Sahi nedir bu mücadele? Neyin özlemi ki bu? Nedir bu sözcüklerin cümle haline gelmesine sebep? Veyahut kimdir muhattabı? Sahi nedir bu telaş, nedendir bu yorgunluk ey can?
Alemlerin Rabbi’nin Tekvîn sıfatıyla açınca gözlerini dünyaya, onu dünyaya getiren cana muhtaç başlar insanın hayat yolculuğu. Evet, bir yoldayız. Dünyadaki en savunmasız varlık olarak başladığımız hayat yolcuğumuz, devam edecek Yaradan’ın bize layık gördüğü son vakte kadar. Ama unutulan bir şey var belki de. Her son yeni bir hayata perde açar hem de sonuna kadar. Sen yeter ki onu aralamasını bil.
Yaşayarak öğrenmektir mücadele. Hayatı iniş ve çıkışlarıyla kabul ederek yoluna devam edebilme gücü yani hayatın kendisidir. Tecrubelere gebedir aslında bazen hüzünlü bazen sevinçli ve bazen de özlemi yüreğinden taşarcasına. Dedim ya hayatın tam da kendisidir. Var olmaktır. Yaşamaktır. Mücadele deyince akla hep zorluk gelse de aslında o, bazen bir annenin bebeğini kucağına almak için yıllarca verdiği çaba kadar güçlü, bir abinin üşümesin diye kardeşine ceketini vermesi kadar güven verici, bir babanın evladının bir baba deyişini duyabilmek için yüreğinden geçirdikleri kadar umut dolu bazen ise bir köpeğin kedi yavrularına annelik yapması kadar hassastır.
Mücadele yani var olmak, gözden dökülen iki damla yaşın ardından gelenlerdir bazen de. Belki mutluluğun belki de yüreğinde hiç geçmeyeceğini sandığın acının akıttığı yaştır bu. Bazen ise insanoğlunun kalbine nakış nakış işlenen Allah aşkının yansımasıdır. Aslında, en gerçek, en huzurlu ve en vazgeçilmez olanı. Yolumuzdaki karanlıkları aydınlığa çıkarmak için verdiğimiz mücadelenin en berrak olanıdır bu aşk. Neden mi? Çünkü insanoğlunu da onun yaşam mücadelesini de var eden yüce Allah, hiç kimseye kaldıramayacağı yükü nasip etmez. Bu sözün verdiği güç, bütün insanlığa hediyedir aslında. Bu nedenledir ki mücadele etmek, hayatta dayanılması en güç olduğu anlarda bile asla yalnız olmadığını bilmek ve O’nun varlığına sığınarak kaldığın yerden devam edebilmektir yoluna.
İnsanoğlu, bazen tek başına bazen de her daim yanında var olduğunu bildikleriyle, kendine çizdiği yolda ilerlerken günler geçer, mevsimler döner. Sen gazeller içinde yürürken, kırkikindilerin cama vuruşuyla heyecanlanır ve yağmur damlalarını yüzünde hissedersin gözlerini kısarak. Ve sonra ayva çiçek açar, papatyalar sana gülümser, sen de hayata. Hayat akıp gider böyle ve biz bazen bunu hissederken bazen de kaçırırız hayatı omuzumuzda sanki ağır bir yükle. Hâlbuki, yaşadığımız bir dakikanın bile telafisi olmayabilirken nedir bu yorgunluk nedendir bu telaş demekten alıkoyamazsın kendini. Bazen mevsimler gelir geçer ama sen bir “merhaba” bile diyemezsin hem yağan kara hem de insanoğluna. Yoğunsun, yorgunsun belki de hayata kırgınsın. Ve sonra bir an gelir işte. Öyle bir özlem duyarsın ki tarif edilemez bir şeye. Neye mi? Tabii ki mücadeleye yani yaşamaya, hayatta var olmaya. Artık çabanın, sabrın ya hükmü bir hiçtir benliğinde ya da yoktur takati yüreğinin bir adım daha atmaya. Sana gülümseyen papatyaların da kalp atışları azalır belki de sen bir adım daha atamayınca. Pes etmeden yola devam diye insanoğlunun