
ÖZET
Yirminci yüzyılda, bilimsel ve teknolojik gelişmeler baş döndürücü bir hız kazanarak bütün dünyada, daha önceki yüzyıllarda görülmeyen yoğunlukta bir değişim ve dönüşüm sürecini yaygınlaştırdı. Yeni bir yüzyıla girerken artık bilgi ve enformasyon teknolojilerinin gelecekte ortaya çıkartabileceği yeni dünya düzeni üzerinde senaryolar yazılıyor. “Toplumların tüketim kültürünün nesnesi konumuna getirildiği dünya yüzeyinde küresel kültürün kapsayıcılığı yerel kimlikleri farklılıklar temelinde yeniden üretiyor.” [1] Geleneksel yaşam biçimleri ve modern yaşam biçimleri farklı renklerde dünyanın her yerinde kendisine özgü yaşam kodları oluşturuyor. “Buna karşılık tartışmalar, daha çok ‘içinde yaşadığımız sürecin adlandırılması, tarihte daha önce yaşanmış diğer köklü toplumsal değişikliklerden ayrılan yönlerinin belirlenmesi ve gelecekte alabileceği muhtemel biçimlerin şimdiden kestirilebilmesi’ gibi sorunlar üzerinde odaklanıyor.”[2] Bir başka açıdan, “Batı dünyasında sanayi sonrası dönemi açıklayabilecek yaklaşımlar arasında, “post-fordist”, “postmodern”, “tarih sonrası”, “enformasyon toplumu”, “üçüncü dalga”, “globalleşme (küreselleşme)” gibi nitelemeler yapılıyor.”[3] Batı dışındaki toplumlarda ise modernleşme süreçleri, adı konulamayan tepkilerle ifade ediliyor. “Siyasetçiler, bilim adamları, sanatçılar başta olmak üzere her meslek ve kesimden kişilerle; başta üniversiteler ve araştırma kuruluşları olmak üzere değişik toplumsal kurum ve kuruluşlar bu değişim sürecini de kendi açılarından anlamlı hale getirmeye, böylece onu denetlenebilir, yönlendirilebilir bir sürece dönüştürmeye gayret ediyorlar.”[4] Modernlik ve din arasındaki ilişkilerin Batı ve Batı-dışı toplumlarda ifade ettiği anlamlar, farklı yorumları mümkün kılarken, postmodern durum veya dönemleştirmede ise, din kavramının kavramsallaştırılması belirli bir tanım ölçeğine uymamaktadır. Modernlik ve postmodernlikte din sorununun karşılaştırılması bu bakımdan önemli güçlükler içermektedir. Makalemiz kapsamında çağdaş toplumlarda din problemini modernlik ve postmodernlik kavramlarının ortaya koyduğu projeler açısından karşılaştırmaya çalışacağız.
“Modern”, tanımı gereği zaman içinde yapılan bir ayrıma karşılık gelir. “Kök anlamı bugün ya da bugüne aittir ve düne ait olandan yapılan zamansal bir ayrıma işaret eder.”[8] “Modern”” olarak kabul edilen ürünlerin ayırt edici özelliği “yeni”” olmasıdır; bir sonraki stilin yeniliği ile onun da modası geçecektir. Böylece, “modernlik” anlayışımız, kendisine ait klasik olma ölçülerini yaratmaktadır.[9] Ancak yine de, “modern”” kavramı tartışmaya açıktır, çünkü üzerinde kendini modern olarak gören herkesin anlaşabileceği tek bir modern tanımı yoktur.[10]
Modernliği temel olarak kendinden önceki dönemden bir kopuş olarak görenlerin yanında, gelenek(geçmiş), modern ve postmodern kavramlarının tarihsel dönemler olabileceği de öne sürülmüştür. Bu kavramlar arasında öncelik-sonralık sıralamasından başka bir şey yoktur ve bu sıralama olağandır.[11] Zira “Modernlik düşüncesinin özünde gelenek ile bir karşıtlık vardır.”[12] Modernlik bilinci, modern kavramının ayrılmaz bir parçası olan dönem ayrımını yeniden üretirken bunu, modern ile modern-öncesi arasındaki zamansal ilişkiyi değerlendirerek yapmıştır.[13]
2) Modernlik Düşüncesi:
Modernlik kültürü, gündelik yaşamın değerlerini değiştirmekte ve yeni bir dünya yaratma idealini ön plâna almaktadır. “Modernizmin güçleri sayesinde, sınırsız bir kendini ortaya koyma(self-realization), otantik bir kendini duyumlama deneyimi (self-experience) isteği, aşırı uyarılmış bir duygusallığın öznelciliği hakim olmaya başlamıştır. Bu atmosfer, toplumdaki meslekî yaşam disipliniyle bağdaşmayan hedonistik motifleri serbest bırakmıştır.”[20] Bugün, dünyanın her köşesindeki insanlarca paylaşılan gündelik yaşamın akışı, bilim ve teknolojinin sunduğu sürekli gelişen ve büyüyen yeni yaşantı deneyimleri, modernliğe ait bilinç düzeyini yaygınlaştırmaktadır. İnsanların zaman ve mekânla ilgili algılama biçimleri sürekli dönüşmektedir. Modern olmak, bizlere serüven, güç, coşku, gelişme, kendimizi ve dünyayı dönüştürme imkânları vaat eden; ama bir yandan da sahip olduğumuz her şeyi, bildiğimiz her şeyi, olduğumuz her şeyi yok etmekle tehdit eden bir ortamla karşı karşıya bırakır.
