İhtiyar dervişin hediye ettiği buğday taneleri sakin sakin yağan, diz boyuna ulaşan karın suyuna doyduğu kuru, iyice üşümüş toprağın kabarıp açtığı kucağına şefkat ve sevgi dolu ana kollarının sarması gibi kavuştuktan sonra yeni hayatlarına kutlu sırlarla dolu selamlarını verdiler.
Hele bir de bereketli Nisan yağmurlarını içince yaşama sevinciyle coşarak derin mavi gökyüzüne yeşilden baş verip Ağustos ile birlikte başağa durduklarında, yüce dağların dik yamaçlarından eşi benzeri olmayan kar tanelerine kanat takıp uçuran, ulu çamların, bodur meşelerin, hürriyete aşık servilerin, nazlı göknarların, gürgen, çınar, hoş kokulu ıhlamur ve huşların, kestane, ladin, akçaağaç, semaya uzanan çam, kayın, sedir ve kızılağaçların dallarında onlarla muhteşem danteller ören şebneme sevdalı deli rüzgârın önüne kattığı arza âşık yağmur damlaları yavaş yavaş sevgiliyle buluşurken, başaklardan biri çatlayıp sadece bir buğday tanesi tekrar toprağı murat edince, bu aceleciliğe çok kızan o esrük rüzgâr birden fırtınaya dönüşüp taneciği kaparak yükselip bulutların üstüne çıktığı sırada, işte tam da o anda, saniyenin sonsuzda birinde birden parlayıp sönen mavi ışıkla birlikte şimşek hızıyla beliren sonsuz küçüklükteki ışın taneciği tohuma hemen arkadaş oldu da fırtına böylesi güzelliğin karşısında şaşırıp hayretle sordu:
“-Ey parlak şey, kimsin sen? Neyin nesi, kimin kimsesisin? Ötelerden gelen haberci misin? Peri Padişahının kızının yeni sözcüsü müsün? Gök kapılarının gözcüsü müsün? Yoksa Yüce Rabbimin mucizesi misin?”
“-Elbette Yüce Yaratanımın mucizesiyim, dedi ışın tanesi. Ben bir sır küpüyüm. Esrarın şahı, bilinmezlerin gözesiyim. Mühürlerin en gizlisiyim.”
Meraklandı çılgın fırtına:
“-Lûtfet, küçücük bir sırrını fısılda bana dedi. Kim bilir, ben de o sırrın sırrına erer de dinginleşir, durulurum.”
Işın taneciği buğday tanesinin etrafında hızla daire çizip döndü:
“- Olmaz, diye cevap verdi. Olmaz ki ne olmaz. Sır, sır bahçesinde kalmalı ki esrarlı çiçekler açsın, bilinmezleri güzelliği ile gizlesin. Öyle her talibe sır verilseydi giz diye bir şey kalmaz, esrar ortalıklara saçılırdı behey deli rüzgâr! Söylenecek ne çok şey var, ama ben sustum gayrı…”
Sızlanıp soluğunu bütün gücüyle üfürmeye başlayınca çılgın fırtına, yağmur damlaları uca dağların şahikasında yeşile dönmek için bir damla su bekleyen oya yapraklı yaban gülünden çöllerde yapayalnız yaşayıp sıcacık kumlara saklanan sarı engereğe, yeşil ovalarda çiçek çiçek gezip yavrularına usare taşıyan arı kuşuna, ummanlarda dolanıp evladına dünyayı anlatan ispermeçete kadar, hepsini ama hepsini şırıltılı ilahilerle yıkadılar.
Çılgın fırtına tekrar yalvardı:
“-Ey küçük pırıltı, haydi, ne olur, bana bir sır fısılda.”