beyninde yer edinmiş bu cümleyi, aklı ve yüreği kabullenmez olur insanın. Yüreğini filizlendiren hayallerinin ve sonra da hedeflerinin bir adım ötesindeki resmini çizemez. Bir mayıs günü ikindi vakti içine çektiği havanın huzuru aklına bile gelmez belki de insanın. Hak vereceksiniz ki bazı duyguları da empati kurarak anlayabilmek imkansızdır. İnsanoğlu sadece aynı yollardan geçmeye çalışırken hissedebilir ve anlayabilir bazı şeyleri. Bir insanın yaşayabileceği en büyük psikolojik savaştır belki de adı. Mücadele, savaş ne kadar da olumsuz kelimeler kurduk diye düşünür sonra insan. Ama hiç de kolay olmamalı ki bu fani dünyada hasretle mücadeleye gözlerini yummak… Sözcükleri cümle haline getirmek kolaydır da insanoğlunun hayatta ona nasip edilen maddi ve manevi yükünü omuzlanması ve onu sevmesi hiç de kolay olamamalı. Evet, “ Sevmek mi? ” diye sormayın çünkü hayattaki mücadelemizi yaşatmanın ilk şartıdır onu ve onu var edeni sevmek.
Şükrederek gözlerimizi açtığımız bir günde, dışarda hayat akıp giderken cep telefonunuza değil de etrafınıza bir bakın. Yolda annesinin elini tutarak yürümeye çalışırken bir bebeğin minik adımlarında, arkadaşlarıyla sohbet ederken bu yaşta hayatın yorgunluğu ve hüznü yüzüne çökmüş bir gencin alın çizgilerinde, bir yandan evladının elinden tutarak sahil kenarında yürümeye çalışan, bir yandan da hayırlı evladım var diye şükreden bir yaşlının bakışlarında hissedebilirsiniz mücadeleyi, hayatın ince anlamını. Hayatı boyunca kul hakkına girmeden yaşamını sürdürmeyi arzulayan bir insanın vermiş olduğu çabayı ve sabrı ise tahmin edebilirsiniz bence. Bunları kaleme aktarırken güzel bir havada, önümüzde upuzun bir yol ve ben cam kenarından gökyüzünü seyrederken radyoda ilk defa dinliyor olduğum Gazapizm‘in “Senin yandığından daha fazla yanan insanları duymuyorsan nasıl olacağız arkadaş.” sözleri de yazımın bir parçası olacağını hissettirmişti. Ve bana, küçükten büyüğe her yaştaki insanın kendine has yaşam mücadelesinin elinden tuttuğunu, bütün insanların farklı farklı engebede dağları aşmaya çalışarak hayata devam ettiğini ve bu durumda bizim insanoğlu olarak her zaman yüreğimizi yoklayarak, anlayışı ve saygıyı bilerek yaşamamızın önemini hatırlattı.
Hayatı (mücadeleyi), terminallerde valizini otobüse emanet ederken onunla beraber nice hasreti veya umudu da beraberinde götüren insanların nefes alış verişlerinde görebilen insan azdır belki de. Geçenlerde düşündüm de. Neyi mi? Hayallerini, hedeflerini bir kenara bırakarak zamanının çoğunu kemoterapi odasında geçirmek zorunda kalan, yolda yürürken maske takmak zorunda olduğu için belki de dışardan alçak ve düşüncesiz bakışlar altında ezilen bir kişiyi. Bakın son altı aydır bütün dünya bu maskeyi hayatının vazgeçilmezi yapmak zorunda kaldı. Artık hasta olduğu için maske takmak zorunda kalan insanlar ile hiç kimsenin bir farkı yok. Görün artık bütün insanlar eşit. Dışardan bakınca kimsenin tuhaf bakışlarına maruz kalmıyorsunuz. Şimdi sorarım size o hastanın yaşadıklarını hissetmek ve verdiği mücadeleyi anlamak imkansız ama hiç düşündünüz mü birkaç dakika ama yüreğinizle. Geleceğini bulanık görmek nasıl bir duygu?
