Esat ARSLAN
Zülfüyâra dokunmasın diye, ABD’nin yayılmacılığa soyunduğu “Monreo Doktrini”ni yumuşatarak ifade etmek adettendir. Kendi kendime sorar dururum, acaba derim, Monreo sözcüğü, dünya gailesini artık çekemeyeceğini anlayıp genç yaşta diğer tarafa göçen ünlü Hollywood yıldızı Marilyn Monreo’yı mı çağrıştırmasından mıdır? Pek de bilemem. Doğrusu son derece ince, hassas bir konudur bu; ABD’nin duyarlı noktasına temas etmek. Oysa Monroe Doktrini ABD’nin Amerika kıtasındaki tam hâkim olma isteğinin bir yansıması, hatta meydan okumasıdır. Kısaca yenidünya adası ile eski dünya adasında oturan Büyük Beyaz Adamların dünyayı kendi aralarında paylaşmalarının Amerika kıtasından görünümüdür. Tüm Amerika kıtasını kuzeyiyle, güneyiyle arka bahçesi olarak görme tezahürüdür. Almanya’nın tüm Avrupa kıtasını kendi yaşam alanı (Lebensraum)olarak görmesinin Amerika kıtasındaki izdüşümüdür de diyebiliriz.
1820-1830’lar, Papalığın silahlı yaptırım gücü İspanya’nın kolonilerinde baş gösteren isyanlar ve Fransa adına hemen her yere saldıran Napolyon nedeniyle sömürgeleri ile iletişiminin kısıtlandığı bir dönemdir. Amerika’nın Bağımsızlık İlanı ve Fransız İhtilalinin etkisi bir yana Fransa’nın başına Napolyon’un gelmesi sonrası Fransa dışındaki kolonilere ihraç edilen mikro milliyetçiliğin getirisi İspanya kolonilerinde isyan, ayaklanma ve kalkışma olarak ortaya çıkmıştır. Geniş bir kolonizasyona sahip, ancak gücü belli olan İspanya da bu durumda denize düşen yılana sarılır misali Fransa, Rusya ve İngiltere’den yardım istemiştir. Sömürgelerden nemalanmak isteyen bu devletler de bu teklifin üzerine adeta çullanmışlardır. Bu durumda Eski dünya adasındaki yayılmacı bu devletlerin yenidünya adasındaki çıkarlarını gören 5. Başkan James Monroe, 2 Aralık 1823 tarihinde ABD dış ilişkilerinde uyulması gereken aşağıdaki iki maddeyi Kongreye bir mektup göndererek yasama organını da arkasına almaya teşebbüs etmiştir. İki maddede özetlenebilir bir mektup.
Birinci madde doğrudan aba altından sopanın örtülü bir şekilde gösterilmesidir. “Birleşik Amerika Avrupa’nın iç işlerine karışmamaktadır. Amerika Avrupa’nın herhangi bir politik meselesi ile ilgilenmediği için Avrupa devletleri de Amerika’nın işine karışmamalıdır.”İkinci madde ise bir yaptırım ve caydırmayı dikte ettirmektedir. “Amerika’nın bu tutumuna rağmen herhangi bir Avrupalı devlet sömürge arayışı ile Amerika topraklarına ayak basarsa devlet bunu bir tehdit olarak görecek ve sonuna kadar savaşacaktır.“
Başkan tarafından Kongreye gönderilen mektuptaki bu iki madde Amerikan Kongresi tarafından onaylanarak yürürlüğe girmiştir. Tabii bu durumda, Kongreyi de arkasına alan Başkanı tutabilene aşk olsun. Amerika’nın bu sert tepkisinin ardından Fransa, İngiltere ve Rusya geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Kuşkusuz bunun doğal bir sonucu olarak da İspanyol sömürgeler 1820-1830 tarihinde bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Latin Amerika eyaletlerinin bağımsızlıklarını kazanmasındaki en büyük etken ABD’nin tutumu ve Monroe Doktrini olmuştur.