Buğday tanesinin etrafında yine döndü ışın tanesi:
“-Olmaz, dedi. Olamaz! Sana bir sır değil, bir sırrın sonsuzda birini versem kâinatlar duyar. Şu halini bir düşün a şaşkın fırtına. Coşup taşan, yüce dağlardan aşan, dünyayı dolaşan bir sesin var. O ses ne yapar? Harf harf, hece hece, gündüz gece, cümle cümle o sırrı anlatır da evrenler duyar. Sır sır olmaktan çıkıp kimisine kader olur da hüznü çağırır, acıyı ünler, âlemde her zerre bu kaderi dinler de kader kader olmaktan çıkar, imtihan imtihan değildir, soru kâğıdında cevaplar yazılıdır artık. Haydi! Yalvarmayı bırak. Gideceğim yerden beni alıkoyma.”
Çılgın fırtına kasırgaya dönüşüp ışın taneciğini dev dalgalarıyla gökyüzüne sevdasını ünleyen ummanlara, ateşin bir aşk ile yanıp duran arzın en dibine, semada bir gümüş tepsi misâli zarif, bir ayna gibi parlayıp, bulutların arasından latifeci maşuk gibi bir görünüp bir kaybolan mehtaba savurmak istedi. Esti, gürledi, önüne kattığı her şeyi yerden yere vurdu. Lâkin gördü ki ışın taneciği buğday tanesinin yanında öylece duruyordu.
Kasırga şaşkın bir hiddetle yeri göğü titreten gürültüyle kelimeleri peşpeşe dizecekti ki yine saniyenin sonsuzda birinde mavi ışık kapladı her yeri ve hemen de söndü. Yine bir ışın taneciği daha ansızın beliriverdi.
Önce büyük bir sessizlik oldu. Ardından kasırga kendinden hiç de beklenilmeyen bir sakinlikle, hayretler içinde söylendi:
“-Ah! Şimdi de ikincisi! Sende mi sır küpüsün?”
Neşeli bebekler gibi kahkaha attı ikincisi ve dedi ki:
“-Hayır! Tam tersi. Ben sırları fâş edenim. “
“-Ya, diye merakla sordu kasırga. Şu nokta bile olmayan halinle hangi sırları ortalığa saçacaksın? Hem senin açıklamaya cüret edeceğin sır ne ola ki?”
“-Bak sen! Bu ne mağrurluk! Demek bende saklı olan sırları küçümsüyorsun öyle mi? Pekâlâ, bunu sen istedin, dedi ikincisi. Sonucuna da sen katlanacaksın. Merakınla baş başa kal. Sana hiçbir sırrı açıklamayacağım.”
O an ne büyük bir hata ettiğini anladı kasırga. Dönüşü olmayan bir yola girdiğini hissedip düşündü. Acaba iğnenin ucundan çok daha küçük ikinci ışık tanesini korkutsa mıydı? Soluğunu bütün gücüyle ikincinin üstüne saldı. Bulutlar birbirine karıştı semada. Ovalarda, ormanlarda ağaçlar köklerinden sökülecek oldular. Çöllerde kum fırtınası yeri göğü kapladı. Ummanlarda dev dalgalar oluştu da iki ışın tanesi ile buğday tanesi yerlerinden hiç kıpırdamadı.
Bu hali seyreden ikinci ışın tanesinin neşesi kayboldu, hüzünlendi:
“-Behey esrük kasırga, dur, dedi, dur! Senin bize gücün yetmez. Senin ve bizim kaderimizde yollarımız kesişiyorsa bu Yüce Allah’ın takdiridir. Aynı yoldayız diye sakın bize hükmedeceğini sanma. Ne sultanlar gördük biz, ne yeri, göğü titrettiğini sanan hükümdarlar. Sen sana verilen görevi yerine getir. Vaktimizi harcama. Haydi, yolu açık ola.”
Kasırganın soluğu birden kesildi. Anladı ki bu evrende, bu zamanda ve bu mekânda bilmediği daha neler neler var ve kendisine verilen sırlardan başka sonsuz sayıda sır da var.