Modernlik bilincinin yükselmesi ve yaygınlaşmasıyla birlikte, Batı’da din ve gelenek yoğun eleştirilere konu olmuştur. Ortaçağ dinsel bilincinin dogmatik anlayışına karşı Aydınlanmamda üst düzeye çıkan bu eleştiriler, yeni bir modernlik bilinci yaratırken, akıl dogmatik düşünceye karşı savaş açmıştı. Din ve geleneğin etkili olduğu alanlarda, artık akıl, yeni perspektifler üretmekteydi. Aydınlanma projesi, doğa bilimlerinin, nesnel olarak insanı ve ona ait gerçekliği anlayabileceği bir bakış açısı geliştirmiştir. Buna göre insanın gerçekliği algılamasında akledilebilir kabuller dışında bütün geleneksel bakış açılarının reddedilmesi gündeme gelmiştir. Aydınlanma öncesinde, Avrupa’nın karanlık çağları olarak anılan Ortaçağda ise Kilise, kendi din yorumunu birey ve topluluk yaşamı üzerinde kurduğu baskıcı ve total yaklaşımla kabul ettirmişti. Gündelik yaşamın bütün alanlarında dinsel bakış açısı egemendi ve Kilise’nin tekelinde olmayan hiçbir bilgi ve düşünce kabul edilemezdi. Aydınlanma döneminde gelişen bilim anlayışı Kilise’nin bilim anlayışıyla hemen her alanda önemli çelişkiler gösterince, Kilise’nin dünya görüşleri ciddi biçimde sorgulanmaya başladı. John Carroll, kendisinin “hümanizm” dediği modern devrimin kültürel sonuçlarını incelediği bir çalışmasında şöyle bir değerlendirmede bulunuyor : “Bunun hedefi, yeryüzünde insani bir düzen kurmaktı; aşkın ya da doğaüstü hiçbir desteğin olmadığı, özgürlük ve mutluluğun egemen olduğu, tamamıyla insani bir düzen, insanı merkeze koymak.”[23] Buna bağlı olarak tarihin akışı içinde modernliğin dinle olan ilişkilerinde, dine ve geleneğe özgü kabul edilen bütün kuramların zamanla yok olup gideceğini öngören bakış açıları da ön plâna çıkmıştır. Böylece “modernlik düşüncesi, dinin ve Tanrısal bir bakış açısının mukadder kıldığı gerçekliği, iyi ve doğru algılamalarını eleştirmiştir.”[24] Bireyin ve evrenin kutsaldan arındırılması süreci olarak gündeme gelen sekülerleşme (dünyevileşme) ve onun yol açtığı modernlik bilinci, son yüzyıl insanının kendini içinde bulduğu durumdur.
4) Postmodern Durum ve Postmodernizm :
Bu durumda, modern dönemin yapısal ve kültürel temelinin değiştiği, etkin insan anlayışı yerine, kişiliğini ve özgürlüğünü yitiren bir insan tipinin ortaya çıktığı belirtilmekte ve modernden postmoderne veya “sanayi toplumundan sanayi sonrası topluma geçiş sürecinden bahsedilmektedir.”[29]
Modernlik tarihe, insanlığı bilgisizlik ve akıl dışılıktan kurtarmayı vaad eden ilerici bir güç olarak girdi, ama bu vaadin yerine getirilip getirilmediği tartışmalıdır.[30] Postmodernlik gündelik yaşamda metalaşmanın uzanmasına ve kültürel sistemler üzerinde kitle tüketim sistemlerinin etkisine, yüksek ve aşağı kültürler arasındaki ayrımın bulanıklaşmasına işaret eder[31]. Modern bilimin kendi formel standartlarını kendisinin de uygulamadığı ileri sürülmektedir. Bilimin bütün sorunları çözebileceği yolundaki inanç, yirminci yüzyılda dünya ölçeğinde yaşanan ilerlemelere rağmen insanlığın karşılaştığı sorunların çeşitliliği ile kırılmaya uğramıştır. Nükleer enerji merkezlerinin ve nükleer silahların ortaya çıkarttığı atıklar, zehirli kimyasal ilaçlar ve atıkların yarattığı tehditler, doğal yaşamın dengesine yönelik kirlilik, insanın ve etrafındaki her şeyin metalaştırılması gibi sorunlar modern dönemde ortaya çıkmıştır. Yaşadığımız yüzyılda, “modernliğin sicili -dünya savaşları, toplama kampları, soykırım, dünya çapında bunalımlar, Hiroşima, Vietnam, Kamboçya, Körfez Savaşı, zenginlerle yoksullar arasındaki uçurumun genişlemesi- ilerleme fikrine duyulan her türlü inancı ya da gelecekten ümit beslemeyi sorgulanabilir bir hale getirmektedir[32].