Benzer şekilde çok uluslu bir kazanımları paylaşan bir ülke olan Osmanlı Devleti de bu parçalanmadan nasibini almıştır. Fransa’nın milliyetçilik akımının Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya enjekte edilmesi sonucu, isyan eden paşanın ilerleyişini Nizip’te durdurulamamış, İngiltere ve Fransa’nın araya girmesiyle 14 Mayıs 1833 tarihinde Kütahya antlaşması imzalanmak zorunda kalınmıştır. Öyle ki bu olayla birlikte geleceğini güvence altına almak isteyen Osmanlı devleti de Çarlık Rusyası’nın ipine sarılmak mecburiyetinde kalmıştır. 8 Temmuz 1833 tarihinde imza edilen Hünkâr İskelesi Antlaşması Osmanlı’nın Çarlık Rusyası’nın himayesine girdiği bir antlaşma olarak tarihte yerini almıştır. Tabii ki, Rus etkisinden rahatsız olan İngilizler, 1838 yılında Ticaret Antlaşması, daha sonra Avrupalı diğer devletler yaptıkları ekonomik ve adli kapitülasyon, ayrıcalık antlaşmalarıyla Osmanlı’yı Rus himayesinden çıkarıp, herkesin ortak himayesine almışlar, bir bakıma adeta ortalık yerde orta malı etmişlerdir. Biraz da dolaylı bir neden olarak Osmanlı Devletinin ortalık yerde olmasının sebebi de bu Monroe Doktrini olmuştur.
Okyanus boyunca hâkim olan gerçeklerin aksine, belirgin büyük bir dış tehdidin olmayışı ve güvenli bir uzaklık duygusu, uçsuz bucaksız bir coğrafyanın sunduğu maddi fırsatların cazibesi Kızılderiliyi yok hükmünde görülmesine neden olmuştur. Monroe Doktrininin Birleşik Devletler coğrafyasına yansıması tam bir Kızılderili etnik temizliği (Ethnic Cleansing)’dir. Hemen hiç beklemeksizin 1823 yılında Amerikan Yüksek Mahkemesi, federal hükümetin yerlilere karşı toprak politikasının temeli haline gelen ünlü içtihadı bu etnik temizliğin çıkış noktasını oluşturmuştur. Avrupa’nın 300 yıllık sömürge doktrini yani “keşif doktrini (discovery doctrine)“keşfettiğin toprak senindir” meydan okuması maalesef Kızılderililerin de Amerikan kıtasında sonunu hazırlamıştır. Etnik temizlik kısaca, yerleşik, otantik halkların sadece mensubiyetten dolayı kurban edilmesi ya da etnik toplulukların kökünden ortadan kaldırılması eylemidir. Malum, ABD’nin kurulmasından sonra, federal hükümetle Kızılderili kabileleri arasında 100 yıldan fazla süren savaşlar yaşanmıştır. Ama hem de Kongre tarafından, bir yasama organı tarafından 1830 yılında çıkarılan “Kızılderili Tehcir Yasası” (Indian Removal Act)tam bir proto-soykırım yasasıdır. Proto-Soykırım diyorum çünkü Kızılderili varlığını ortadan kaldırma amacıyla her türlü şiddeti içeren suçlara karşılık çok özel bir terim olduğu için bu terimi kullanıyorum. Zorla yurtlarından edilen Kızılderililer, insanın yaşayamayacağı dağ silsilelerine, Nevada Çölü gibi kurak yerlere zorla göçürülmüşlerdir. Kongre tarafından çıkarılan bu yasa, şimdi İsrail’in yaptığı gibi Avrupalı göçmenlere ve yerleşimcilere yer açmak bahanesiyle –bu yüzden ABD İsrail’i koşulsuz destekliyor, adeta tarihsel süreç içerisindeki kanlı deneyimlerini aktarıyor, unutmayalım, günümüzün Filistinlileri 200 öncesinin Kızılderilileridir.