Bu hâle şaşırdı kasırga, çok şaşırdı. Oysa kendisi bir zamanlar bütün arzı ve onun üstüne serili mavi semayı sayısız kere dolaşıp Sultan Süleyman’ın kutlu sırlarını taşımıştı. “Demek ki,” dedi kendi kendine, “demek ki ben boşuna güçlü olduğumu sanmışım. Şu iki küçücük pırıltı bile benden çok şey biliyordur. Ama ben bilmek istiyorum. Ben sonsuz bilgi hazinesinin hangi kenarındayım acaba?”
Hemen sordu:
“-Ey kendi küçük, bilgisi evrenler kadar büyük ışın tanesi. Dur hele. Hemen gitme. Önünde diz çöktüm, nefesim kesildi, bak! Bilgeliğine hayranım, bilgine de talibim. Yük taşıyıcım, kulun, kurbanın olayım. Bana öğret bildiklerinden istediğin kadarını. Kovma yanından beni. Ardından aşkla gelirim, yeter ki beni kabul et.”
Ve…
Böylece yolculuk başladı.
Kasırga ne kadar zaman esti de fırtınaya döndü, fırtına ne oldu da deli rüzgâra geçebildi, deli rüzgâr nasıl sessiz, hoş kokular taşıyan, binbir çiçekten haberler getiren saba yelinin tahtına kondu, hiç belli olmadı, sır kaldı.
Ve… Yemyeşil bir ormanın kenarında, bir kayanın dibinde seyahat bitiverdi!
Çılgın kasırga bir de baktı ki sakin sakin ilâhiler fısıldayan, hafif mi hafif saba yeli olmuş da haberi yok…
Hayretle bağırmak istedi. Ama sesi küçücük bir fısıltı oluverdi:
“-Ey ışın taneleri! Bu ne hal? Kaç yıl geçti de ben bu sakinliğe kavuştum? Yoksa yüz yıllar mı uçup gitti? Ya da… Ya da bir an mıydı olup biten?”
Neşeli, küçük bir kahkaha attı sırları açığa vuran:
“-Sus, aklı kıt yelcik! Seyret olacakları ve dinle. Sakın sesini çıkarma. Sadece ve sadece seyret!”
Saba yeli kendi etrafında döndü, döndü, içine çöküp küçük bir nokta oldu. Havada öylece kalıverdi. Olanları hayret kara deliklerine kapılarak seyretmeye başladı:
Önce nerede, ne zaman başladığı bilinmeyen, gönül tellerini titreten bir ilahi duyuldu hafiften ve sırları saklayan ışın tanesi büyüdü, büyüdü, yeri göğü kapladı. İçinde kıvrım kıvrım dolanan bir yılan vardı. Saniyenin sonsuzda birinde gözleri kamaştıran masmavi ışık her yanı birden sardı, şimşek gibi çakıp söndü. İçindeki o yılanı yere atıverdi. Eskisinden daha da küçük, sönük bir mavi nokta oldu, saba yelinin yanında havada asılı kaldı.
Ardından o muhteşem ilâhi devam ederken sırları faş eyleyen neşeli ışın da büyüdü, semaya sığmaz oldu, arzı kapladı. Onun içinde de bir insan vardı. Bir anda gözün görebildiği her yer mavi ışık kesti ve hemen sönüverdi. İnsanı yılanın yanında yere bırakıp artık parlamayan bir noktacık haline dönüşerek sırları saklayan ışının yanında yer alırken yele dedi ki:
“- Dinle bak, neler neler anlatılacak. Seyret hele, neler neler olacak!”
Saba yeli sustu…
Ve… Seyirlik yılanın şaşkın fısıltısıyla başladı:
“-Ah! Yine neredeyim ben?”
Ardından uca dağlarda yankılanan bir çığlık duyuldu. Bağıran yerden kalkmaya çalışan insandı:
“-Aman Allah’ım! Nerelere geldim ben?”
Ama ayağa kalkamadı. Bağdaş kurup oturdu. Bir müddet etrafa hayretle bakındı. Ardından şüpheyle mırıldandı:
“-Ben buraları tanıyor gibiyim. Ama hatırlayamıyorum.”