F. Jameson’un “Postmodernizm ya da geç kapitalizmin kültürel mantığı”[33], J.Habermas’ın “tamamlanmamış bir proje olarak; modernlik’’,[34] dediği, A. Huyssen’in “neo-modernizm”[35], Marc Argue’nin “üst modernizm”[36], Guyy Debord”un “gösteri toplumu”[37] olarak adlandırdığı ya da tanımladığı modernlik sonrası dönem için, ‘postmodernizm’ veya ‘postmodern durum’ tanımlamaları yapılabilmektedir. Adı tam olarak konulmamış bu dönemleştirmelerde gündeme gelen “postmodernizm” kavramı, “modernlik- sonrası” olarak anlaşılmaktadır. Postmodernizm, “post” ekinden kaynaklanan bir sonralık, bir başkaldırı boyutu taşımaktadır. Herhangi bir tanıma indirgenemeyecek bir karmaşıklığa, düzensizliğe sahipse de, postmodernizm, öncelikle modernlikle bir hesaplaşmayı ya da “modernliğin toptan radikal bir eleştirisini içeriyor.”[38] Postmodernistler bugünün geçmişten, modernin modern öncesinden üstün olduğu düşüncesini sorgularlar. Böylece “geleneksel, kutsal, duygular, coşkular, sezgiler, tefekkür, spekülasyon, kişisel deneyim, âdet, şiddet, metafizik, kozmoloji, büyü, mit, dini hisler ve mistik deneyimler dahil modernliğin kenara attığı her şey yeniden önem kazanmaktadır.”
“Postmodernizm kapsamında yapılmış en iyi çalışmalar, çoğunlukla çifte kodlu ve alaycı bir özellik taşır; birbirleriyle çelişen ve süreksizlik gösteren çok sayıda gelenekten yararlanır, çoğulculuğu sağlayan da bu çeşitliliktir.”[40] Postmodern düşünce geleneğinde, modernlik eski kılınmaz, “modernliğe yeni bir ışık tutulur” ve “kendi amaçları doğrultusunda kullanmak üzere modernliğin birçok tekniği ve stratejisi bir arada kullanılmaya çalışılır.”[41] Bu çerçevede “postmodernlik, modernliğin bir parçası olarak da değerlendirilir ve modernlikten bir kopuş olarak veya onun sürekliliği içinde anlaşılır.”[42] Ancak postmodernlik ve postmodernizm kavramları, yine de muğlak bir özellik taşımakta ve henüz tam anlamıyla anlaşılmış, tanımlanabilmiş değildir.
Feyerabend\n bilimsel akılcılığa karşı savunduğu “her şey olur” sloganıyla, tam bir serbestliğe, kaçınılmaz olarak da eklektizme varılıyordu. “Tarihin içeri alınması”, bu her şeyin geçerli olduğu “ilkesizlik ilkesi” ile birleşince, postmodern binalar da, tarihi bir biçimler ve semboller repertuarı olarak görmekle suçlandılar. Postmodern mimarlara göre ise bu, kurallarla oynayıp zenginleştirmeye dayalı bir yaratıcılık, demokratik bir gönül genişliğiydi. Çelişkili, karşıt öğeler yan yana kullanılarak şaşırtıcılık elde ediliyor, soyut düşünceler yerine, insanların zevki ve duyarlılığı esas alınıyordu.”[45]
Modern tarzların toplumsal yaşam alanında eleştirisine dayanan “postmodern durum” ya da dönem hakkındaki tartışmalar, 1960’ların sonlarıyla 1970’lerin başlarında yoğun olarak gündeme gelmiştir. “Modern olanla postmodern olanın birbirleriyle kesişim halinde mi oldukları, yoksa birbirlerinden ayrı mı oldukları, postmodernizmin modernlikten gerçek bir kopuşu mu işaret ettiği, yoksa onun mantıksal bir devamı mı olduğu konusunda görüş ayrılıkları vardır.”[46] Postmodernizm üzerine yapılan tartışmalardaki kafa karışıklıkları, Jürgen Habermas\n postmodernistlere verdiği bir karşılıkta da görülebilir: Habermas postmodernistleri, “Aydınlanma modernliğinin hâlâ gerçekleştirilmemiş olan vaadi karşısında bozguncu ve kaçak bir muhafazakarlık konumuna geçmekle suçlar ve ona göre modernlikten vazgeçmek için vakit çok erkendir.”[47] Böylece yerden yere vurulan modernlik projesini, (Aydınlanmadın mirasını), bir Robespierre katılığı ve kararlılığıyla savunan Habermas, postmodernizm tartışmasında, terazinin öteki yanını dengelemeye çalışıyor. “Heidegger, Foucault, Lyotard, Derrida, vb. düşünürleri kapsayan “radikal akıl eleştiricileri” ya da “modernliğe elveda deyiciler” olarak adlandırdığı topluluğa karşı, akıl kavramını Habermas yeniden inşa etmeyi amaçlıyor.[48] Habermas, bütün akılcı ölçütlerin yozlaştığını ve geçersizleştiğini göstermek için bile en azından akla dayalı bir ölçüt bulmak gerektiğini öne sürüyor[49].