Hatırladım da şimdi çok değil birkaç ay önce, Avrupa’ya geçmek isteyen birçok göçmen Yunanistan sınırında kötü davranışlara maruz kalırken, AB tarafından hor görülürken her gün televizyonda bu haberleri izlerdik. Sonra bir virüs sardı bütün dünyayı ve tabii ki bütün haber kanallarını da. Bütün dünyada mevki ayırt etmeden herkesin içine bir tedirginlik ve korku çöküverdi. Bütün dünyada hem fiziksel hem ruhsal bir mücadele baş gösterdi. Üzücü bir haber ki Covid-19 adı verilen bu virüs sebebiyle hayatını kaybeden, yoğun bakımda bir nefes uğruna ne mücadeleler veren insanları gördükçe ölüm korkusu aldı bizleri. Kimi insanların sokaklardaki rahatlığı ve hayatı boşvermişliği ise çok kötü sonuçlar doğurdu. Bundan sonra bütün dünyanın ortak bir mücadelesi vardı işte. Nefes alabilmek… Dikkatimi çeken bir şeydi ki artık TV kanallarında sınır kapılarında açlık ve sefalet çeken o insanlar yoktu. Acaba ne olmuştu onlara diye bir an aklımdan geçmedi değil. Dünyanın birçok fakir ülkesinde, her gün açıktan hayatını kaybeden milyonlarca insanın verdiği yaşam mücadelesine de yüzünü çeviren bazı dünya ülkelerinin ilerigelenleri, koronavirüs sizin vücudunuza ilik ilik yer edinip nefessiz kalınca acaba hiçbirinizin aklından geçti mi o insanların verdiği hayat mücadelesi, bir avuç ekmeğe, suya ve umuda hasretlik! Yine o zor günlerde, her zor durumda olanların yanında olan ve bu pandemi sürecinde de yurt dışına yardım elini uzatan güzel ülkemiz bana ecdadımı hatırlattı yüzümü gülümseterek. Çünkü biz Türk’üz. Yüreğimiz hem cengaver gibi hem de merhamet dolu.
En savunmasız canlı yavrusu olarak başladığımız hayat yolculuğumuz, gençlikten ihtiyarlığa doğru yaşımızı aldıkça, adına olgunluk denilen duygulara ve değişimlere yerini bırakacak. Sevinç, hüzün, heyecan, acı, özlem, çaresizlik, umutsuzluk, mutluluk, huzur… Dedim ya yaş aldıkça bütün insanoğlu tanışacak bu duygularla. Çünkü bu hayat, sadece tek renkle anlam bulamaz. Öyle değil mi? Olgunlaştıkça renkler de değişecek. Hiç tanımadığın duygular saracak kalbini ve tanışacaksın bir gün onlarla. Kimi insan ona nasip edilen bu duyguları yoğun yaşarken kimisinin imtihanı kolay geçecek. Bazen yüksek bir tepede, yeşil yapraklı ağaçların altında, güneşin batışını izleyip yüreğindeki umudun resmini çizerken bazen ise karanlığa zincirli hissedecek belki de insan kendini. Bir adım öteye gidemeyeceğini düşünürken Hz. Hüseyin’in “ Hayat, inanmak ve mücadele etmektir.” sözü aklına gelecek insanın. “Yaşamak için mücadele şarttır.” diyen Mustafa Kemal ATATÜRK ve “Mücadele benim hayatımdır.” diyen Nelson MANDELA’yı anarken hayat mücadelemizin nefes almak kadar kutsal olduğunu anlayacak insan. Güneşin batışını izlerkenki umutlarını tekrardan tazeleyip kaldığı yerden devam edecek sonra hayata. Etmek de