Gözlerini yumdu bir zaman. Sonra birden açıldı göz kapakları. Şaşkınlıkla, kekeleyerek konuştu:
“- Ama… Ama ben… Ben kendi yurdumdayım. Burası benim yaşadığım yer.”
Tam da o anda yılan da kafasını kaldırıp tısladı:
“-Ey Ya Rabbim! Ben… Ben kendi dağlarımı görüyorum!”
İkisi de birbirinin sesini duyup yerlerinden sıçradılar ve göz göze geldiler. İnsan şaşkınlık kuyularının en dibine düştü. Heyecandan sesi kısıldı da ancak fısıldadı:
“-Sen?”
Yılan zaten fısıldıyordu:
“-Sen!”
Sonra ikisi birden fısıldadılar:
“-Biz başa mı döndük?”
Etrafa dikkatle baktılar. Gördüler ve anladılar ki ilk karşılaştıkları yerdeydiler. Şaşkınlık nefes aldıkları hava gibi sardı onları. Bir zaman öylece kalıp hiçbir şey düşünemediler.
Derken birden insan bedenindeki yılanın içinde fırtınalar koptu. Yaşadıkları bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiverdi. Neredeyse dehşete kapılarak yine ünledi, çığlığını kendi de dinledi:
“-Hayır! Başa dönemem ben! Bu kadar serüveni yaşadıktan sonra asla başa dönemem ben!”
Yılanın vücudundaki insan da acıyla konuştu:
“- Olamaz! Başa dönmüş olamayız. İstemem! Bu kadar yaşanmışlıktan sonra neyime gerek başa dönmek?”
Ardından sustu ikisi de. Yere bakıp yaşadıklarını düşündüler. İkisinin de içini derin bir hasret kapladı. Sanki hasretleri yüce dağlar oldu, onlar tırmandılar, tırmandılar… Ama dağlar bitemedi. Hasretleri sonsuz ummanlar oldu, yüzdüler de yüzdüler… Ama sahile çıkmaya güçleri yetemedi. Sonsuz ovalar oldu hasretleri, ikisi de ufka doğru koştular. Ama ufuk da yitemedi. Hasret hasreti kovaladı da bu çileli yolculuk bitemedi!
Nihayetinde özlem bağrını yakınca yılan ağlamak istedi, içinde bulunduğu insan bedeninin gözlerinden ilkbahar pınarları gibi yaşlar süzülmeye başladı.
Yavaşça başını kaldırıp kendi vücudunda misafir olan insanın yılan gözlerine baktı. Hayretle gördü ki onun gözlerinden de yaşlar akıyordu. Farkında olmadan kendi kendine konuştu:
“-Ben ağlamayı bilmezdim ki! Ama ağlatan sebebe bak sen! Hasret yangınlarındayım, bu yangını söndürmeye gözyaşı ummanları yetmez.””
İşte tam da o anda tuhaf bir parlama oldu. Her yanı masmavi bir ışık sardı. Sanki etraflarında sonsuz sayıda ve toz tanesi büyüklüğünde ışıktan noktalar vardı da onlardan su kaynağından akar gibi milyonlarca ışıltılı, yeni yeni mavi noktalar çıkıyor, içlerinden durmadan yenileri geliyordu. Adından toplandı bütün mavi noktalar bir küre oluşturdular.
Sonra mavi kürenin içinde yavaş yavaş, parlak, zarif bir hayal gibi saydam bir şekil oluşmaya başladı. Önceleri bir kaybolup bir görünüyordu. Bir yüzdü bu ve genç mi yaşlı mı belli değildi. Sadece durmadan renk değiştiren gözleri iri, güzel ve hüzünlüydü.
O ışıltılı yüz her ikisini de bir solukta mavi kürenin içine aldı. Muhteşem bir ışın deryasında yüzmeye başladılar.