“Postmodernizm, zaman-mekân sıkışması çevresinde ve içinde kurulan geniş kapsamlı bir önermeler dizisidir. Hem postmodernizmin sunduklarının, hem de postmodernizme yönelik eleştirilerin bu denli çeşitlilik göstermesini ancak zaman-mekân ufukları değişen bir dünyada kimlik arayışı ile açıklayabiliriz.”[50] Bu anlamda, postmodernizm gerçekliği reddeder, şeylerin gerisinde mutlak bir gerçeğin olmadığı önermesini yapar. “Bizler sadece görmek istediklerimizi, zaman ve mekandaki konumlanışımızın bize izin verdiklerini, kültürel ve tarihi algılarımızın odaklandıklarını görürüz.[51]” Gerçeklik yerine elimizde olan, postmodernizmin ileri sürdüğü, imgeyle yani hayalle maddi gerçekliğin arasındaki farkların kaybolduğu bir dünyadır. “Tüm toplumsal yaşam, gerçeklerin değil taklitlerin, modellerin, saf imgelerin ve temsillerin denetimi altına alınmıştır[52].” Eğer postmodernizm teorileri dışında postmodern yaşantılardan söz edebilirsek, kuşkusuz bu yaşantıların ortak paydası, kavramların “değer”lerini, değerlerin de, “gerçekliklerini yitirdiği “büyüden arınmış bir dünycTdır. Bu dünyayla ilgili tüm kavramlar elimizden kayıp gitmekte ve kavramların işaret edecekleri “gerçeklik” onlar daha işaret edemeden başka bir renge bürünmektedir. Gerçekten her şeyin “gösteriye dönüştüğü bir dönemde yaşıyoruz. Bütün kavramlarımız anlamını yitirip, kendi boşluğuna yuvarlanmaktadır[53]. “İnsan yaşamı, küçük bir klipe dönüşürken, hızlı, değişken, çarpıcı, karmaşık ve renkli; ancak yönsüz, başı sonu belli olmayan bir akışdır söz konusu olan.”[54] Baudrillard”a göre “çağdaş yaşamda hiçbir şeyin aslı yoktur ve her şey bir simülasyondur.”[55] Ticarileşmiş piyasa toplumunda, “gerçek” bir birey olmak, iyi bir “vitrin”e sahip olmak anlamına geliyor. Aydınlanmanın bireyi, Descartes’i izleyerek “Düşünüyorum, o halde varım”, diyordu; postmodern toplumun sessiz yığınları düşünmeden var olarak, hem Descartes’i hem de Aydınlanmayı çürütüyor[56].
“Günlük yaşam söz konusu olduğu sürece modern insanların başkaldırabileceği ya da başkaldırması gereken pek çok ve çeşitli şeyler ve yaşam modelleri söz konusudur ve postmodernizm aslında her türlü başkaldırıya olanak tanır.”[57]
“Postmodern teori, önceki disiplinleri ve sınırları radikal bir sorgudan geçirir, hatta bazıları toplumsalın var olup olmadığını, hattâ olanaklı olup olmadığını dahi sorgularlar.”[58] Bu teori, karşı-aydınlanmacı çıkışlarıyla, “Aydınlanma çağının “aklı ve bilimi” kutsayan söylemini reddederken, belirli düşüncenin merkeze alınıp diğerlerinin bir kenara atılmasına karşı çıkarak çoğulculuktan ve çok faktörlü analizlerden yanadır.”[59] Postmodernist çağın kavranması, modernlik tasarımının sorgulanışı ve modernliğe duyulan inancın yitirilmiş olmasını, bir çoğulculuk ruhunun var olduğunu ve dünyayı evrensel bir bütünlük olarak algılayan ve kesin çözümlerle, sorulara tam karşılıklar bekleyen bakış açısının reddini öngörmektedir. “Postmodernizmi açabilmek için anlam berraklığından çok, anlam zenginliğini aramak; siyah-beyaz ayrımından kaçınıp, “ya biri ya öteki” yerine, “hem biri hem öteki”ni kabul etmek; birkaç düzeyde anlam ve birkaç odak noktasının birleşimini ortaya çıkarmak; kendini, kendi hakkında bilgi sahibi olarak keşfetmek gerekmektedir.”[60] Postmodernist durum, kendisini temsil eden fikir ve imajların ironik, tabuları yıkan, serbest kolajının karşıtlığıdır. Evrenseldir, en yüksek düzeyi de, en alt düzeyi de, ciddiyeti de, dalgacılığı da aynı hevesle kucaklar. “Postmodernizm özne’yi adem-i merkezi kılarak, çoğul akılcılaştırmanın yolunu açar; böylece, modernliğin evrensel özelliğini bozar ve bireyci toplumsal düzenlemelere olanak tanır. Hatta yerel olanı meşrulaştırır. Postmodernizm, eski ayrımlar ve bölünmelerin dışındaki yeni biçimleri oluşturacak yeni dilleri bulma girişimidir. Bu girişim özellikle yüksek kültürle kitle kültürü arasındaki sınırları ortadan kaldırmaya yöneliktir.”[61]
Bu çerçevede, “modernliğin yarattığı hiyerarşi, araçsal akıllaştırma ve bütüncül toplumsal düzenlemelerin karşısına; postmodernitenin eşitliği, değersel akılcılaştırması ve bireyci düzenlemeler geçer. Böylece, modernliğin tek, evrensel ve mutlak kıldığı gerçeklik de postmodernlikte çoğul, tikel ve göreli hale dönüşür.” “Postmodern yaşam biçimi, sabit statü gruplarının olmadığı bir toplumsallığa dayanır. Böyle bir toplumsallık stabilize ve hiyerarşik olmayan aynı zamanda imaj bolluğuna dayanan bir tüketim kültürü ekseninde şekillenmiştir.”[62] Baudrillard ve Lyotard gibi düşünürlere göre postmodernizm, üretim ilişkilerinden tüketim ilişkilerine, üretim tarzından bilişim tarzına, emekten bilgiye, bilimsellikten, simulasyona geçişle ortaya çıkan bir durumdur.
