sivil toplum kuruluşlarının Batılılaşmayı ve Batıcılığı bir arada savunduğu söylenebilir. Ancak bunlar modernleşmenin “İngiliz, Amerikan taraftarlığı” ile nitelenmesini haklı çıkarmaya yetmemektedir.
Batılılaşmanın “kökü dışarıda”lıkla itham edilip pejoratif (aşağılayıcı) bir kelime hâline gelmesi aslında yakın tarihimiz hakkında yeteri kadar bilgi sâhibi olmadığımızın ve onu doğru bir şekilde değerlendiremediğimizin, özetle yaşananlardan ders çıkarmadığımızın bir göstergesidir. Zira Osmanlı da benzer bir şekilde karşı çıktığı Batılılaşmanın tarihî bir zorunluluk olduğunu büyük çöküşler yaşayarak anlamıştı ve doğru veya yanlış yöntemlerle Batı ile arasındaki farkı kapatmaya çalışmıştı.
Toplum olarak sağlıklı bilgiye ulaşma arzumuz, çabamız ve olanaklarımız çok zayıf olduğu işin birbirine benzer veya birbiriyle ilişkili kavramların (Batılılaşma-Batıcılık) arasındaki farkları göremiyoruz. Eğer bir çabamız varsa bile hakikatin ideolojilere göre eğilip bükülmesinin yarattığı baskı ve dezenformasyon ortamında önemli noktaları kaçırıyoruz. Düşünce dünyamızı oluşturan az sayıdaki kelime ile olaylar hakkında hüküm vermeye çalışıyoruz. Sosyal ve siyasî olayları mutlak iyi ve mutlak kötü aktörler üzerinden algılamayı ve taraf tutmayı seviyoruz. Bu düşünme tembelliğinden dolayı aslında yazının konusu olan spekülasyonların bu kadar büyük bir kesim tarafından benimsenmesinde anormal bir taraf yoktur. Ve bu düşünme tembelliği kesinlikle bir kesime, bir ideolojiye has değildir. Kemâlistlerin en çok okuduğu yazarlar arasında “Yüzü Batı’ya dönük bir ülkeydik, AKP yönümüzü Doğu’ya çevirdi.” gibi cümlelerle, muğlak ifâdeler kullanarak modernleşme ile Batıcılık arasındaki farkı yok eden (üstelik kaşla göz arasında Büyük Orta Doğu Projesi görevlilerine anti-emperyalizm tacı takan) kişiler yok mudur? Kemâlistlerin en çok okuduğu gazeteler arasında iktidarın gayri millî politikalar izlediğini kanıtlamak için milletvekillerinin ve bakanların etnik kökenlerini manşete çekenler olmamış mıdır? Kemâlistlerin kimi kanaat önderleri “ABD mutlak kötüyse düşmanları mutlak iyidir.” mantığıyla Kuzey Kore’nin aslında ne kadar demokratik bir ülke olduğunu, Kuzey Kore hakkındaki iddiaların külliyen Atlantikçiler tarafından uydurulduğunu söylememiş midir?
Sorunumuz dünyayı tek düzlemde, tek ölçütle, tek kıstasla anlamaya çalışmaktır. Her kişinin, kurumun, yapının, olayın çeşitli değişkenlere göre birden fazla “olumlu” ve “olumsuz” özelliği olduğunu düşünerek hareket etmezsek, hangi inanca, geleneğe, toplumsal gruba, ideolojiye mensup olursak olalım, gerçekte ne olup bittiği hakkında tutarlı ve dayanakları sağlam bir fikre sâhip olamayacağız. Modernleşme ve Batıcılık konusu da buna dâhil.