Ve…. Birden ikisi de yaşadıkları olağanüstü serüvenin başını tekrar tekrar hatırladılar. Yılan fısıldadı şaşkınlıkla:
“-İşte o melek! Yine bizimle beraber.”
İnsan:
“-Evet, dedi. Evet, ama niye? Niye şimdi?”
Ardından ışıltılı yüz de onlara ünledi. Sesi şırıl şırıl akan pınarlar gibiydi:
“- Ey Âdemoğlu! Yılanın bedeninde kaldın uzun zaman. Onun dünyasında neler olup bittiğini gördün. Onun hayatındaki zorlukları gördün, yaşadın ve anladın.”
Mavi küre dalgalandı bir an. Sustu ışıltılı yüz. Ama susunca sanki bütün evrenler sustu. Bilindik, bilinmedik her tarafı ve her şeyi büyük bir sessizlik kapladı da insanoğlu ve yılan büyük bir şaşkınlıkla sessizliğin sesini dinlemeye gayret ettiler. Seslerini hiç çıkarmadılar.
Ne zaman sonra ışıltılı ses tekrar konuşunca sanki kâinat ilahi bir ezgiyi dinler oldu:
“-Ve… Sen ey yılancık! İnsanoğlunun eğri ve doğru yollarında, güzel ve çirkin hallerinde, engin merhamet veya acımasızlık kuyularında ak ve karayı, iyi ve kötünün kötüsünü seyrettin, gördün, anladın. Ama artık zaman doldu.”
Yine dalgalandı mavi ışınlar saçan küre. Işıltılı yüz kaybolur gibi oldu. Yine susacak diye her ikisi de çok heyecanlandı. Ama susmadı ışıltılı yüz. Sesi inip çıkarak devam etti:
“-Evet, insanoğlu ve yılancık. Artık bedenlerinize dönme vakti geldi. Ama bu kadar yaşanmışlıklardan sonra, her anı bir seyirlik serüven olan o zamanlardan sonra eskisi gibi yaşayamazsınız. Bu sebeple beden değiştirirken her şeyi unutacaksınız.”
Bu sözler karşısında önce dondu kaldı ikisi de. Sonra gözyaşları içinde isyan ettiler. İnsan ağlayarak dedi ki:
“- Ben benden geçtim Tek Sevgili için. Aşkımdan asla vaz geçmem. Yaşadıklarım benim hazinem!”
Yılan insan gözlerinden billur damlası yaşlar akarken inledi:
“-Yılanlık çok gerilerde kaldı, insan olmak da benim neyime. O Tek Sevgilinin yoluna can feda. Ben cananımı buldum. Can bana ne gerek!”
Işıltılı yüz ilk defa gülümsedi:
“- Ey insan, diye konuştu. Can tatlıdır, dünya da. Candan geçmek hiç kolay değil, Dünya nimetlerinden de. Söyle bana sevdiklerini, evdeşini ve yavrularını unuttun mu sen?”
Yılan vücudundaki insan başını kara toprağa k oydu, fısıldadı:
“-Sevdiklerimi unutmadım ben. Hele iki yavrumu hiç! Ama ben onları O Tek Sevgiliye emanet ettim. Yaratan o. Asıl sahibi de o. Benim de sahibim o. Ben nasıl haddimi aşarak sahiplenirim ki. Vekilim O’dur. Artık bende “ben” yok. Yok olanın bu dünya denen kara toprakta, bu ömür denen geçici zamanda neyi olur ki O Tek Sevgiliden başka?”
Pınarlar gibi şırıldadı ışıltılı yüz:
“- Ey yılancık! Ya sen? Şu arzda az dolaşmadın! De hele insan bedeninden bıkmadın mı? Hür bir şekilde dağlarda, ovalarda yaşamak istemez misin?”