Lyotard, “postmodernizmi ‘meta-anlatdlara (üst-anlatılara)[63] inanılmazlık şeklinde tanımlıyor.”[64] “Anlatılar, yeterlik ölçütlerini belirler ve bu ölçütlerin nasıl uygulanacaklarını gösterirler. Böylece anlatılar, söz konusu kültürde neyin söylenilme ve yapılma hakkına sahip olduğunu tanımlarlar ve kendileri bu kültürün parçaları olduklarından, ne yapıyorlarsa onu yapıyor olma gibi basit bir gerçek tarafından meşru kılınırlar.”[65]
Postmodernlik, bir açıdan da “kültürel hegemonya” çağını ifade etmektedir. Postmoderniğin en önemli özelliklerinden biri de, zamanımızda her şeyin kültürel hale gelmesi ve herkesin kendi kültür dünyasında yaşamasının veya kendi yaşam tarzını bir kültür dünyasına dönüştürmesinin haklılaştırılmasıdır. Bu, aynı zamanda toplumsal çatışmaların yerini “kültür savaşlarının” aldığı anlamına gelir. Toplumlar arasındaki kültür savaşları, özneyi adem-i merkez kılmakta ve değer alanlarının hiper farklılaşmasına ve iç sınırlarının çoğalıp parçalanmasına sebep olmaktadır. Parçalılığın kendisini ifade ettiği en anlamlı kavram “sivil toplum” olgusu olmaktadır. Sivil toplumun “olmazsa olmaz” koşulları vardır ve birincisi, farklılaşma, parçalanma ve buna bağlı olarak iktidarın bölünmüşlüğüdür, ikincisi, sivil toplumun kökeni, dinsel özgürlük için verilen mücadele sonucunda, her türlü dinsel hareketlerin sivil toplumda yer edinebilmesidir. Bu noktada sivil toplum ile postmodernlik arasında kuvvetli bir bağ oluşmaktadır. Öznenin merkeziliğini yitirmesi sonucu cemaat duygusu belirmiş ve geniş kitlelerin duygusal cemaatler de bir araya gelmesiyle yeni bir yaşam sitili oluşmuştur.[66] Bazı sosyologlar, “oluşan bu cemaatlere “postmodern kabileler” demektedirler.”[67]
“Postmodernlik baskıcı bütüncüllük ve baskıcı bir siyaset yerine çoğulcu ve açık bir demokrasi üzerinde durur.”[68] Lyotard, “Postmodern Durum” adını verdiği ünlü kitabında, “modern çağın meşrulaştırıcı söylencelerine (büyük anlatılar) bilim aracılığıyla insanlığın ilerlemeci özgürleşimini ve evrensel olarak geliştirilmiş geçerli insanlık bilgisini öğretebilmek için gereksinim duyulan birliği insana felsefenin sağlayabileceği düşüncesine şiddetle saldırır. Postmodern kuram bu anlamda evrensel bilginin ve temeldenciliğin eleştirisiyle tanımlanır hale geldi. Lyotard ortada tek bir akıl değil, çeşitli akıllar olmasından ötürü artık bütünleştirici bir akıl düşüncesi hakkında konuşamayacağımıza inanır[69].
Özet olarak postmodernizmin temel özellikleri şöyle sıralanabilir; Genel geçerlilik iddiası taşıyan önermelerin (teoriler, üst anlatıları, evrensel üsluplar) reddedilmesi; (dil oyunlarında, ilgi kaynaklarında ya da bilim adamı topluluklarında) çoğulculuğun ve parçalanmanın kabul edilmesi; farklılığın (ya da başkalığın) ve çeşitliliğin vurgulanması; ve son olarak da her şeyin geçici olduğunun ruhsuzca ve alaycı bir şekilde kabul edilmesidir.
Modern toplum gelenekten ve dinsel yaşamdan özgürleşme ve bireyselleşmeyi gündeme getirirken, aynı zamanda devlet endeksli bir toplumsallaşma sürecini yaratan, devleti siyasetin tanımlayıcı öznesi yapan bir disiplin ve rasyonel bir organizasyon olarak belirginleşir. Batı dünyası geleceğin zihniyet dünyasını belirlerken, kendi toplumsal kimliğini de bu mantığa göre yeniden biçimlendirmektedir. “Modernlik zihniyeti evrensel bir meşrulaştırma potansiyeli taşımakta ve küreselleşme kapsamında kendi yaşam formlarını bütün dünyaya yaymaktadır. Bu kapsamda yeni iletişim ve enformasyon teknolojilerinin dünyayı “küresel bir köy” haline getirdiği çoğunlukla gündeme geliyor.”[74] Ancak “modernlik zihniyetinin bütün dünyada ortak bir amaç duygusu yaratmaktan uzak olduğu da bir gerçekliktir.”[75]