zorunda… Çünkü insanı kendisinden başkası kurtaramaz. Sonra batan güneşin yarın tekrar doğuşunu seyrederken aklına gelecek ve düşünecek. Dünyadan milyonlarca kilometre uzaklıkta da olsa ne kadar da parlak gözüküyor güneş. Dünyaya ışık tutuyor ama kendisi alev alev… Yüreğinde sürekli bir ateş var sanki… Sonra otobüsün cam kenarında günün ağarmasını beklerken diyecek kendi kendine peki ya bir gün bile doğmaktan vaz mı geçti güneş? Peki, sen neden vazgeçiyorsun kendinden, umutlarından, mücadelenden Yaradan’ın can verdiği en değerli varlık? Mücadele güzel olmasaydı söylenir miydi onca söz, yazılır mıydı onca türkü, şiir? Ya mücadele olmasaydı görebilir miydi insanoğlu yüzyıllardır bilimsel buluşların aydınlığını, bizlere hediyesini?
Bekle kar altında kalan buğday tanesi
Yine onun sularıyla yeşereceksin
Gözyaşların çare değil ağlama büyü
Başını dik tutabilirsen boy vereceksin (İbrahim KARACA)
“Buğday Tanesi” türküsünü herkesin dinlemesini tavsiye ederken türküyü dinlemeden önce küçük bir buğday tanesinin insanoğluna ışık olacağını tahmin edemezdim. Küçük olan birçok şey, değerini anlayana büyük bir hazine olabilir bence. Belki radyoda çalan bir şarkının sözleri, yıllar sonra kitabının arasında bulduğun kuru bir gül, bir romanın kalbinin atışını hızlandıran iki satırı, gökyüzündeki karanlığa inat ışıltısı sönmeyen bir yıldız, gece sokak lambasının loş görüntüsü, soğuk havada içilen sıcacık bir yudum çay, akşamüzeri içimize çektiğimiz soğuk hava, yanında varlığını her daim hissettiğin bir dostun mesajı, küçük bir çakıl taşı bile insanoğlunun hayat mücadelesindeki yani yaşamdaki yoldaşı, nefesi, umudu olabilir isterse eğer. Görebilene, anlayabilene, hissedebilene…
Bu yazıyı yazarken hayatı boyunca önüne çıkan bütün zorluklara rağmen vazgeçmeyen, inatçı insanları çok düşündüm. Ve sonra anladım ki insanoğlunun ilk yaratılışıyla var olan ve kıyamete kadar hep hayatta var olacak olan, sonu olmayan bir kavrammış mücadele. Hem de sen tükendiğini sandıkça güçlenen, yaşayan bir varlık gibi, parmağına taktığın ve hiç çıkarmak istemediğin bir yüzük gibi. Bir taraftan yazıyı yazarken bir taraftan da amaçlarından ve haklı mücadelelerinden vazgeçmeyen, mücadeleye etmeye hasret çektiği anlarda bile gülmeyi becerebilen ve kendi çabalarıyla açtığı yollarına tekrardan devam edebilen insanlara olan sevgim ve saygım arttı. Ne mutlu bana! Ve sonra bir akşamüstü yüksek tepede köyümü seyre dalmış rüzgarın kokusunu içime çekerken nefes alabildiğimiz, görebildiğimiz her günün kıymetini daha çok bilmemiz gerektiğini ve şükrederek uyandığımız her sabah kaldığımız yerden devam edebilmek için bize verilen en büyük hediye olduğunu hatırlattım kendime. Ardından, batmak üzere olan güneşe bakarak sadece şu sözler döküldü dilimden. Yarın güneş yeniden doğacak…