Çığlık attı insan bedenindeki yılan:
“-Ey Melek! Elmas madeni bulan kuyumcuya kara taşı öven gibisin! Ben O Sevgilinin aşk deryasındaydım. Artık neyime lazım benim bu imtihan dünyasının ovaları, dağları. Ben beni hayat denen eski defterin sararmış sayfalarında bıraktım. Kumaşı ipekten insanlar, sır kapılarından geçmiş insan-ı kâmiller ve evrenleri bir köşeye bırakıp O’nun yoluna kendini feda edenleri gördüm. Dünyanın derdi tasası ve hazineleri, dağı taşı, özün özü, bu kara arz benden uzak olsun.”
Bir an durdu ışıltılı yüz. Gözlerini kapattı. Düşünür gibiydi. Bir zaman öyle kaldı. Sonra bakışları yılan bedenindeki insana döndü.
“-Bak dedi sağ tarafına. Sonra pişman olma. İyi düşün.”
Sağ tarafta bir ışıltılı daire oluştu. Ayna gibiydi. İçinde biri kız, diğer erkek olan iki güzel çocuk ve hoş bir anne vardı. Birbirlerine sarılmışlardı. Ne güzel bakışıyorlardı.
Baktı onlara ve dedi ki:
“-Benim güzeller güzeli yavrularım, inci tanesi evdeşim. Ama artık sizleri bu dünya menzilinde, Allah’ıma emanet ediyorum, O Tek Sevgiliye. Yolcu yolunda gerek…”
Melek bu defa yılana döndü:
“- Ey yılancık, sen de sağına bak. İyi düşün, sonra cevabını söyle.”
Anında oluşan ışıltılı daire berraklaşınca muhteşem bir mera gördü insan vücudundaki yılan. Yemyeşil çayırın ortasından akan billur gibi bir dere vardı. Rengârenk kuşlar kanat çırparak yıkanıyorlar, ceylanlar su içiyordu. Bütün ağaçlar çiçekli donlarını giymişti. Gök masmaviydi ve birkaç yaramaz bulut derin maviliklere göz kırpıyordu.
Ve… Bir alaca engerek yeşil çayır yılanının peşinde koşuyordu.
Şöyle bir baktı insan gözleriyle yılan ve hemen başını geri çevirdi. Kanlılar gibi yalvardı sonra:
“- Bana bu zulmü yapma ey Melek! Bana bu yalancı cenneti gösterme boşuna. Ben aşkımdan sarhoşken, O biricik Sevgilinin yoluna kendimi sermişken ne yapacağım bu geçici güzelliği. Biliyorum ki kış gelecek. Bu güzellik sona ererken başka bir güzellik başlayacak. Sonra bahar gelecek. Mevsimler durmadan değişecek. Biri biterken öteki süsleyecek kara toprağı. Ama hepsi hep geçici. Oysa ben bu bedende neler neler yaşadım. Hakikati buldum, İlahi aşk ile hemhâl oldum artık. Geri dönemem gayrı.”
Melek de dedi ki:
“- Ama… Ama bedenlerinize dönmeden artık nefes alamazsınız.”
“-Nefes almak mı? Aşkı unuttuktan sonra ben neyleyim nefesi, artık olmayacak sesi, diye inledi yılan.
“- İstemem, eksik olsun. Bu dünyada göreceğimi gördüm. Benlik davam yok artık, diye sızlandı insan. Beni unuttum. Nefsi kovaladım. Tekrar yanıma gelmesin. O nefis Sevgiliye giden yollarda “beni” uçurumlara çeker de çeker, dibi sonsuzdur. Oysa ben yolumda tek bir çakıl taşının bulunmasından bile çok korkarım.”
Susup düşündü bir an. Sonra ümitle konuştu:
“-Ey melek, bizim için yalvar O tek Sevgiliye. Biz bu yalancı dünyada göreceğimizi gördük. Ona giden yol artık bizim tek kurtuluşumuz, o tek yol gerçek aşk yolumuzdur. Hasret ummanından çıkalım, ümit sahillerine varıp buluşma yoluna revan olalım da O Tek Sevgiliye kavuşmayı ümit edelim. Bizi kabul etmesi için yalvarıp yakaralım. Onun aşkından yandık ki ne yandık…”
Işıltılı yüzlü melek o masmavi ışık selinde kayboldu birden.