Modernlik bilincinin küreselleşme kapsamında dünyanın farklı bölgelerinde ortaya çıkardığı tepkiler sosyologların ilgi duydukları bir olgudur. Kapitalizmin mantığı, dinsel kurumları ve ihtiyaçları da tüketim mantığına tabi kılmış, bu da genel bir eğilim olarak dinsellikte artışı doğurmuştur. “Küreselleşen dünyayı simgeleyen kültür savaşlarının en önemli sembollerinden biri olan din, ortadan kalkacağı varsayılmasına rağmen bugünün dünyasında egemen kodlardan birisi olarak yaşamını sürdürmektedir.”[76]
Bugün bütün dünyada kitle iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmelerle birlikte, daha hızlı ve kapsamlı bir bilgi alışverişi gerçekleşmekte, insanların yeryüzündeki farklı kültürleri tanıma ve işbirliği kurma istekleri artmaktadır. Bağlı olarak dünya çapında organize edilen spor olimpiyatları, vb. etkenlerle yolu açılan küreselleşme algısı, her türden ve her inançtan insanın sıklıkla bir araya gelmesini ve bu bir araya gelişlerin iyice kanıksanmasını sağlamaktadır. “Bunun dinsel inançlar alanında ilk anda meydana gelen şok edici anomik sonuçlarının yanı sıra, bütün bir küreselleşme algısının kanıksandığı oranda dinsel inançların tekrar geri gelişine tanık olunabiliyor. Gilles KepeT in Tanrı’nın intikamı dediği bu geri geliş, postmodern durumda din hakkında dikkat edilebilecek en önemli konu; dini olguda keşfedilmeyi bekleyen daha pek çok noktanın mevcudiyetine işaret etmektedir.”[77] Kepel, “dinle ilgili ne rasyonalizmin ne de modernliğin hesabının henüz bitmemiş olduğunu, bitecek gibi de görünmediğini açıklanabileceğini, zengin amprik örneklerle göstermeye çalışıyor. KepePin göstermeye çalıştığı şey, hakikaten de tüm hızıyla yaşanmakta olmasına rağmen günümüz modernliğinin dinsel hareketlerin canlanmasıyla karakterize edilmekte olduğudur.”[78]
Gellner, “günümüzde hiper-göreci postmodernistlerle, fundamentalist dinî hareketlerin yükselişinin bir aradalığına aldanmamak gerektiğini, aslında bunların birbirlerine rakip unsurlar olduklarını kaydeder.”[79] Gellner, başvurduğu yüksek ve aşağı kültür İslâmları arasındaki ayrımla özellikle İslâm dininin yükselişinin ciddiye alınabileceğini, diğerlerininse yükselişlerinin başka türlü açıklanabileceğini düşünür. Ona göre diğer “dinlerin varolmaya devam etmeleri hatta giderek dinsel bir canlanışı ifade etmelerinin sebebi muhtevalarını, özlerinden sapmak pahasına tamamen modernleştirmiş olmalarından kaynaklanmaktadır; bu yüzden bu tür dinlerin yükselişi, rasyonel bir içerikle değilse ancak çok geçici bir parıldama olarak görülmesi gerektiğinden, modernizmin genel seyrine hiçbir tehdit içermez.”[80]
Peter BergePe göre ise “dinsellikte artışın Amerikan toplum yapısına ve yaşam tarzına ilişkin bir yanı vardır. Amerikan toplumunda dinsel kurumlar da kapitalizm sayesinde pazarlama vasıtası haline gelmiş; dinsel gelenekler tüketici malları vasfını kazanmıştır.[81] Bugünün “küreselleşmeyle karakterize edilen kültürel durumunun en belirgin özelliği, kültürel formların, dinsel inançların, günlük yaşam örüntülerinin en yüksek düzeyde çoğulcu bir toplumsal pota içerisinde aşağı yukarı eşitlenmiş olması; aralarından birinin üstünlüğüne hüküm verecek bir üst ilkenin varlığıyla ilgili olanakları tüketmiş olmasıdır.” [82]
Çağdaş dünyada dinin ve dinsel söylemin yeniden canlanması süreci ve olgusu, bu anlamda hem kuramsal düzeyde hem de somut siyasal yaşamda, yorumsal bir zihin karışıklığı yaratıyor. “Çünkü dinsel söylemi ve hareketi açıkladığımızı söylediğimiz an, aynı zamanda bu söylemi hiç de anlamadığımızı fark ettiğimiz an oluyor. Bu hareketin ve söylemin yükselişini denetlediğimizi düşündüğümüz an, bu yükselişi körüklediğimiz ana karşılık geliyor. Toplumsal bir olgu olarak dinsel söylem ve hareket, “katı olan her şeyin buharlaştığını”, “tanımını yaptığımız olguların cevap arayan sorulara dönüştüğünü”, “nedensellik ilişkilerinin çarpıklaştığını” toplumsal ilişkilerin karmaşıklaştığını simgeleyen geç modern zamanların en önemli göstergelerinden biri olarak varlığını sürdürüyor.”[83] “Batı toplumlarının kendi içinde tek boyutlu olmayan oldukça heterojen bir görünüm sergilemesi ve yeni dinî anlayış ve yorumların yer yer etkinlik kazanması ilginç karşılanmakta ve dinin hâlâ ayakta kalmasının, insanın varoluş şartlarıyla ilgili olan çok önemli sebepleri ileri sürülmektedir. Bunların bir kısmı tarihî ve kültürel, bir kısmı derin anlamda psikolojik, bir kısmı sosyolojik ve şüphesiz önemli bir kısmı da eskatolojik çerçevede ele alınabilecek sebeplerdir.[84]