Dipnotlar
1 “Yeniçeriliğin kaldırılmasına kadar, devlet çapında hiçbir harekete, bu iki kuvvetin, bilhassa ilmiyenin tasvibi olmaksızın girişilememiştir (…) Osmanlı mutlakiyetinin uzun sürmesinin baş sorumlusu muhakkak ki ilmiye sınıfıdır.” Tarık Zafer Tunaya, Batılılaşma Hareketleri – I, Cumhuriyet, 1999, s. 25-26
2 Erhan Afyoncu, Sorularla Osmanlı İmparatorluğu, Yeditepe Yayınevi, 2. baskı, 2012, s. 452
3 Tunaya, a.g.e, s. 34
4 “Namık Kemal’in temsil ettiği fikre, zamanının ne kadar yabancı olduğunu, gösterilen tepkiler; kendisinin bu fikri ona karşıt fikirlerle yaklaştırıp bulaştırması; fikrin uygulanma
dönemi gelince de fikrin tam karşıtı diyebileceğimiz bir Kanun-u Esasi denen anayasanın meydana gelmesi bize anlatır. Zaten fikir ortaya ‘halk egemenliği’ şeklinde değil de, ‘meşveret usulü’ fikri halinde çıkarılmıştı. Böylece, ta baştan yanlış ve yanıltıcı bir adla ortaya çıkmış oldu. Bu fikri yakalayan Yeni Osmanlılar, güya Avrupa’yı taklit etmiyoruz da, geçmişteki sistemimizi canlandırıyoruz iddiası ile, ve padişah keyfi ile halka haklar verme prensibinin sakatlığı yerine, padişah keyfinden daha sağlam bir temel bulduklarını sandılar. Onlarca bu temel şeriattı. Şeriat, meşveret usulünü emrediyor diye aslı olmayan bir iddia tutturdular. Bu işleri daha iyi bilen ulema tabakası bu iddiayı hiç benimsemedi.” Niyazi Berkes, Atatürk ve Devrimler, Adam Yay., 2. baskı, 1993, s. 34-35; “Anayasalı rejim fikrinde devrimci bir yenilik olmadığına, bunun geçmişe uygun bir şey olduğuna herkesi inandırma çabasıyla, çağdaş kavramları İslâm ve Osmanlı kavramlarına çevirme çabası içinde Namık Kemal, gerçekte anayasa rejimini değil, despotizm rejimini, halkı değil, ümmeti, halk iradesini değil biatı yapan ve halkla hiçbir ilişkisi olmaya ‘çözme ve bağlama erleri’ni, halk rızasını değil, icmaı temsil eden ya da kaldıran fetvâyı savunmakta olduğunu tüm gözden kaçırıyordu.” Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, YKY, 24. baskı, 2017, s. 293
5 Dönemin güç dengesine göre İngiltere, Fransa veya ABD.
6 İngiltere Dışişleri Bakanı’nın İstanbul’daki İngiliz Büyükelçisi ile yazışmaları dikkat çekicidir: “Şayet Türkler anayasayı tam olarak ayakta tutar ve kendileri de kuvvetlenirse bunun sonuçları bizim şimdi göremiyeceğimiz kadar uzaklara gidebilir. Bu hareketin Mısırdaki tesiri inanılmıyacak kadar büyük olacaktır; kendisini Hindîstanda da hissettirecektir. Biz şimdiye kadar idaremiz altında bulunan İslamalara kendi dirilerinin başkanı plan milletin kötü bir despot tarafından idâre edildiğini söylüyorduk. Hâlbuki biz idare ettiğimiz İslâmlar için iyi bir despottuk ve bizim idaremiz altında daha mesuttular zira bu insanlar mukayese imkânına sahip değillerdi, dolayısiyle farkın kendi lehlerine olduğunu kabule hazırdılar. Fakat şimdi Türkiye bir. anayasa yapar, parlemento kurar ve hükümet şeklini geliştirirse Mısırlılar da bir anayasa istiyeceklerdir. Bizim bu kuvvetle karşı koymamız çok güç olacaktır. Şayet Türkiye de anayasa iyi işler ve Türkiye de işler iyi giderse Mısır da ayaklanmalar olacaktır, bu vaziyette bizim durumumuz çok garip kaçacaktır. Biz asla ne Mısır halkıyla ve ne de Türk hükümetiyle mücadeleye girmiyeceğiz. Bizim mücadelemiz Türk halkının hisleriyle olacaktır. Bunu yakın veya uzakta Çok dikkatle ele alınacak bir konu olarak veriyorum. Bu hususun haricinde bütün reform hareketlerini tutuyor görünün ve bana bilgi verin.” Erol Ulubelen, İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye-Birinci Kısım 1896-1908, Aykaç Kit.,
- 60-61
7 https://www.youtube.com/watch?v=A9RCFZnWGE0
8 Röportajın yayınlandığı Fransızca özgün metin: http://www.voltairenet.org/article165889.html, Metnin İngilizce çevirisi:
http://dgibbs.faculty.arizona.edu/brzezinski_interview
9 https://www.youtube.com/watch?v=XJ2HiFx0SIE
10 Margaret Thatcher Vakfı’nın internet sitesinde yer alan metinden. http://www.margaretthatcher.org/document/104715
11 Sol Haber, 13 Nisan 2017. WikiLeaks’in yayınladığı e- posta: https://wikileaks.org/clinton- emails/emailid/23225#efmAGIAHu
12 Hür Subaylar Devrimi’ni başlatan askerî müdahalenin ABD ile temas hâlinde yapıldığına dair iddialar da vardır. Bkz. Devrim, 51. sayı, 6.10.1970; 52. sayı, 13.10.1970
[i] ANLIK, Temmuz-Ağustos Sayı: 3, 2017