Yılan ve insan beklediler. Aradan ne kadar zaman geçti, bilemediler. Bir an mı yoksa asırlar mı, fark edemediler.
Ansızın yine ortaya çıktı melek. Sırlarla dolu gülümsemeyle konuştu:
“-Dileğiniz kabul edildi. Bir dilek hakkı daha verildi. Nedir son arzunuz?
Yılan insan bedeninde gülümsedi:
“-Biz, iki düşmandık. Şimdi candan dost olduk.”
Sözün devamını insan getirdi:
“-Bundan sonra birlikte olalım. Yol arkadaşım can dostum olsun.”
Melek bir an kayboldu. Tekrar göründüğünde son arzularının da kabul edildiğini fısıldadı.
Tam da o sırada yılan insan bedeninin yavaş yavaş gücünü kaybettiğini anladı. Yavaşça toprağa uzandı. İnsana dedi ki:
“-Aziz dostum, gel yanıma. Sarıl bana.”
İnsan yılan vücuduyla kıvrıla kıvrıla geldi, bir zamanlar kendinin olan bedene şefkatle sarıldı, tam kalbinin üstüne usulca başını koydu. Kendi kalbinin atışını duydu. Çok güzel bir ilahiyi dinler gibi huşu içinde dinlemeye başladı.
Ardından bir el uzandı, yılan başını yavaşça okşadı, orada durdu. Bir zamanlar kendinin olan eldi o el.
Tam o sırada yukarılardaki dört seyirci, buğday tanesi, saba yeli, iki ışın tanesi olanı, biteni gördüler, dinlediler ve anladılar.
Saba yeli o kadar üzüldü ki ağlamamak için kendini çok zorladı. Ama bir tek gözyaşı yağmur damlası halinde kaçıverdi, hemen altında duran buğday tanesinin üstüne düştü.
Bu yükü kaldıramadı küçücük tane. Döne döne aşağıya, tam da insan bedeninin başucundan on adım öteye indi. Kara toprağa karışıp yağmur damlasından kana kana içti.
Ve…. Mavi göğe çıkmaya hazırlanan bir filiz olmaya karar verirken her yanı masmavi bir ışık kesti. Saniyenin sonsuzda birinde parladı, söndü.
Saba yeli aşağı baktı olanı anlayamadı. Yanındaki iki mavi ışına sordu:
“-Nereye gittiler, ne oldu?”
Hüzünlü ışın tanesinin fısıltısı dağlarda yankı budu:
“-Sırra kadem bastılar!”
Ertesi gün, şafak vakti, tan yeri ağarmaya başlayıp rengârenk bulutlar ufku sararken, zirveleri karlı, ulu dağların arasındaki bol çiçekli, yemyeşil vadide beyaz kuzuları güden, bembeyaz kepenek giymiş olan güngörmüş, yaşlı çoban ak tüylü köpeğinin acı acı havlamasıyla yanına gitti.
Gördüklerine çok şaşırıp hayıfla kendi kendine söylendi:
“-Allah Allah! Yazık! Ne zaman ölmüşler? Canlı gibiler. Rabbim rahmet eylesin, yabancı biri. Buralarda hiç görmedim. Yılan soktu da öldü desem, bu adam yılancığı seviyor gibi. Yılan da ona aziz bir dosta sarılır gibi sarılmış. Hikmetinden sual olmaz hey Yüce Rabbim. Köye haber vereyim de kurda kuşa yem olmadan cenaze namazını kılalım.”
Ve….
Yıllar, yıllar ve yıllar sonra o buğday tanesi bütün ovaya yayılan buğdayların atası oldu da saba yeline bildiği bütün sırları anlattı. Ama saba yeli hep suskun kalıp sadece esti…
Fısıltısını duyuyor musunuz?
Suzan ÇATALOLUK
Nilüfer-Bursa
Bitiş: 24.06.2021
Saat: 01.042