Modernlik krizlerinin Batı ve Batı-dışı toplumlarda oluşturduğu problemler, birbirinden farklı değerlendirmelere açık olmasına rağmen din ve geleneğin yükselen konumları postmodernlik tartışmaları ile daha da anlam kazanmaktadır. “Postmodernizm, modernlik tasarımının sorgulanışını, modernliğe duyulan inancın yitirilmiş olmasını, bir çoğulculuk ruhunun var olduğunu, geleneksel bağnazlıklara karşı kuşkuculuğun arttığını ve nihayet dünyayı evrensel bir bütünlük olarak algılayan ve kesin çözümlerle, sorulara tam cevaplar bekleyen bakış açısının reddini öngörmektedir.”[85] Gelinen noktada, “her alandaki sekülerleşmenin yol açtığı tatminsizlikler, birtakım modernlik öncesi çağa dönme teorileri bir yana, modernliği aşmak gerektiği tezini gündeme getiriyor.”[86]
Postmodernizm öncelikle dünyayı eski gizemine kavuşturma sözü veriyor, hatta onu “yeniden büyülü hale”[87] getirmek istiyor. “Modernizmin ilkeselliğine, belirleme ve hesaplama tutkusuna, mantıklılık ve tutarlılık takıntısına toptan bir karşı çıkışla belirsiz ve raslantısal olanı selamlıyor.”[88] Böylece bir anlamda, “postmodernliğin en belirgin özelliklerinden biri de dine dönüşe imkan tanımasıdır. Farklı bakış açısına sahip düşünürler dini, modernliğin parçalayıp kırılgan hale getirdiği toplumsal gerçekliği onarmanın çaresi olarak görmektedirler. Daniel Bell, F.Jameson bu düşünürlere örnektir.”[89]
Postmodern düşünürler dinlere ait olan ezeli ve ebedi bilgiyi elde edebilme veya dinlerin gerçeklik hakkındaki söylemlerini dikkate almazlar. Tanrısal tecrübenin bireyin ve toplumun yaşantısında ön plana çıkan etik özelliklerine değer verirler. Tanrıyla ilgili bütün sorular, insanî problemlerin çözümüne atıfla sorulmalıdır. İnsanlığın kurtuluşu için toplumsal adalet gereklidir. Din, insan yaşantısında bu türden bir adalet ve hakkaniyet duygusunu kazandırıyorsa önemlidir. Pannenberg, insanî müdahale için bir dinî etikin geliştirilmesi zorunludur demektedir. Postmodern anlamda o, etik eylemin ezeli ve ebedi formüllerden doğamayacağına inanır. “Derrida, “sorumluluk”, etikin kalbidir der. Buber, Tillich ve Bonhoeffer, toplumsal adalet bulunmaksızın Tanrı’nın öneminin olamayacağını savunurlar. Postmodernlikte din, barbarizmin ortasında adalete çağrıyı temsil eder. Din, insanları arıtılmış kavramlara kelepçelemek yerine, birbirine bağlar.”[90] Diğer taraftan özellikle “kitle iletişim araçlarının gelişmesi, enformasyon ağının zenginleşmesi ve yoğun nüfus göçleri, farklı dini yaşam formlarının bir arada var olmalarını ve aralarında gerçek bir diyalogun tesis edilmesini zorunlu hale getirmektedir. Din, barış, aşk ve yardımseverlik gibi faziletlerin egemen olduğu bir cemaat tesiri çağrısıdır. Günümüzde bazı teologlar, “dinin kurtuluş politikası olduğunu söyleyecek kadar ileri gider; çünkü gerçekten dindar bir insan toplumsal adaletsizliğe müsamaha gösteremez. İnsanlar bütünlüklerini dinle restore ederek kendilerini bir yabancılaşma yaşamından kurtarabilirler.”[91] Bütün dünyada işsizlik, yoksulluk ve benzeri toplumsal sorunların yükselişi ile birlikte toplumsal eşitsizliğin ve adaletsizliğin her alanda yükselişi yanında, yolsuzluk, dolandırıcılık ve yasal olmayan yollarla belli kazanımlar elde edenlere saygı gösterilmesi önemli bir meşruiyet krizine neden olmaktadır.