-, Mississippi nehrinin doğusunu Kızılderililerden arındırmayı amaçlamıştır. Günümüzde, Kızılderili nüfusunun neredeyse yüzde 90’ı Mississippi Nehri’nin batısında yaşamaktadır. Bunun en önemli sebebi, Atlantik sahili eyaletlerindeki yaklaşık 100 bin Kızılderilinin zor kullanılarak ülkenin orta kesimlerine sürülmesidir. Bu Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Tüzüğünün insanlığa karşı işlenen suçlarla ilgili yedinci maddesinde zikredilen tam bir “tehcir” (deportation)’dır. Onun için oldum olası bu sözcüğü kullanmam. Çünkü ülkemizde Ermeni konusunda genelde yabancı yayınlara uzak biçimde millî ayin yapılmasına yönelik sözde bilimsel yayın yaptıklarını sananlar “Ermeni Tehciri” lafını dillerine pelesenk etmişlerdir. Büyük yanlıştır. Ne demektir bu, sizler açıkça “biz Ermenilere karşı insanlığa karşı suç işledik “diye haykırılmasıdır. Benim Birinci Dünya Savaşı içerisinde 1915 Olaylarına bakışım da, her zaman bir “ihtilaf”şeklinde olmuştur. Hatta bunu formülize de ederim. Bu konu bir “Türk-iye ve Ermeni-stan İhtilafı”dır. Daha doğru bir ifadeyle toplumsal alanda binlerce yıl beraber yaşamış, ancak yayılmacı güçler tarafından karşı karşıya getirilmiş kardeşliğe mahkûm Türk-Ermeni toplumları arasında bir toplumsal uyuşmazlık, her iki devlet arasında da çözüme ulaşamamış bir anlaşmazlık bir aykırılık bulunan bir ihtilaf’tır. Yani şunu demek istiyorum, her iki taraf da karşı karşıya ya da bir masa etrafında toplanamadıklarından, kendi tezlerine inandırıldıkları için bir uzlaşmazlık içerisinde konuyu bir sorunsal alana taşımışlardır. Birileri de bundan sebeplenmektedir. Adeta “tehcir ekonomisi”dir.
Bütün bunları neden söylüyorum sevgili okurlar, ABD Temsilciler Meclisi’nde, 29 Ekim 2019 tarihinde 11’e karşı 405 oyla kabul edilen “Ermeni soykırımı”karar tasarısı, için söylüyorum. Senato’da da üçte iki çoğunlukla kabul edilirse karar tasarısı Trump’ın önüne gitmeden yasalaşacağı bilgisini de aktaralım. Peki bu yasa bizi etkiler mi? Türkiye’yi bağlayıcı nitelikte sadece ve sadece “Lahey Adalet Divanı” ilgilendirir. Bu karar tasarısı tavsiye niteliğinde olmasına karşın iki ülke ilişkilerindeki simgesel kırılma noktalarından birini oluşturmasından başka hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Ama benim düşünceme göre, bu konuyu bize dayatanlar, önce bundan tam 189 yıl önce Kongre tarafından kabul edilen insanlığa karşı suçun bütün veçhelerini içeren tarihte bilinen ilk resmi etnik temizlik vakası olarak 1830 yılında Kongre tarafından onaylanan “Kızılderili Tehcir Yasası”nı düşünsünler. Derinlemesine düşünsünler, bir devletin yürütmesi değil doğrudan yasaması tarafından kabul edilen “Kızılderili Tehcir Yasası”ile Kızılderililerin kademeli tahliyesi ve ardından yok edilmesiyle Siyah Amerikalıların maruz kaldıkları uzun süreli toplumsal baskı ve ayrımcılıkla birlikte köleliğin devam etmesini içlerine sindirsinler, sevgili okurlar.