Postmodern ahlak, ben ve öteki arasındaki ilişki üzerine temellendirilirken ötekini ihmal eden her davranış ahlak dışı olarak kabul edilir.[92] “Postmodernlik, sivil topluma önem veren, var olan düzende farklı kimliklerin yurttaş veya sınıf gibi merkezi bir kimliğe indirgenmesi yerine farklı kimliklerin kendi farklılıklarını korumak için verdikleri mücadele temelinde yükselme imkanı sunmaktadır.”[93]
Gerçekte “postmodernizm ister siyasi, ister dinsel, ister toplumsal nitelikli olsun bütün küresel, her şeyi kapsayıcı dünya görüşlerine meydan okur.”[94] Postmodernleşmenin cemaat yaşamını ön plana çıkarması ne tam anlamıyla dinsel inancın yeniden tesisi, ne de ritüele yeniden dönüşü içermektedir. Çünkü “postmodernlikte Tanrı da diğer büyük anlatılar gibi bir boyuta indirgenmektedir. Tanrı’nın tarihe anlam ve yön veren, moralitenin varlık sebebi olan nihai hakikat anlayışını temsil ettiği dönem gerilerde kalmıştır.”[95] Buna paralel olarak “dinselliğin sevgi, yardımlaşma ve adalet duyguları, postmodernlikte, Tanrı tarafından ilham edilmemekte, özneler arası bir anlamlandırmadan türemektedir. Onlara göre ‘Ben ve Öteki’nin birleştiği nokta gerçekliktir ve dini değerler de sadece bu alan içinde ifadesini bulur.”[96]
“Postmodernizm bir kez meta-anlatıların sonu olarak kabul edildiğinde, gerçekten de postmodern dünyada dinlerin de sağlam bir yer edinemeyecekleri kolaylıkla kabul edilebilir.”[97] “Turner, Lyotard ve Baudrillard gibi postmodernistlerin bir meta anlatı olarak dine kısa bir ömür biçen bütün bu gözlemleri dinin yükselişini, tabir caizse Tanrı’nın geri dönüşü sürecini yeterince değerlendirememekteymiş gibi görünüyor.”[98]
Turner, postmodernliğin her şeyden önce gündelik yaşamdaki metalaşmayla, kültürel sistemler üzerindeki kitle tüketim sistemlerinin etkisiyle ve yüksek ve aşağı kültür arasındaki ayrımın bulanıklaşmasıyla anlaşılabileceğini düşünür. Dinsel inanca asıl tehdit gündelik yaşamın metalaşmasıdır.[99] İnsanlar yalnızca entelektüel bakımdan tutarlı olmadıkları rasyonalist temellere dayanarak bir takım inançları benimseyip reddediyor değiller. İnançlar, gündelik ihtiyaçlar ve kaygılar açısından münasip olma ve olmama durumuna göre benimsenip reddedilmektedirler. Dinî inancı veya dinsel mensubiyeti küreselleşmiş postmodern bir toplumda problematik kılan şey, gündelik yaşamın hiçbir şeyden etkilenmeyen küresel bir mübadele sisteminin metalaşmış bir parçası haline gelmesidir.[100] Bu durumda dinsel semboller, kavramlar ve pratikler de gündelik yaşantının tüketim evreni içinde birer meta haline gelmektedir. Postmodernist çağın kavranması, modernlik tasarımının sorgulanışını ve modernliğe duyulan inancın yitirilmiş olmasını, bir çoğulculuk ruhunun var olduğunu, geleneksel bağnazlıklara karşı kuşkuculuğun arttığını ve nihayet dünyayı evrensel bir bütünlük olarak algılayan ve kesin çözümlere, sorulara tam yanıtlar bekleyen bakış açısının reddini öngörmektedir. “Postmodernistler için, Marksizm ya da Budizm olsun, ideoloji, alışveriş merkezindeki çeşitlerden yalnızca biridir. Lyotard ve Baudrillard, Marksizmi fikirlerin süpermarketinde satışta olan binlerce markadan yalnızca biri olarak görürler.”[101] Batı dünyasında varolan tüketim ekonomisi, geleneksel yaşam tarzlarını dönüştürüp, modern bir yaşantı dünyasını organize ederken geleneksel yaşam tarzları ve dinsel alışkanlıklar da giderek aşınmaktadır. Bunun yanında medyadaki gündelik yaşamla ilgili bir çok konunun ve doğal olarak dinsel anlayışların tartışılmasında da popüler imajları ön plana çıkaran bir metalaştırılma söz konusudur. “Seçkin bir kültürün temsilcisi olarak, alimlerin entelektüel ilgileri, aşağı kültürün yani popüler kültürün ilgi ve beğenilerini pazara çıkatmanın kaçınılmaz sonucu olarak hedefledikçe, hem dinsel konularda dinin doğasına aykırı bir çokseslilik hakim olmakta hem de din gerçekten de yeniliklerin, icatların ve yeni teknolojilerin alanı haline gelmektedir.”[102] Özellikle din üzerindeki etkileri bağlamındapostmodernizmi, hatta modernizmin kendisini, salt entelektüel veya bilişsel bir eğilim olarak almak her zaman çok yanıltıcı olmuştur. Çünkü, “aslında her ikisi de, din üzerindeki gerçek etkilerini, dinin gündelik yaşam örüntülerinin varlık alanını daraltma veya genişletme noktasında göstermişlerdir.”[103]
Postmodernite, dine şahıslar arası bir konum tayin etmektedir. Bu anlamda postmodernite, dini özel alana inhisar ettirmektedir. Çünkü postmodernite, özel alana rağbet ederek, dinsel canlanmayı de teşvik etmektedir. “Modernizm, sekülarizasyon yoluyla dinsel inançların kaybolacağını öngörürken postmodernizm ise bu anlayışı reddederek, dinsel canlanmanın sekülarizasyonun ortadan kalkması sonucunu doğuracağını kabul etmemektedir.”[104]
“Modernizmin dinsel hakikati dışlayan tutumuna karşılık postmodernizmin etnik-dinsel köklere dönüş, geçmişle bağların sürdürülmesi, kutsal, geleneksel üzerinde yeniden odaklanma gibi içerimleri, Müslüman entelektüeller açısından oldukça anlamlı karşılanmıştır.”[105] Son yüzyılda İslâm dünyasında gözlenen modernleşme ve geleneksel yapılar arasındaki uyum krizleri, Batı’nın kendi modernlik projesine karşı duyulan güvensizlikle paralellik gösterdiği ileri sürülebilmektedir. “Postmodernliğin Batılı kritiği bu anlamda İslamî fundamentalizmle birlikte modernliğe alternatif olmaktadır.”
SONUÇ
ABSTRACT
[1] Anthony Giddens, Elimizden Kaçıp Giden Dünya, Ç: Osman Akınhay,Alfa Y.,İstanbul 1999,s.15.
[i] Ondokuzmayıs Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.